Bir Dönem Türkçe Kuran Tatışmaları

20
EXE RANK

OttoMaNs* ;яeiz

Fexe Kullanıcısı
Puanları 0
Çözümler 0
Katılım
20 Şub 2011
Mesajlar
32,869
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Web sitesi
www.netbilgini.com
OttoMaNs* ;яeiz
Bir Dönem Türkçe Kur'an Tartışmaları
A.Metin Bedri /YENİÜMİT DERGİSİ
"Entelijansiyanın yabancılaşması"
İkinci Meşrutiyet'in ilânının ilk dönemlerinde Kur'ân'ın Türkçe tercüme ve tefsiriyle alâkalı olarak gazete ve dergilerde ciddi bir münakaşa başlayınca, Mustafa Sabri Efendi ile Ahmed Midhat Efendi arasında önemli bir kalem mücadelesi baş göstermişti. Daha sonra, bu konuda bir çok makale ve kitaplar yazıldı. Seyyid Süleyman Tevfik el-Hüseynî (v. 1939), II. Abdülhamit dönenimde Kur'ân'ı Türkçe'ye çevirmiş ve fakat yayımlayamamış, Cumhuriyet'in ilânından sonra yayımlamıştır. Ubeydullah Efendi: "Biz Türkler örgün eğitimi yaygınlaştırmak için, öğretim metotlarını kendimize mahsus yolda düzenlemeye muhtacız. Fakat dini öğretmek ve anlamak için her halde Kur'ân ve hadisleri tamamıyla Türkçe'ye tercüme etmek mecburiyetindeyiz. İçimizde, dini Arapça öğrenmek isteyenlere kimse mani olamaz. Fakat dinin Arapça'ya inhisarını kesinlikle kabul edemeyiz. Dinin yalnız Arapça'ya inhisar edilmesinden dolayı, Arapça bilmeyip dinin hakikatlerini öğrenmek isteyenler Kur'ân'ı Fransızca'dan, İngilizce'den okuyup anlamaya çalışıyorlar." diyerek, bu konudaki hedef ve arzularını dile getirmiştir.2
Cemil Meriç'in, Volney ve Baron de Tott gibi "müseccel İslâm ve Türk düşmanlarının şâkirdi" olarak tanıttığı Münif Paşa, İmam-ı A'zam'a atıfla, Kur'ân'ın, her milletin kendi dilinde okunabileceğini savunur.3
Kur'ân'ın Türkçe'ye çevirisi ile ulusalcılık düşüncesi arasında sıkı bir irtibat kurmak isteyen çok kimse olmuş ve bu konuda kitaplar yazmışlardır. "Türkçe Ezan, Türkçe Namaz Farzdır." iddiaları da yine bu tip kitapların iddiaları içerisindedir. Kur'ân'daki sûre isimlerini dahi Türkçe'ye çevirme çevirme garabetine girilmiştir.
Cemil Meriç, yukarıda da geçtiği üzere, harflerimizin değiştirilmesi fikrinin batı kaynaklı olduğunu anlatır: "Harflerimizi değiştirmemizi ilk defa teklif eden İslâm düşmanı Volney'dir. Münif Paşa'nın hocasıdır. Dil davası yoktur; entelijansiyanın yabancılaşması, başkalaşması, düşmanlaşması vardır."4 Cemil Meriç'e göre Türkiye'de halk kendi kitaplarını, aydın ise Batı'nın kitaplarını okur ve Batılı Kur'ân'daki kelimelere tahammül edememiştir.5
Ziya Gökalp (1876-1924), türkçülüğü savunurken, din kitaplarının, hutbelerin, vaazların Türkçe olmasını istiyordu. Bunu da şu gerekçeye dayandırıyordu: "Bir millet dinî kitaplarını okuyup anlamazsa, dinin hakikî mahiyetini öğrenemez. İbadetten alınacak vecd de, ancak okunan duaların tamamıyla anlaşılmasına bağlıdır."6 Ziya Gökalp bu isteğini şiirle de dile getirir:
Bir ülke ki, câmiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manâsını namazdaki duanın...
