Hayata Yön Veren Hikayeler...

Hal Tercümem


Başım ellerimle dertte. Her an sular içindedirler. Yaz, kış; soğuk, sıcak demeden terler dururlar.

Bizim köylerde sulak araziler vardır. Ala sıcağın altında bile yaşarırlar, kurumak bilmezler. Her mevsim bataktırlar, kaygandırlar. Kaynakları, nereden doğup, nereye battıkları belli değildirler. İnadına çok bitek ve verimlidirler bu araziler. Çimenlerinin yeşili; menekşelerinin moru, pembesi; papatyalarının beyazı ve sarısı bambaşkadır. Uzaktan baktığınızda; öpülesi, sevilesi, koklanası ve yatıp uzanılası görüntüleri aklınızı başınızdan alır. Ne var ki, yatmak bir yana, yürüyemezsiniz bile üzerinde. Çevresini dolanıp geçmek zorundasınızdır. Bu nedenle güzelliğinden çok yolunuzu uzattığı için nefret duygularınızı ayaklandırırlar. Adımınızı attığınız an, en iyi olasılıkla kıçınızın üstüne düşer, bir süre kaydıktan sonra çamura belenmiş olarak kalakalırsınız orta yerde. Yürüyebilirseniz de, ip cambazı mahareti göstermeyi göze almış olmalısınız..

Ellerimin içi de hep ıslaktır bu araziler örneği. Oysa, estetik olduğu da söylenir; uzun, orta kalınlıkta bir erkek eli. Lise yıllarımda kız arkadaşlarım, ?Bu ellerle güzel piyano çalınır.Tam piyanist elleri? derlerdi. Köyden şehre yeni geldiğim günlerdi ve İstanbul?un çok bilmiş, parfüm kokulu, fettan kızlarından aldığım iltifatlar, övgüler başımı döndürmeye yetiyor da artıyordu. Filmlerden bildiğim ve derince bir sandığa benzettiğim piyanoya hiç dokunmadığım, yakından görmediğim halde, çalmış kadar mutlu olur, gönenirdim.

Yıllar sonra orta yaşın üzerine çıkınca güzel bir kız tanıdım. Yakın çevremde olduğundan, kısa aralarla karşılaşıp, görüşüyorduk.

Ne zaman karşılaşsak elini uzatır, tokalaşırdık. Kimi zaman yanağını uzattığı da olurdu; karıncaların duyargalarıyla birbirlerine dokunmaları nasılsa, öyle. Elini uzatır beni görünce ve ben de karşılık verirdim sıkıla sıkıla. Çünkü, her tokalaşmadan sonra ‘ellerin yine ıslak’ der, muzipçe gözlerimin ta içine bakardı; ‘merhaba,nasılsın’ demeden önce.

Onu uzaktan görünce, elimi pantolonumun cebine sokar, elimin içini bastıra bastıra astara siler ve itina ile kurulardım. Ne fayda ki, yanıma gelip elini uzatana kadar elim yine suya gark olur ve ‘elin yine ıslak’ serzenişini bir kez daha duyar; yaramazlığını saklayamayan çocuğun öfkesi, burukluğu, mahcubiyeti ile içimin çekildiğini hissederdim.

Yolum o semte düştüğünde köşe başından çıkacak diye özlemle ve ürküntüyle aranırım halen. Ne olur ne olmaz diye, cebimde kurutulmaya hazır tutarım elimi.


GENÇ PAZARCININ İLK GECESİ

Kışın başlarıydı babasıyla meyve tezgahlarının başına geçtiği günler. Liseyi bitirmiş, yükseğine devam etmeyi düşünmediğini, baba mesleğini seçerek pazarcılık yapmaya karar verdiğini söylemiş ve büyüklerini ikna etmişti.

Planı; bir an önce iş yaşamına atılıp, okul arkadaşıyla evlenmek üzerine kuruluydu. Pazardaki işini bitirir bitirmez sevgiline koşar, yorgunluğunu pazarda bırakmışçasına dingin, buluşma noktasına giderdi. Aldığı terbiye gereği evlenene kadar sevgilisine dokunmamaya söz vermişti kendi kendine.

Askerlik kapıda bekliyordu ve askere gitmeden önce düğünü yapıp, yuvasının temellerini atmayı düşünüyordu. Anasına açtı duygularını.Yolunu erken çizdiği için, kolayca onay aldı ansının yardımıyla ,babasından. Kız istendi, aynı gece söz kesildi; izleyen günlerde düğün hazırlıkları tamamlandı çabucak.

Pazarcılığının üçüncü ayında düğün yapıldı ve muradına erdi.

Ailesi evi terk etti o geceliğine. Sağdıçları dışarıda kanlı çarşafı bekliyorlardı. Sağdıcının talimatı gereği karısını ürkütmemeye özen gösteriyordu. Gerdanlığı taktı, soyunmasını bekledi sevgilisinin. Yatağın üzerine oturmuş, kaybettiği soğukkanlılığına kavuşmaya çabalıyordu bir yandan da.

Her şey bitiverdi birden. Beyaz gelinlik yere yığıldı.

Gelinliğin altından ortaya dökülen diri göğüslere takıldı gözleri.

Ayağa kalktı ve sağ göğse doğru uzattı elini, parmaklarının ucuyla yavaşça dokundu. Sıcak ve yumuşaktı.

Soğuk ve sert mostralık elmaları önlüğünde silip, elinde birkaç kez okkalayıp dizmeye alışık parmakları, sıcak ve yumuşak göğüsleri yadırgadı. Tüyleri diken diken oldu. Parmak uçlarından yayılan elektrik damarlarından aktı, tüm bedenini dolaştı. Önce buza kesti, sonra ateşlere düştü. Nefesi tutuldu,boğazında düğümlendi canı. Son bir gayretle yutkundu. Ne yapması gerektiğine karar veremedi. Konuşmak, sevdiğini söylemek istedi, dili kuruyan ağzında dönmedi, beyni konuşma emrine direniyordu. Sonra derin bir nefes aldı, toparlandı. Yumuşak ve sıcacık göğüsleri avuçladı, korku eşiğini aştı. Gözlerinin seğirdiğini hissetti ve görülecek endişesiyle kafasını eşinin boynuna doğru eğdi. İçini gıcıklayan, ürpertisini tetikleyen müthiş bir koku yayıldı kadının sıcak bedeninden. Sarıldı, sıcaklığı tüm vücuduna yaymak istercesine. Yeniden duydu sıcak ve yumuşak göğüsleri, bir kez daha bulandı algısı. Eli hala sert ve soğuk elmalara, portakallara olan tanıdık hislerden kurtulamıyor, yabancılıyordu sıcak yumuşaklığı...
 
