AB Genişleme Sürecinde Adayların Değerlendirilmesi - Kemal İnanç Işıklar

0
EXE RANK

muzaffer19

Fexe Kullanıcısı
Puanları 0
Çözümler 0
Katılım
30 Ocak 2011
Mesajlar
7
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
muzaffer19
Avrupa Birliği’ne tam üye olmak, hem aday ülkenin, hem de Avrupa Birliği kurumlarının katılımının zorunlu olduğu bazı hukuki prosedürlerin tamamlanmasını gerektirmektedir. Birliğin “yürütme organı” veya “icracı sekreteryası” olarak anılan Avrupa Komisyonu, aday devletlerin içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve siyasi şartların göstergelerini detaylı bir şekilde gözlemler, özellikle genişleme için belirlenmiş temel kriterler olan Kopenhag Kriterleri ile uyumluluğunu inceler ve bu bilgileri rapor halinde ilgili diğer kurumlara sunar. 1997’de bu konudaki gözlemlerini ilk kez Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri için yapan Komisyon, Birliğin genişleme süreci ve perspektifleri üzerine değerlendirmelerini içeren bir raporu “Gündem 2000” adı ile duyurmuştur. Birlik tarafından üyelik için belirlenen kriterler, Komisyon araştırmalarının değerlendirmelerinin yer aldığı teknik bilgi raporları ve aday ülkelerin AB katılım sürecinde topluluk müktesebatına uyum için ne gibi hukuki düzenlemeler yaptıklarını da içeren düzenli raporlar ışığında ilgili kararlar verilmektedir.
AB Üyeliği için aday olan ülkenin :
1. Demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve azınlık haklarına saygı ve korumayı garanti eden kurumların istikrarını sağlamış olmasını,
2. İşleyen bir piyasa ekonomisine ve Birliğin rekabetçi baskısına ve piyasa güçlerine dayanma kapasitesine,
3. Siyasi, ekonomik ve parasal birlik hedeflerine bağlılık dahil üyelik yükümlülüklerini üstlenme yeteneğine sahip olmasını,
gerektirmektedir.
Avrupa Birliği’ne aday olan tüm ülkeler için yukarıdaki temel şartları kapsayan Kophenhag Kriterleri doğrultusunda yerine getirilecek temel kısa ve orta vadeli öncelikleri belirten ve AB tarafından hazırlanan tek taraflı metinlerden oluşan Katılım Ortaklığı Belgeleri hazırlanır. Aday ülkeler Katılım Belgesi içerisinde yer alan önceliklerin yerine getirilmesi için anayasa ve kanunlarda yapılması gereken değişiklikleri ve bu amaçla yasal düzenlemelerin yürürlüğe konması için nasıl bir yol izleneceğini ortaya koydukları Ulusal Program’ları hazırlarlar.
Avrupa Birliği aday ülkelere olan ilişkilerinde farklı yaklaşımlar benimseyebilmektedir. ODAÜ (Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleri) ile Ortaklık Konseyi Kararları, Türkiye, Malta ve Kıbrıs Rum Kesimi ile ikili anlaşmalar çerçevesinde fiili katılım sürecini yürütmektedir.
Kriterlerin uygulama ve değerlendirme aşamalarında aday ülkelerin farklı ve eşitsiz biçimde ele alındığı konusu yaygın bir görüştür. Buna karşın tarihsel boyutu ile, topluluğun kendi içerisinde dinamik ve değişken bir yapı özelliği taşıması nedeni ile zaman içerisinde farklılaşmaların olağan karşılanması savunulmaktadır. Kopenhag’da belirlenen kriterlerin Kopenhag’dan önce üyeliğe kabul edilen ülkelerde aranmamış olması tarihsel dinamizm ve 1995 yılında üyeliğe kabul edilen ülkelerin Kopenhag’da ifade edilen değerleri zaten fazlasıyla bünyelerinde taşıdıkları şeklinde izah edilmektedir. Kopenhag Kriterleri’nin son genişlemenin öngördüğü ODAÜ’ne yönelik olduğunun altı çizilmektedir. Türkiye’nin istikrarsız ve tam demokratik olmayan yapısı nedeniyle bu kriterlere tabi tutulduğu belirtilmektedir. AB’nin yorumu bu yöndedir. 