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur'ân okunur,
Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Huda'nın;
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!7
Buna rağmen Ziya Gökalp, namazda okunan sûreleri, "Türkçe Kur'ân" talebinin dışında tutuyor, onların aslından okunması gerektiğini söylüyordu.8
Türkiye'de "Kur'ân'ın Türkçe tercümesi" ile ibadet meselesi tartışılırken, Muhammed Ferid Vecdi (ö. 1374/1954) ve Ahmed Mustafa el-Merâğî (ö. 1364/1945), Mısır'dan buna destek veriyorlardı. Merâğî, "harfî (motomot) terceme" ile ibadeti caiz görüyordu ki,9 böyle bir tercümenin değil Kur'ân için, herhangi bir kitap için bile mümkün olmadığı malûmdur.10 Cemil Meriç, "Bir düşünceyi ifade edecek çeşitli kelimeler arasında yalnız bir tanesi doğru, yalnız bir tanesi güzel, yalnız bir tanesi yerindedir. Üslûp demek, bu kelimeyi keşfetmek demektir." der.11 Türkçe'den Türkçe'ye dahi dengi dengine bir tercüme yapılamayacağını kaydeden Meriç, verdiği şu örneklerle bu fikrini destekler. "Bugünkü dilde "efrad-ı nâs"ın karşılığı yoktur. Efrad-ı nâs, "halk" değildir. Halk, mütecanis bir bütündür. Hem "hâdisat"ı, hem "vukuat"ı, hem "vekayi"i, "olay"la karşılamak tercüme değil, ihanettir. "Hafâyâ"nın Türkçesi "gizli şeyler". "Serair"in Türkçesi de "gizli şeyler". Ama "hafâyâ" başka, "serair" başkadır."12
Rafa kaldırılan deneme
Bir çok tartışmanın ardından Kur'ân, daha önce de bazı çevirileri yapılmış olmakla birlikte, 1931 nisanında yeniden Türkçe'ye çevrildi ve Türkçe açıklamalarıyla yayımlandı. 1932 yılı ocak ayında bu çeviriden alınma parça, ilk kez İstanbul'da bir camide açıkça okundu.13
Mustafa Kemal, Kur'ân'ın, özellikle namazda Türkçe okunmasını ısrarla istemiş ve fakat bunun nasıl komik bir durum ortaya çıkardığını görünce, meseleyi sonuna kadar takip etmemiştir. Onun maksadı, Kur'ân'a inanan ve O'nun arkasından giden Türklerin Kur'ân'ın muhtevasından haberdar olmalarıydı.14 1931 Ramazan'ının 15'inden itibaren, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Süleymaniye müezzini Hafız Kemal, Hafız Sadettin, Hafız Burhan, Hafız Fahri, Hafız Nuri, Hafız Yaşar, Hafız Zeki ve Sultan Selimli Hafız Rıza gibi hafızları saraya çağırmış ve onlara, "inkılâbımın son merhalesini siz yapacaksınız hafız beyler!" diye iltifat etmişti. Fakat buraya davet edilen hafızlar, Kur'ân ve ezanda ne türlü bir inkılâp olacağını henüz bilmiyorlardı. Bu durumu ayrıntılarıyla onlara Maarif Vekili Reşit Galip açıkladı: "Camilerde Türkçe Kur'ân okuyacaksınız. İşte size birer tane Kur'ân veriyoruz. Evet bu tercüme, belki iyi değildir. Çünkü Arapça'dan Fransızca'ya ve ondan da Türkçe'ye yapılmıştır. Bununla beraber, Ankara'da daha iyi bir Kur'ân tercümesi yaptırılmaktadır."15 Hangi hafızın nerede ve hangi sûrenin neresinden okuyacağı da özenle seçiliyordu ve bu liste bir gün önce gazetelere verilmişti. Hafız Rıza'nın dediğine göre, bu taksimatta kendine ikindi namazından sonra Beyazıt Camii'nde Kur'ân okuması söylenmişti. Hafız Rıza, camiye vardığında çok kalabalık bir cemaatin kendini beklediğini görür. Türkçe mensur bir Kur'ân ibaresini okuyacağı için çok heyecanlı olan hafız, bu işin pek yürüyemeyeceğini de önceden sezmiş gibi idi. Halkın meraklı bakışları arasında Kur'ân'ın Türkçe tercümesini okudu ama, orada bulunanların naklettiğine göre bu iş pek beğenilmemişti.