Romantik Sevgili

Günlerce, gecelerce hep onu düşünmüştüm. O ise beni sadece bir iş arkadaşı olarak görüyordu. Hatta bir seferinde, kız arkadaşıyla kavga etmiş ve bana cep telefonunu uzatarak, onu aramamı ve ikna etmemi rica etti. Göz yaşlarımı içime akıtarak, kıza telefon açıp barğıması için ikna etmeye çalıştım. Sanki tanrı dualarımı duymuştu. Kız hiçbir şekilde barışmaya yanaşmıyordu. Ben üstüme düşeni fazlasıyla yapmıştım.
Aradan birkaç hafta geçmişti. Haldun olanları unutup, eski neşesine kavuşmuştu. Bir akşam saat 22:00 sularında cep telefonuma bir mesaj geldi. Mesajın sahibi Haldun’du. Mesaj şöyleydi.
-Yarın bana son kez yardım etmeni istiyorum. Hayatımın aşkını buldum. Ne olur benimle evlenmesi için onu ikna et.
Bu mesaj beni beynimden vurmuştu. Gün ışıyana kadar yanağımdan süzülen yaşlar yastığımda acı ve unutulması mümkün olmayan bir iz bırakmıştı.
İşe giderken ayaklarım beni geri geri ***ürüyor, yol bitmesin diye sürekli dua ediyordum. Hayatımda ilk ve son kez aşık olmuştum ve bu aşkı ben kendi ellerimle yok edecektim. Mesaime yarım saat geç gittim. İçeri girer girmez Haldun, bu günün hayatındaki en mutlu gün olduğunu ispatlar gibi neşeli ve bir çocuk gibi heyecanlı yanıma geldi. Ben ise yenilgiyi çoktan kabullenmiştim. Ama sevdiğimin mutluluğu beni teselli ediyordu. Haldun, iyi günler dedikten sonra hemen konuya girdi.
-Yeşim, senin hakkını nasıl ödeyeceğim bilmiyorum. Ama inan çok yüce bir olaya vesile oluyorsun.
Elindeki telefon numarasını bana uzattı. Bu numarayı arayıp, karşı tarafa;
-Haldun seni hayatını paylaşacak kadar çok seviyor. Lütfen onu kırma ve evlilik teklifini kabul et. İnan seni şimdiye kadar kimseyi sevmediği kadar çok seviyor.
Dememi istedi. Masama;
-Bu emeğinin karşılığı değil ama,
diyerek küçük bir hediye paketi bıraktı. Elimdeki telefon numarasını çevirmeye başladığımda parmaklarımdaki titremeyi görecek diye çok endişelendim. Telefon çalmaya başlamıştı. Birden masamdaki kutudan love story müziğini duydum. Telefon halen kulağımdaydı. Bir yandan da kutuyu açmaya çalışıyordum. Kutuyu açtığımda bir cep telefonu gördüm. Telefonu aldım ve açtım. Haldun bir hamle ile masamdaki iş telefonunu kulağımdan aldı. Ben ise gayri ihtiyari cep telefonunu kulağıma ***ürmüştüm. Haldun şimdiye kadar duymayı her şeyden çok istediğim, bir kerecik duyduğumda ölmeyi bile kabul edeceğim o cümleleri söylemeye başladı. Ben ise göz yaşlarımı tutamadım ve boynuna sarıldım.

 
Son Bomba Yüreğime

Amerika ve İngilterenin beraber yaptığı bombardıman, Bağdat’ın üzerine kâbus gibi çökmüştü.1998’in ramazan ayına bir gün kalmıştı.Fakat Irak halkı,oruç ayına neşeyle değil, korku, hüzün ve yoklukla giriyordu.Yıllardır zalim devlet başkanlarından çektikleri yetmiyormuş gibi şimdi de ABD’nin Saddam’ı bahane ederek yaptığı saldırılar,ambargonun getirdiği sefalet, halkı ölüm sınırına çoktan getirmişti.Dünyanın bir ucunda balinaları kurtarmak için trilyonlar harcanırken, burda insanları öldürmek için çok daha fazla para harcanıyordu.
* * * * * * * * * *
Yaşlı Abdullah ve ailesi de,yokluk çekenlerdendi.Sekiz yıldır süren ambargo,oğlu Hasan’ın da işlerini bozmuş,para kazanamaz olmuştu.Ailenin tek çalışanı olan oğlunun ne sıkıntılar çektiğini biliyordu.Hasan’ın fedakârlık yaptığını,bazen peşpeşe birkaç öğün hiç birşey yemediğini çok iyi biliyordu ama elinden birşey gelmiyordu.
Son zamanlarda kendisi de torunları bir lokma fazla yesin diye sofradan aç kalkıyor,ancak yaş***** sürdürecek kadar yiyordu.Yine de sıkılıyor,utanıyor,gece gündüz ne yapabilirim diye düşünüyordu.
Geçen yaz ortası ölen torunu Zehra gözlerinden gitmiyordu.Gerçi doktorlar,ilaç olmadığı için kurtamadıklarını söylemişti ama Abdullah dede; ”-Eğer torunum yeterince beslenseydi,zayıf düşüp hastalanmazdı” diye düşünüyordu.Zehra’nın “-Dedeciğim” deyişi aklına geldikçe yaşaran gözlerini
zorlukla saklıyor,hemen bastonuna uzanıp, torunlarının “-Dede,nereye !..” diye seslenişlerine cevap vermeden,kendini sokağa atıyordu.
* * * * * * * * * *
Akşamın alaca karanlığı yavaş yavaş yaklaşırken,Abdullah dedenin evinde ailecek sofraya oturmuşlardı.Ne olduğunu anlamadığı,çok olsun diye bolca su katılmış çorbaya kaşık sallıyorlardı. Büyükler yokluğun ezikliğini paylaşıyordu.Ama çocuklar çorbaya itiraz ediyor,çocuk saflıklarıyla çaresiz büyüklerini ne kadar yaraladıklarını bilmiyorlardı.
O sırada dışardan siren sesleri gelmeye başladı.Anlaşılan yine bombalama başlayacaktı. Sofrayı olduğu gibi bırakıp karı-koca çocuklarını kucakladılar.Son birkaç gecedir insafsızca yapılan bombardımanlarda,bu koşuşturmaya alışmışlardı. Özellikle önceki gece gördükleri manzaradan sonra daha büyük korkuyla,aceleyle sığınağa koşuyorladı.Önceki gece,bombardımanın bitiminden sonra,sığınaktan çıktıklarında kendi evlerinden az ötede,sığınağa gidemeyen bir anne ile çocuğu biribirine sarılmış olarak,feci halde ölmüştü.Son anında bile çocuğuna sarılmış olan annenin vücudunun yarısı yoktu.
Aceleyle evden çıktılar.Henüz birkaç adım uzaklaşmışlardı ki,kucağında iki çocuğunu taşıyan Hasan,babasının çıkmadığını farketti.Hızla eve döndü.Kapıdan içeri baktığında,babasının düşünceli düşünceli oturduğunu gördü,telaşla seslendi; “Hadii babaa!.. siren seslerini duymadın mı!..”. Yaşlı Abdullah sesine öfke tonu vermeye çalışarak seslendi. “-Ben çocuk değilim,geliyorum.Sen oyalanma çocukları ***ür.” Kalktı bastonuna uzandı,sonra kapıda bekleyen oğluna döndü; “Bak hâlâ bekliyor. Yaşlandım diye sözüm dinlenmiyor mu artık !…” “-Estağfurullah baba.Ama sen de acele et biraz.” Bu sözüne de babasının kızabileceğini düşünerek hemen dışarı çıktı,kucağında çocuklarıyla sığınağa doğru koşmaya başladı.
Hasan,evini görebileceği son köşeyi dönerken durdu,geri baktı.Babasının çoktan kapının önüne çıkması gerekirdi ama görünmüyordu.Acı siren sesleri arasında birkaç saniye daha bekledi ama babası çıkmadı.Geri dönmeye cesareti yoktu,babasını kırmaktan hâlâ çok çekinir,daima saygılı davranırdı.Koştu sığınağa girdi,hanımını aradı,izdiham yaşanan kalabalıkta şans eseri kısa sürede buldu.Çocuklarını hanımının yanına bıraktıktan sonra babasını aramak için geri dönmek istedi ama kalabalıkta geriye gitmesi çok zordu.Epey gayret ettikten sonra kapıya yanaşmıştı ki sığınağın kapılarının kapatıldığını gördü.O ana kadar girmiş olabileceğini ümit ederek babasını aramaya başladı, ama bir türlü bulamıyordu,gittikçe daha çok endişeleniyordu.Dışardan bomba sesleri gelmeye başlayınca Hasan birden irkildi, “-Baba !..” diye bağırarak sığınağın kapılarına hücüm etti.Yokluk içindeki aileye yük olmamak için babasının kendini feda etmek istediğini anlamıştı ama sığınağın kapılarını açtırması imkansızdı.
* * * * * * * * * *
Abdullah dede,evin hemen önüne koyduğu sandalyede oturmuş,gökyüzünü seyrediyordu. Gökyüzünden geçen parlak ışıltılı,alevli bombalara bakıyor,içini çekiyordu; “-Çocukken,kayan bir yıldız görünce ne çok sevinirdim.Bu bombaları atanlar da çocukken öyle sevinir miydi acep?”
Abdullah dede,okumuş bir adamdı,kültürlüydü.Bağırdı gökyüzüne ; “-Eh Amerika, eh İngiltere mazlumun ah’ı kalır mı sanırsınız !. Sizden büyük Allah var !..” Bunu söylerken Atlantis denen kayıp ülke hakkında yıllar önce okuduğu yazıyı hatırlamıştı.O yazıda,teknolojisi ve ordusu diğer ülkelerden çok güçlü olan Atlantislilerin,diğer ülkeleri sömürdükleri,ezdikleri ve artık hiç bir gücün karşılarında duramayacağını düşündükleri bir zamanda,gökyüzünden düşen çok büyük bir meteorun çarpmasıyla tüm kıtanın okyanusa gömüldüğü anlatılıyordu.Abdullah dede,ABD’yi Atlantis’e benzetiyordu.Tekrar bağırdı; “-Mazlumun ah’ı kalmaz !..” .Şehadet getirdi,oturduğu sandalyede başını önüne eğdi,dualar mırıldanmaya başladı…
 