1963’ten beri (44 yıl) aday ülke statüsünde bulunan Türkiye’nin, büyük çoğunluğu sosyalist demirperde üyesi ülkelerin oluşturduğu ve AB’ye daha dün sayılabilecek bir süre önce başvuran ODAÜ ile bu şekilde kıyaslanması, hatta ODAÜ’nin gerisinde bırakılması AB’nin Türkiye hakkındaki nihai kararının açık yansımasıdır. Oysaki, Türkiye çok partili demokrasi rejimini, serbest Pazar ekonomisini, demokratik hukuk devleti anlayışını içerisinde bulunduğu çağın şartlarına ve jeopolitik yapısının gereklerine göre sürdürmenin mücadelesini 50 yıldır vermekte olan, NATO üyesi ve Batı müttefiki olan bir ülkedir. Temmuz 1997 Reflection Paper’da belirtildiği üzere Türkiye ekonomik liberalizm açısından 10 Merkezi Doğu Avrupa ülkesinden çok daha iyi bir geçmişe ve performansa sahip olduğu bir gerçektir. Karşılaştırmalı olarak ele alındığı zaman kuruluşunda ekonomik bir birlik olan AB’nin, üyelik görüşmelerinde siyasi düşünüp karar verdiği açık olarak ortadadır. 1960 Londra Anlaşması’na göre Türkiye’nin üye olmadığı herhangi bir uluslararası örgütlenmeye angaje olamayacağı hukuken açık olan Kıbrıs Rum Yönetimi, AB tarafından Türkiye’nin görüşleri dikkate alınmadan, Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında üye yapılmaktadır. Barış gücü adı verilen uluslar arası bir askeri birliğin güvenliğini sağladığı ve devlet olmanın minimum gereğini yerine getiremeyen Kıbrıs Rum Yönetimi, AB’nin Akdeniz stratejisi ve Avrupa Acil Müdahale Gücü Stratejisi (ve NATO güçlerinin Avrupa’dan dışlanması) kapsamında siyasi bir karar ile tarafsızlığını ve uluslararası hukuku ayaklar altına almaktadır. Kıbrıs Rum Yönetimi’nin devlet olarak kabul edilse bile, Türklerin idari olarak Kıbrıs Cumhuriyeti yönetiminde oransal söz hakları ve veto hakları olduğu, ve bu hakların hiçbir suretle kullanılmamakta olduğu gözlerden kaçmış gibi görülmektedir. AB Kıbrıs sorununun çözülmesini Türkiye’nin üyelik sürecinin önüne siyasi kriter olarak koyarken, sorunun diğer muhatabı Rum Yönetimi için böyle bir ön koşul belirtmemektedir. (Bugün (19.11.2002) itibarı ile Hollanda Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan ve görüşmek üzere Avrupa Parlamentosu’na sunulan raporda Kıbrıs Rum Kesimi’nin bu hali ile AB’ye alınmasına karşı çıkıldı.) Nitekim Helsinki Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nde Türkiye’nin önüne Kıbrıs ve Ege (Yunanistan’ın uluslar arası anlaşmalara aykırı olarak 12 mil talebinden kaynaklanan sorun) meselelerinin çözümünün ön şart olduğunun altı çizilmektedir. Kıbrıs’a barış getiren Türk Ordusu’nu “işgal gücü” olarak kabul etmek suretiyle meseleye çözüm getireceğini iddia eden AB, Katılım Ortaklığı Belgesi’nin “Kısa ve Orta Vadeli Beklentiler” bölümünde benzer isteklerini sıralamaktadır. (Anadilde yayın, DGM’ler, MGK, İnsan Hakları uygulamaları, İdam cezası, Güneydoğu, OHAL, Merkez Bankası gibi)
Sonuç olarak Helsinki Zirvesi’nde kabul edilen Komisyon raporunun ilgili maddesi aşağıdaki ifadesi ile AB üyelik sürecinin tek taraflı tutumunun nasıl algılanması gerektiğine açıklık getirmektedir:
“Aday ülke, kendisinden AB’nin istediği tüm talepleri yerine getirmiş olsa bile, adayın AB içine alınması AB içinde sorun yaratıyorsa, aday AB’ye alınmaz” Mevcut hali ile “take it, or leave it” anlamı taşıyan bu sürecin Türkiye’ye yönelik eşitsiz ve adaletsiz uygulamalarını gereksiz bir tepkisel savuma refleksi ile eleştirmek yerine, Norveç örneğinde de görüldüğü üzere “leave it” eyleminin de bir seçenek olduğunun entelektüel düzeyde tartışılmasının daha yerinde olacağını düşünmekteyim.
 
Geri
Üst