Babamız Gelince

Çok acelesi vardı. Elindeki paketleri ve poşetleri eve bırakır bırakmaz geri dönmesi gerekiyordu. Arkadaşları Maraş Klüp de masayı kurmuşlardı bile şimdi. Hatta aralarında “nerede kaldı yahu bu adam” diye söylenmişlerdir bile diye tahmin ediyordu. Tahminden öte bundan emindi. Bu, tamı tamına on altı yıldır böyleydi. Dükkanı kapatır kapatmaz , sabah karısı tarafından sipariş edilen ne varsa alır, eve bırakır ve Maraş Klübü bulurdu. Orada arkadaşlarıyla akşam yemeğini yedikten sonra, saat on bir gibi aşağı diye tabir ettikleri gazinoya (Pavyon) geçilirdi.
O gün biraz oyalanmıştı alışveriş ederken ve acele ile elindekileri kapı eşiğinde karısına bıraktı, adetten bir ”allasmarladık” ile çıkmak üzereydi ki, karısı yolunu kesti. Adeta ürkütmüştü karısının “dur” diyerek yolunu kesmesinden. Hatta bir miktar da karizmaya helal geldiğini düşünmüştü. Ne demekti bu, karısı önünü kesecek “dur” diyecek, akşam çıkmasına itiraz edecekti. Birden ciddileşti, kaşlarını iyice çattı. “Ne dedin sen, ne dedin” diye diklendi. Aslında kaba bir adam değildi. Karısına ve çocuklarına oldukça şefkatli davranır, çevresinde, mahallede, akrabalar ve tanıdıklar arasında çok saygı görür, kendisi de herkese saygı gösterir, kısacası onu herkes normalin üstünde kibar bulurdu. Karısı diklenmesine aldırmadan, “dur dedim sana anlamadın mı” dedi. Kolundan tutarak içeri çekti. O da itiraz etmeden, biraz da merak saiki ile arkası sıra odaya doğru yöneldi gayrı ihtiyari.

İçeri varınca, karısı iki kollarından tutarak “bak” dedi. “şimdi sen klübe gideceksin, orada akşam yemeği yiyeceksin, sonra da gazinoya gideceksiniz. Orada kadınlar olacak bildiğim kadarıyla. Belki de gelip masanıza oturacaklar. Bu kıyafetle mi oturacaksın? İş kıyafetinle öyle mi. Hayır buna izin veremem. Takım elbiseni giy, kravatını tak. Hadi bakalım önce sen şu saçlarını yıka banyoya geç de. Hatta acelen ne duş al, kendini daha ferah hissedersin. Sonra da güzelce giyinir çıkarsın. Benim kocam yakışıklı bir adam ve paspal bir şekilde yakışıklılığına çirkinlik getirmesine müsade etmem. Hem sonra bir sürü insanın içinde, tertemiz ve şık olmanı isterim. Senin şık ve temiz olman benim şerefimdir” dedi.
Hiç ömründe olmadığı kadar karışık bir kafayla sokağa çıktığında karısının söyledikler bir bir kafasından geçiyor, bitince baştan başlayarak yeniden kafasından geçmeye başlıyordu. Oldukça rahatsız oldu bir ara. Aslında daha önce hiç tatmadığı bir tadı da tatmıyor değildi. Ama o tada öyle yabancı hissediyordu ki kendini, “bu da nedir” demek geçiyordu içinden. Ayrıca da ömründe bu kadar utandığını hatırlamıyordu. “keşki rezalet çıkarsaydı. Her akşam her akşam nereye böyle be adam. Sen hiç evini çocuklarını düşünmez misin. Şu eve sadece sabaha karşı yatmak için geliyorsun.” Deseydi. “Neyse” dedi yolda aceleyle yürürken ”şimdi klübe varıp arkadaşlarla oturunca silinir bu düşünceler kafamdan.”
Tam tahmin ettiği gibi oldu. Klübe varır-varmaz herkes bir yandan hayladılar “neredesin azizim ya, biz muhabbetin yarısına geldik neredeyse” karşısında oturan arkadaşı. “biz de sandık ki kibar ev erkeği oldu, gelmeyecek...” Arkadaşına itiraz etti. “ne demek şimdi bu? zaten ben kibar ev erkeğiyim. Nolmuş eve, ne demek istiyorsun” diye kesip attı. “boş verin” dedi diğer bir arkadaşı “bırakın şimdi bunları da biz muhabbetimize bakalım.” Hoş-beş, bir iki zarflaşma ve şakadan sonra, kadehler kaldırıldı muhabbet sigara dumanlarına karışarak, içki kokusu ile birlikte içeri yayıldı. Fakat O, içinde bulunduğu duruma bir türlü anlam veremiyordu. Hiçbir şeyden haz almaz olmuştu. Ne yediği yemek, ne içtiği içki, ne de her zamanki can attığı muhabbet, hiç bir şey tat vermez olmuştu. Bir ara kendini telkin etti. “kendine gel aslanım noluyor böyle sana” diye. Kendini yokladı, acaba hasta mıyım diye. Bir rahatsızlığı da yoktu. Her zamankinden biraz da fazla içki içtiği halde hala karısı beyninde konuşuyordu. Cümleleri bitiyor, yeniden baştan başlıyordu. Karısının asil davranışı karşısındaki mahcubiyetinden ve utancından bir türlü sıyrılamıyordu.
Arkadaşlarından birinin “ooo saat on bir’e geliyor, kalkın bakalım kalkın, aşağı inelim” Hap birlikte kalktılar. Kendisi hariç herkes daha önceleri olduğu gibi o gün de gayet neşeliydi. Bir ara onların bu neşesi ona anlamsız geldi. Arabaların yanıma indiklerinde, herkes muhabbet ve kahkahalar içinde şen bir şekilde arabalara binerken, O şaşkın, kararsız, ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Bir türlü bir şeye karar veremiyordu. ”Arkadaşlarla gitmesem mi.”diye düşündü. Sonra kendisi de şaşırdı bu sorusuna “ne demek gitmemek, peki nereye gideceksin, bu saatte eve mi” diye, yine kendisi cevapladı içinden geçenleri. Bu düşüncesinden dolayı kendi kendini kınamak bile geçti aklından. Ama evden çıktığında, o hiç tatmadığı hazzı yeniden hissetti yüreğinde. Anlayamadığı bir hoşluk yayıldı içine. Bu hoşluğu tanımıyordu ama içkinin verdiği sarhoşluktan, arkadaşlarla muhabbetten öte tatlı bir hoşluktu. Bu esrük halini sevmeye başlamıştı. Bu arada arkadaşlarından biri. “aaa sende akşamdan beri garip bir hal var, neyin var kuzum binsene şu arabaya seni bekliyoruz. Ne dikilip duruyorsun orada iki dakikadır yahu.” Ani ve dönüşü olmayan bir karar vermiş bir yönetici ciddiyetine bürünerek, kendisinden gayet emin ve karşıdakinin de yüzüne baktığında kesinlikle kararından dönmeyeceğinin anlaşılacağı şekilde sert, ama kırıcı olmayan bir eda ile arabaya eğildi, pencereden arkadaşlarına bakarak. “Bu gün beni bağışlayın, sizinle gelmeyeceğim. Siz eğlenmenize bakın. Hepinize tatlı muhabbetler diliyorum.” Arkadaşlarının şaşkınlıktan ağızları açık kalmıştı. Bir an ne diyeceklerini bilemediler. O kadar kararlı görünüyordu ki bir kelime bile konacak bir gedik bırakmıyordu duruşu. “hasta mısın yoksa?” “bizim bilmediğimiz önemli bir şey mi var?” diye arka arkaya sorular sordular. “Hayır hiçbir şey yok gerçekten. Hatta bu gün her zamankinde daha da iyiyim. Siz keyfinize bakın” dedi ve arkadaşlarının bir cümle daha kurmasına meydan vermeden “allasmarladık” diyerek ayrıldı.
Oradan ayrıldığında nereye gideceğini bilmiyordu aslında. “belki bir miktar yürürüm ” diye geçirmişti içinden. Ama ayakları eve doğru ***ürüyordu. Buna şaşırmadı. Hatta hoşuna bile gitti. Öyle çok heyecanlanıyordu ki, bu heyecandan bile zevk aldığının farkına varması bir kat daha heyecanlandırıyordu. Hayatının en önemli randevusuna gidiyor muş gibi hissediyordu. Bu düşünceler içinde kapının önünde olduğunun farkına vardığında ise, kalbi hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı.
Kendini toparladı. Yüzünü her eve gelişinde olduğu gibi ciddileştirdi ve kapıyı tıkladı. Çok sürmeden kapı açıldı. Kendisini görünce gözleri fal taşı gibi açılan karısına tebessüm ederek içeri girdi. Ayakkabılarını çıkarmadan karısı terliklerini önüne çiftledi. Hem şaşkın şaşkın bakıyor yüzüne, hem de “hayırdır inşallah... hasta falan değilsin değil mi? Hayatım neyin var. Aman Allahım! Ne oldu canım?” karısının yüzünü iki elleri arasına aldı ve uzun zamandır hiç olmadığı kadar bir şefkat ve sevgi ile baktı ve “dur hele dur bir. Bir şey yok, rahat ol, evime gelmek de mi yasak. Bu ev benim yahu. Şu güzeller güzeli benim karım. Şu çocuklar benim.” Karısı ellerini göğsüne bastırarak “çok şükür, bir şeyin vardır diye ödüm koptu. Gerçekten bir şeyin yok değil mi. Eve öylesine geldin. Yani normal olarak evine geldin?” Gülerek cevap verdi karısına “evet, evet gazinoya gitmedim ve arkadaşlarımdan ayrılarak eve geldim.” Karısı büyük oğlunu da tınmadan, bir takım ilkelerini bir yana bırakıp boynuna sarıldı. Çocuklar da hiç bu tür bir manzara görmemiş olacaklar ki ,şaşkınlık ve sevinçle anne ve babasına bakakalmışlardı. Yere yüzükoyun yatarak dersini yapmakla meşgul küçük kızı “aynı filmlerdeki gibi” diyerek sevinçle kıkırdadı.
Yıllardır akşamları hiç oturmadığı koltuğuna oturdu. Çok önceleri olduğu gibi, karısı kahvesini önündeki sehpaya koyarak, yere, halının üzerindeki mindere oturdu, dizlerine kolunu koyarak yaslandı. Şaşkın ama sonsuz bir hasretle kocasının yüzüne bakmaya ve onu seyre koyuldu.
İlk şaşkınlıklar geçtikten sonra, çocuklar bulundukları yerde derslerine devam ettiler ara ara başlarını hayret ve sevinçle kaldırıp babalarını seyrederek. Onlar babalarını akşamları hiç evde otururken görmemişlerdi. Buna hiç alışık değillerdi.
Kahvesini içerken etrafı seyre koyuldu. İlk defa görüyordu çevresindeki her şeyi. Salondan her gece geçerek yatak odasına yatmaya gidiyordu ama hic çevresine dikkat etmemişti.“Aman Allahım şu manzaraya bak. Bu ne tatlı bir şey böyle.” Dedi ve masada ders çalışan oğluna baktı. “Bıyıkları terlemiş, yakışıklı bir delikanlı olmuş oğlum. Ooo, kızıma bak, annesinin lise birde iken bana verdiği siyah-beyaz fotoğrafına ne çok benziyor.” Sonra karısına baktı kaçamak kaçamak “ne kadar güzelmiş karım. Hem de helalim.” Diye geçirdi içinden. Hiç konuşmadı oturduğu bir saat boyunca sadece etrafına baktı ve düşündü. Karısı çocukları yatırırken, yanına gelen çocuklarını tek tek öperken içi kavruldu. “yarabbi bu tadı yüreğimden alma bir daha” diye dua etti.
Yatmak üzere odaya yöneldiklerinde, karısını göğsüne doğru bastırarak, “yarın akşam yemeği saat kaçta” dedi. Karısı, yarın da, belki ondan sonraki yarınlarda da hep akşamları evinde olacağını hissederek. “babamızın geldiği saatte” dedi.
 
Atatürk'ün Polis Sevgisi

Mustafa Kemal ATATÜRK'ÜN Polis Sevgisi ve Kahraman Polis Memuru Cemil Efendi

Türkiye Cumhuriyet Hükümetinin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey bîr akşam üstü, Ankara park otelinde kalan Gazeteci Hikmet Feridun Es'i Bakanlıktaki odasına çağırttı. Selamlaşma ve hal-hatırdan sonra sabırsız davranışlar içinde heyecanlı bir sesle:


"Müjde efendim! Cemil efendi geliyor" dedi. Hikmet bey şaşırdı. Odayı, dondurucu bir sessizlik kapladı.


Hikmet Feridun Es, bu sözler karşısında düşünmeye başladı. Dışişleri Bakanını böylesine heyecanlandıran Cemil efendi kimdi? Nereden geliyordu? Nereye gidiyordu? Dışişleri Bakanı olarak soğukkanlılığı ile tanınan Tevfik Rüştü bey bu gelişe hangi sebeplerden dolayı böylesine sevinmiş ve aynı şekilde heyecanlanmıştı?



Cemil efendi, Türk Polisinin önde gelen kahramanlarından birisiydi. Kendisine yüklenen görevi en mükemmel şekilde yapmasını hazmedemeyen düşmanlar tarafından Fransızların Şeytan Adası adıyla şöhret bulan adasında ömür boyu kürek cezasına mahkum edilmişti,



Gülhane parkının Önünde beylik tabancası ile üç Senegallı askeri öldürdükten sonra yakalanmış, yapılan göstermelik bir yargılama sonucunda müebbet kürek mahkumiyeti cezasına çarptırılarak, Fransızların her türlü insanlık ayıbıyla dolu, insanca yaşama koşullarından uzak, Guyana hapishanesine gönderilmişti. Güney Amerika'nın ünlü Şeytan Adalarına. Hapishanecilik tarihinin en korkunç zindanlarına... Kaçılması imkansız dünya cehennemine.



Oysa üç Senegallıyı öldüren Cemil efendi görevinin dışında bir şey yapmamıştı. Her Türk Polisinin yapacağı eylemi yapmıştı. Halkın can, mal ırz ve namusunu korumak onun en önemli görevlerindendi. Halkının namusuna uzanan ellerin, daha sonra canına da kast etmesi üzerine haklı olarak, nefsi müdafaa hakkını kullandı. Haklı olmasına karşın Guyana zindanlarında çürüyüp, gidiyordu.



Mustafa Kemal Atatürk İstiklal Mücadelesini kazanıp, Türkiye Cumhuriyetini tüm kurumlarıyla tesis ettikten sonra, Dış işleri Bakanlığı görevlilerini talimatlandırarak, Kahraman Polisin Türkiye'ye iadesi için harekete geçirdi.



Oysa ki Fransız Adliyesine, aynı Şeytan Adalarında cezasını çeken ünlü Dreyfus hakkında Emile Zola'nın yazdıkları bile vız geliyordu. Ama, Cemil efendi olayına Emile Zola değil, dünyanın yetiştirebildiği en büyük siyasi dehalardan birisi olan Mustafa Kemal ATATÜRK el koymuştu....



Olayın arkasını bir an olsun bırakmadı. Sık, sık Tevfik Rüştü Aras'ı köşke çağırıp, bilgi alıyor, aynı maksatla Fransız Büyükelçisini de Cumhurbaşkanlığı köşküne çağırıp siyaseten sıkıştırıyordu. Atatürk bu olayla ilgili olarak adeta küçük çaplı bir Hatay kampanyası başlatmış gibiydi. Resmi makamların girişimlerine karşılık, Aksam Gazetesi de kamuoyundaki kampanyayı yürütüyordu. İki koldan yürütülen kampanyanın dozu gün geçtikçe ar tünüyordu.



O zamana kadar kimsenin Guyana cehenneminden cezasını çekmeden kurtulmasına izin verilmemişti. Aynı zamanda iade edilmesi dahi söz konusu olmamıştı. Uzun yazışmalardan, notalardan ve kampanyalardan sonra gelen diplomatik basarı, Atatürk'ün büyük dehası ve devlet adamlığıyla özdeşleşen ve Atatürk dehası kokan bir başarıydı, iste Devlet, iste devlet adamlığı!



1919 yılının Ağustos ayının 31. günü nokta nöbetini devir almak üzere Gülhane Parkı'nın önüne gitmekte olan Polis Memuru Cemil efendi, tramvay yolu yakınlarına geldiğinde akıllara durgunluk verecek bir manzara ile karşılaştı. Emperyalist işgal kuvvetlerine mensup Senegallı üç asker, üç çarşaflı Türk kadınını yere yatırmış, örtülerini ve diğer giysilerini parçalamaya çalışıyorlardı. Kadınların "İmdat! Polis Yok mu?" feryatları Cemil efendinin kulaklarını çınlatıyordu.



Bu çağrıyı alan Türk Polisinin durması, hele hele kaçması mümkün değildi. Cemil Efendi koştu, evvela saldırganları durdurmak istedi. Ama o gözü dönmüş yaratıklar silahlarına sarılıp, Polis Memuru Cemil efendiye ateş etmek istediler. İşte o anda olanlar oldu. Hem Türk'ün namusuna tecavüze yeltenen, hem de o namusu korumakla yükümlü kahraman Türk Polisine silah çekme bedbahtlığında bulunan üç gözü dönmüş Senegallı işgal askeri yerde cansız yatıyorlardı.



Cemil Efendi kaçmadı. Olaydan sonra teslim oldu. Onu, Beyoğlu'nda bulunan "Kroker" işgal kuvvetleri mahkemesine çıkardılar. En ağır derecedeki suçlamayla yargıladılar. Ömür boyu kürek mahkumiyeti (çalışma kamplarında çalıştırılma) cezası ile cezalandırılmasına ve cezasını Fransızlara ait Şeytan Adaları namındaki adalardan birisi olan Guyana adasındaki kamplarda çekmesine karar verdiler.



Bir kaç kez kaçmaya teşebbüs etti... Bataklıklardaki timsahlar denizdeki köpek balıkları arasından... Bu kaçış operasyonunu bir defasında başardı. Yerli kabileler arasına karışmaya muvaffak oldu. Aynı "Kelebek" yazarı gibi. Fakat ondan çok daha önce başardı. Sonra tekrar yanlışlıkla girdiği Guyana'da yakalanıp prangaya vuruldu. Prangayı çözen kuvvet, Türk ve İslam aleminin kurtuluşunun mim an olan Mustafa Kemal ATATÜRK oldu.



l Nisan 1929 yılında rıhtıma yanaşan gemide kahraman polisi Cemil efendi vardı. Galata Rıhtımında bayram havası vardı. Cemil efendi milli kahraman gibi karşılandı. Unutulmaz bir karşılanıştı. Cemil efendi kendisini karşılayanlarla Fransızca konuştu. Anlaşılmadığını hissedince uzun zaman Türkçe konuşamamasından dolayı şaşırdığını söyleyip, özür diledi.



Ama ne yazık ki o kahraman ve onun kahramanca serüveni unutuldu. Bu gün, Cemil Efendiyi, yaptıklarını, çektiklerini ve yaşadıklarını kimse hatırlamıyor. Filmlere konu olacak zenginlikteki maceraların tümü unutulup, gitmiş.



Böylesine gerçeklerin aksine Fransız adi suçlusunun Guyana hapishanelerinden kaçışını anlatan ve dünyada en çok satan romanlardan birisi olduğu söylenen "Kelebek"ten uyarlanan film televizyonlarda gösterildi, sinemalarda oynatıldı ve büyük beğeni kazandı.



Güya o, Guyana cehenneminden kaçan ilk mahkummuş! Uğurlar ola. Bu şeref, kahramanımız Cemil Efendiye aittir. Asıl Kelebek, Polis Memuru Cemil efendidir.



Ne gariptir ki TRT ekranları vasıtasıyla Fransız Kelebeğini biliyoruz ama, Türk Kelebeğini, hatta Türk Dreyfus'unu bilmiyoruz/tanıyamıyoruz.



Emniyet Teşkilatı bu güne kadar kahramanını hatırlattıracak bir çaba içinde olamadı/olmadı.



Ne büyük bir eksiklik, ne büyük bir talihsizlik!

Kaynak : Eyüp Şahin / Kahraman Polisler
 
Beni affet baba

[FONT=arial, helvetica, sans-serif]Evlendiğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında; eşi, bütün bağları kopardı ve "Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti... Eşini kaybetmeyi göze alamazdı.

[FONT=arial, helvetica, sans-serif]Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası, sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hâlâ onu ölürcesine seviyordu.
[/FONT]
[FONT=arial, helvetica, sans-serif]Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine ***ürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak,böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı.[/FONT]
[FONT=arial, helvetica, sans-serif]Babasına lâzım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can, "Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular. [/FONT]
[FONT=arial, helvetica, sans-serif]Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik Can, sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan; nereye ***ürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu.[/FONT]
[FONT=arial, helvetica, sans-serif]Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi.Sonra diğer malzemeleri taşıdı en son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.[/FONT]
[FONT=arial, helvetica, sans-serif]Tipi, adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı.Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. [/FONT]
[FONT=arial, helvetica, sans-serif]Öyle üzgündü ki, dünya başına göçüyor gibiydi. O, bu duygular içindeyken babası, yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti, içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.[/FONT]
[FONT=arial, helvetica, sans-serif]Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi, yanaklarını ve ellerini defalarca öptü.Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti. Arabaya bindiler. [/FONT]
[FONT=arial, helvetica, sans-serif]Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı, neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. [/FONT]
[FONT=arial, helvetica, sans-serif]Can: "Baba, sen yaşlandığında ben de seni buraya mı getireceğim?" diye sorunca dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında "Beni affet baba." diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. [/FONT]
[FONT=arial, helvetica, sans-serif]Oğlu: "Baba beni affet! Sana bu muameleyi yaptığım için beni affet!" diye hatasını belli ediyordu...Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu..."Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın... Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum.[/FONT]

[/FONT]
 
Yıldız Böceği

Sonra yansıyor aydınlığı gözyaşlarına. Sonra yıldız oluyor siyah noktalar beyaz cücelerde. Birden ışık oluyor etrafı. Ama yıldız yok. Cok zaman oldu gideli. Böcekler ise yorgun, ve uykulu gözleri. Bugünü mü yarınımı, yoksa kaybettiği çocukluğunu mu arasın. Sular alıp ***ürüyor renkleri, kırmızı, yeşil ve sarı. Buluşuyor dalgaların haşmetiyle suların yumuşaklığı. Sonra yeniden diriliyor yıldız böceği. Işık kalpten geliyor. Ama gözyaşlarıyla ……………



Bir varmış bir yokmuş. Uzaklarda Anadolu’nun kuş uçmaz kervan geçmez dağlarında yaşayan bir yıldız böceği varmış. Bu böcek buralara nereden, nasıl geldiğini pek bilmezmiş, ama kendisini bildi bileli bu dağlarda yaşar, ilk baharlarda küçük derenin uzaklardan getirdiği kar sularından serin serin içer, son baharlarda kurumuş otların dalların birinden diğerine zıplar, şarkılar söyler koşup oynarmış. Gündüzleri biraz uyuduktan sonra, dağlarda hafif hafif esen rüzgarı içine çeker, dağlarda da yetişen çiçeklerin, otların kokusunu duyarmış akciğerlerinde. Kurumuş nanelerin kokusunu getirirmiş rüzgarlar bazen. Aslında mutluymuş buralarda. Gündüzleri güneşin sıcaklığı, kısa yaz geceleri hâla sıcaklığını muhafaza eden büyük kayaların şefkatini, sıcaklığını hissetmek ona büyük bir zevk verirmiş. Ama bu yıldız böceğinin bir derdi varmış. Kuşlara, kurbağalara, kayalara, çiçeklere anlatamadığı, onların anlayamayacağını düşündüğü bir derdi. Çiçeklerin arkadaşları varmış. Kayaların arkadaşları ve otların arkadaşları. Papatyalar aslında bu yıldız böceğine iyi davranırmış ama, ne zaman onların yanına gitse, papatyaların birbirlerine ne kadar benzediğini görür, kendisinin ise farklı olduğunu düşünerek hiçbir şey söylemeden yanlarından uzaklaşıp gidermiş. Sonra taşların yanına gelir bir müddet gülüp sohbet ettikten sonra, gene aynı sebeplerden dolayı sessizce oradan da uzaklaşır, çekip gidermiş. Yıldız böceğinin derdi yalnızlıkmış. Kimsesizlik ve sevgisizlikmiş. Keşke benimde bir arkadaşım olsa hep birlikte oynasak, hiç yanımdan ayrılmasa diye düşürmüş hep.

Bir gün dağlarda dolaşırken bir ağlama sesi duymuş. Koşmuş aramış ve ağlama sesinin geldiği yerde hıçkırıklar içinde ağlayan siyah bir taş parçası görmüş. Bir müddet öylece uzaktan izlemiş. Sonra gelmiş yanına selam vermiş, oturmuş. Niye ağladığını sormuş. Taş ise kendisini siyah olduğu için, hiç kimsenin onu arasına kabül etmediğini, hep dışlandığını ve dostunun olmadığı anlatmış ağlayarak. Böcek onun göz yaşlarını silmiş onu teselli etmeye çalışmış. Böcekte yalnızmış nede olsa. Böcek hiç düşünmeden siyah taşa isterse kendisi ile arkadaş olabileceğini söylemiş. Siyah taşta sevinçle kabul etmiş bu arkadaşlığı. Böcek sevmiş bu taşı. Sevgi ile aydınlanmış her gecenin karanlıkları. Sevgi ile ışık yansımış böceğin kalbinden siyah taşın kalbine. Taş parçasının kalbinden sevgi yansımış dudaklarına. Dudaklardan çıkan kelimelerdeki ses tonunda belirmiş sonra sevgi. Taşta sevmiş böceği. Ne kadar iyi böcek diye düşünmüş taş. Ne kadar iyi bir taş diye düşünmüş böcek. Sevmişler birbirlerini o anda. Böcek bütün hayatını, sevgisini, bütün kalbini adamış bu siyah taşa. Birbirlerinden ayrılamaz olmuşlar, her an birbirlerini düşünür olmuşlar. Böceğin kalbi o kadar büyükmüş ki, o kadar sıcakmış ki. Sıcaklığı ile kuşatmış siyah taş parçasını. Böceğin o kocaman aşkı ile büyümeye başlamış siyah taş parçası. Taşta sevmiş böceği aslında. Sevgi bir ilaç, bir tılsım olmuş sonra. Aşk ile yıldıza dönüşmüş sonra o taş siyah taş parçası. Böceğin o kocaman aşkı, o kocaman kalbi o siyah taş parçasını yıldıza dönüştürmüş birden.

Sonra göklere çıkmak istemiş taş parçası. Sonra uçsuz bucaksız göklerde yeşil bir yıldız olmak, göklerin prensesi olmak, uçsuz bucaksız göklerde kuşlar misali süzülmek istemiş. Hem göklere çıkarsa rahatlıkla böceği yine görecekmiş. Hem göklere çıkarsa dünyayı gökten izleyecek, izlediklerini sonra böceğe anlatacak. Böcekte daha mutlu olacakmış. Bir son bahar akşamı, bir temmuz akşamı, öpüşmüş ayrılmışlar. Ve yükselmiş sevgi ile büyüyen siyah taş parçası. Ve göklere çıkmış sevgi ile büyüyen yıldız.

Sonra gökte kendisine göz kırpan yeşil yıldızı görmüş böcek. Birlikte konuşmuşlar bir süre. Ne kadar, narin ne kadar güzel bir yıldız diye düşünmüş. Yemyeşil gözleri varmış yıldızın. Kalbinde ki fırtınaları, sızlamaları yeniden hissetmiş. Yıldızın gözlerinden bir ateş kopmuş, kalbine düşmüş böceğin. Dayanamamış ve bu ateşin sersemliği ile uykuya dalmış. Rüyasında da yıldızı görmüş yine böcek. Birlikte uçsuz tepelerin birinden, diğerine koşmuşlar. Birlikte şarkılar söylemişler. Sabah olmuş uyanmış böcek. Siyah taşın güzelleşmesinden, gökleri aydınlatan bir yıldız olmasından kendisinin de mutlu olduğunu hissetmiş. Artık yerdeki taş parçasına aşık bir böcek yerine, göklerde yaşayan orman yeşili yıldızın yeşil gözlerine vurulan bir yıldız böceği varmış. İçi içine sığmıyormuş böceğin. Sabırsızlıkla akşamları beklemeye başlamış sonra. Uzun bitmeyen saatler geçmiş sonunda ve akşam kavuşturmuş böceği yıldızına. Akşam yine sohbet etmeye başlamışlar. Yıldız yaşadığı yerlerden, gördüğü ülkelerden bahsedermiş hep. Yıldız konuştukça , böcek onu hayran hayran izler, kalbindeki mutluluk ve sevinç ona şimdiye kadar hiç tatmadığı güzellikleri yaşatırmış. Ne kadar sıcak, ne kadar tatlı bir ses tonu. Ne kadar güzel bir sima ve ne kadar güzel bir yıldız bu. Benden uzak olsa bile kalbime aşkın sızılarını hissettirecek, neredeyse kalbimi parçalayacak kadar yakın. Sevgi ve aşk kavramın kendisine yaşatan yıldız. Böcek aşkının gitgide daha da çok büyüdüğünü, artık yıldızından başka bir şey düşünemediğini, yıldızından başka bir şey görmediğini düşünmüş. Ama sevinmiş yinede. Kalbindeki sızı sanki yıldızın bir parçasıymış, sanki bu sızı yıldızın kalbinde hapsettiği saçlarının teliymiş. Ve bu sızı, bu aşk taşları yıldız yapan şeymiş.

Aradan günler, haftalar aylar geçmiş sonra. Artık nedense yıldız kendisiyle eskisi gibi konuşmaz olmaya başlamış. Konuşuyormuş ama eskisi kadar sevgi dolu değilmiş. Konuşuyormuş ama eskisi kadar samimi değilmiş. Ama böceğin sevgisi artık doruk noktasına ulaşmış, böceğe acı veriyormuş. Hem de dayanılması zor bir acı. Yıldızı düşündükçe kalbinde ki yangının daha da büyüdüğünü, alevlerin vücudunun her bir hücresini sardığını görmüş.

Aradan günler, haftalar aylar geçmiş sonra. Yıldızı görmeyeli haftalar olmuş. Böcek günlerce gözünü ayırmadan izlemiş gökyüzünü. Bir dakika uyumamış, başını yere eğmemiş. Ama yokmuş yıldızı. Sonra hatırlamış yıldızın bahsettiği yeni arkadaşını. Belki de o yeni tanıştığı yıldızla başka bir galaksiyle gitmişlerdir diye düşünmüş. Sonra hatırlamış göklerde milyonlarca yıldız olduğunu. Sonra hatırlamış kendisinin sadece bir böcek olduğunu.

Aradan günler, haftalar aylar geçmiş sonra. Bir kart düşmüş göklerden. Yıldızın evleneceğini okumuş sonra. Düğünleri gökte olacakmış. Böcek yıkılmış olduğu yerde. Dayanamamış düşmüş yere ansızın. Böcekte yıldız olmak istemiş sonra. Ama dayanamamış, dizleri tutmamış, kanatları uçmamış. Böcek çıkamamış göklere. Çıkmak istememiş nedense.

Sonra saniyeler kopmuş tek tek geceden. Gecenin parıldayan yıldızların bir demet ışığı daha okşamış yıldız böceğinin saçlarını. Ama yokmuş kendi yıldızı nedense. Böcek bakamaz olmuş göklere. Bakarsa yıldızını göreceğinden korkmuşta bakamamış. Yıldızın sevgisi sığmamış kalbine, böceğin kalbinde saklamayacak kadar büyük yıldızın aşkı, yıldızın aydınlığı yansımış böceğin vücudunun her zerresinden.

Yıldızı unutamayacağı için ölmek istemiş böcek. Ölümlerin en acısını istemiş. Ateşe koşan kelebeklerin peşine takılmış ölüm yanardağına girmiş. Gözünü kırpmadan atmış kendini bir ateşe. Ölürken bir ışık çıkmış vücudundan. Dağlar taşlar, denizler, ormanlar aydınlanmış biran.
Sonra bir duman yükselmiş göklere. Ama kimse duymamış, bilmemiş bir böceğin öldüğünü…..
 
Görünüş

Zamanında bir kaplumbağa, kabuğundan
hiç ama hiç memnun değilmiş.
“Bu kaba,bu çirkin kabuğa sahip olmak olacak kadar ne günahım vardı Tanrım” diye hayıflanırmış.
Otların arasında nazlı, nazlı yürüyen rengarenk,sanki eski Yunanlı bir heykeltıraşın elinden çıkmış gibi bir kabuğa sahip salyangozu gördükçe kıskançlıkla karışık bir üzüntü hissedermiş.
“Şu yaratığın yerinde olsaydım keşke,bir ona bak bir de bana,Tanrım neden bu kadar çirkinim ben”diye söylenirmiş.
Yine bir yaz günü kibirli salyangoz ve üzgün kaplumbağa güneşlenirken gökyüzünde bir nokta belirmiş.Nokta büyümüş, büyümüş ve bir kartala dönüşmüş.
Kartal salyangozu kaptığı gibi havalanmış, bir taşın üzerine konmuş.Bir gaga vuruşu ile kabuğunu kırıp içindeki salyangozu afiyetle yemiş.
Çirkin kaplumbağa sindiği yerden tüm olayı en ince detayına kadar izlemiş.Derin bir “oh”çekmiş.
“Şükürler olsun Tanrım “demiş.”İyi ki beni böyle yaratmışsın,iyi ki kalın ve kaba bir kabuğum var.Yoksa salyangozun başına gelenler benim de başıma gelebilirdi.”
Salına ,salına gururla otların arasından ormana doğru yürümüş gitmiş.

“Kendi özelliklerimizden habersiz, başkalarına özenmekle nelerimizi kaybetmiyoruz ki”
 
Döngü


Çok eski zamnalarda Meksikalı bir adam göl kıyısında balık tutarken yanına bir Amerikalı yaklaşır.
-- Merhaba, nasılsınız?
--Teşekkurlerr iyiyim,der Meksikalı.
Bu ikili arasında havadan sudan bir muhabbet gelişir ve gittikçe koyulaşır.
Amerikalı birden heyecanla;
--Sen akıllı bir adamsın, neden başka işler yapmıyorsun? Bakıyorum da balık sepetin dolu. Burada bir dükkan açıp balık satışı yapabilirsin. Sonra işi ilerletir balıkçılık malzemeleri satarsın. Eğer hersey yolunda giderse, su ürünleri işletmeciliği yapar koca bir fabrika sahibi olursun. Newyork'da ofis bile açabilirsin.
Meksikalı heyecanla dinler,
--Başka?
-- Çok paran olur,saygın olursun sonra geri donup buraya göl kıyısında balık tutarsın.
Meksikalı gülerek yanıtlar;
--İyi ama bütün bunları yapmasamda zaten ben burada balık tutuyorum ne gerek var...

 
Eski Bir İbrani Hikayesi


Bir zamanlar dağda, kızgın güneşin altında, mermer taşlarını yontmaktan bezmiş bir mermer yontucusu varmış...

"Bu hayattan bıktım artık. Yontmak!.. Devamlı mermer yontmak...Öldüm artık!..

Üstelik bir de bu güneş, hep bu yakıcı güneş! AH! Onun yerinde olmayı ne kadar çok isterdim, orada yükseklerde herşeye hakim olacaktım, ışınlarımla etrafı aydınlatacaktım.'' diye söylenip durur yontucu...

Bir mucize eseri olarak dileği kabul olunur ve yontucu o an güneş olur.

Dileği kabul edildiği için cok mutludur. Fakat tam ışınlarını etrafa yaymaya hazırlandığı sırada ışınlarının bulutlar tarafından engellendiğini fark eder.

- "Basit bulutlar benim ışınlarımı kesecek kadar kuvvetli olduklarına göre benim güneş olmam neye yarar! diye isyan eder. Mademki bulutlar güneşten daha kudretli bulut olmayı tercih ederim.'

O zaman hemen bulut olur. Dünyanın üzerinde uçuşmaya başlar, oradan oraya koşuşur, yağmur yağdırır fakat birdenbire rüzgar çıkar ve bulutları dağıtır...

- "Ah, rüzgar geldi ve beni dağıttı, demek ki en kuvvetlisi o öyleyse ben rüzgar olmak istiyorum.''diye karar verir...

Ve dünyanın üzerinde eser durur, fırtınalar estirir, tayfunlar meydana getirir. Fakat birdenbire önünde kocaman bir duvarın ona mani olduğunu görür. Çok yüksek ve çok sağlam bir duvar. Bu bir dağdır...

- ''Basit bir dağ beni durdurmaya yettiğine göre benim rüzgar olmam neye yarar.'' der. O zaman dağ olur.

Ve o anda bir şeyin ona durmadan vurduğunu hisseder. Kendinden daha güçlü olan şey, onu içinden oyan bir mermer yontucusudur..
 
Affın Erdemi



Bir gün trenle seyahat eden birisi tesadüfen son derece huzursuz olan genç bir adamın yanına oturmuş. Bir sure sonra , genç adam , uzak bir hapishaneden henüz çıkmış bir mahkum olduğunu açıklamış. Mahkumiyeti ailesine o kadar utanç vermiş ki , ne ziyaretine gelmişler , ne de bir mektup yollamışlar. Ama fakir oldukları için seyahat edemediklerini , cahil oldukları için mektup yazamadıklarını umuyor ; her şeye rağmen kendisini affetmiş olmalarını hayal ediyormuş.

Ailesinin işini kolaylaştırmak için , kendilerine mektup yazıp tren kasabanın eteklerindeki çiftliklerinden geçerken bir işaret koymalarını söylemiş. Ailesi kendisini affetmişse , raylara yakın bir elma ağacına beyaz bir kurdele bağlayacaklarmış. Eğer kendisinin geri dönmesini istemiyorlarsa , hiç bir şey yapmayacaklar , o da trende kalıp Batıya gidecek , belki de bir serseri olacakmış.

Tren , kasabasına yaklaşırken heyecanı o kadar artmış ki , pencereden dışarı bakmaya cesaret edemiyormuş. Kompartıman arkadaşı kendisiyle yer değiştirip onun yerine elma ağacına bakacağını söylemiş.
Bir dakika sonra elini genç mahkumun koluna koymuş ,
“ Şuraya bak ” demiş. Göz pınarlarında biriken yaşlarla gözleri parlıyormuş. “ Her şey yolunda , bütün ağaç bembeyaz kurdelalarla bezenmiş ”.

O anda bir ömrü zehirleyen tüm acılar , adeta , birden dağılmış , kaybolmuş.

"Affetmezseniz sevemezsiniz.
Sevgisiz hayat ise anlamsızdır"
 
Geri
Üst