 
Daha sonra Mustafa Kemal'ın bizzat kendisi, Fatiha Sûresi'nin Türkçe tercümesini hafızların karşısında okudu ve onlar da bunu çok beğenmiş göründüler. Cumhurreisi, okuduğu şekilde, hazır bulunan hafızlardan, Ayasofya'da okumalarını istedi. Ayasofya'da kalabalık bir cemaat teravih namazını kıldıktan sonra Kur'ân'ın Türkçe tercümesi okundu. Hafızlar içinde en iyi Hafız Sadettin okumuş ve Cumhurresi de onun okuyuşunu beğenmişti.
Bu şekilde bir yıl Kur'ân'ın Türkçe tercümesini okuma egzersizi yapıldı ama halk, Kur'ân'ı aslî diliyle, anl***** da Türkçe olarak dinlemeyi daha münasip gördü. Hafız Sadettin, bu son durumu şöyle anlatıyor: "Bir gün Fatih Camii'nde Kur'ân'ı Arapça okuyup bitirdikten sonra cemaate hitaben: 'Dinlediğiniz sûrenin şimdi Türkçe anl***** okuyacağım!' dedim. Fâtır Sûresi'nin tercümesini okumağa başladım. Cemaat bu okuyuştan etkilenmiş ve memnun olmuştular. 'Hafız Efendi, biraz daha oku!' diyerek bu hitabet tarzında okuyuşun yerinde ve uygun olduğunu söylediler ve 'Allah razı olsun, dinimizi anladık, Allah ne buyurmuş öğrendik!' dediler." Hafız Sadettin'in ifadelerinden de anlaşılacağı üzere halk, Kur'ân'ın Arapça lâfızlarla okunmasını ve peşinden de Türkçe açıklamasının okunmasını beğenmiştir.
Kur'ân'ın Âl-i İmrân Sûresi 163. âyeti; Enfal Sûresi 47, 62 ve 67. âyetleri; Sâf Sûresi 4, 11, 12 ve 13. âyetleri; Âdiyât Sûresi'nin Türkçe mealleri, hitabet tarzında T.B.M.M'de de okunmuş ve takdir almıştır.
Kur'ân'ın Türkçe anl***** okuma tecrübelerine bizzat Mustafa Kemal de katılmıştır. Bir gün böyle bir toplantıda, Hafız Sadettin'den Nisa Sûresi'nin "kendileriyle evlenilmesi yasak edilen kadınlar"ın zikredildiği âyetin ve en tecmaû beyne'l-uhteyni illâ mâ kad selef; innallâhe kâne ğafûran rahîmâ (4:23) kısmının tercümesini okumasını ister. Fakat âyet, "İki hemşireyi nikâh etmeyiniz. Bir emir vaki olmuş ise Allah gafur ve rahimdir." şeklindedir. Burada Atatürk yüksek sesle: "Konya'ya git, orada karının hemşiresini bilmeden al, sonra da bir emir vaki oldu, Allah gafurdur ve rahimdir de ha! Bu bir ...dır!" der. Bu sözler ve bu anlayış üzerine herkes derin bir sessizliğe ve acı bir korkuya düşer. Hemen Hafız Sadettin ayağa kalkar: "Atatürk'üm. Burası yanlış tercüme edilmiştir, âyetin asıl manâsı şöyledir." der ve âyetin doğru anl***** verir: "İki hemşireyi bir zamanda nikâhınızda bulundurmayınız. Ancak birini bıraktıktan, yahut öldükten sonra ötekini alınız. Bir emir vaki olmuşsa değil, illâ mâ kad selef: yani, Kur'ân'ın nazil olduğu tarihten, İslâmiyet'ten önce vaki olan evlenmeler müstesnadır. Bunlardan dolayı Allah, sizleri muhatap tutmaz. Gafur ve Rahim olan Allah, bu müsaadesiyle bu özellikte bulunan birçok kadınların kocasız kalmasına yol açacak hareketi lütfen bağışlıyor, demektir." diye izahta bulunur. Atatürk bu açıklamayı sonuna kadar ciddî bir dikkatle dinler.16 Bu yanlış tercümeden dolayı, bu tür uygulamalara ara verilir.
Buradaki yanlış tercüme gibi, onu tashih adına Hafız Sadettin'in yaptığı açıklama da doğru değildir. Elmalılı Hamdi Yazır, buradaki "önce geçenler müstesnâ" ifadesini, önceki peygamberlerin şeriatındaki kural olarak anlar ve öyle tefsir eder. Çoğu âlimler, Hafız Sadettin'in söylediği gibi anlamışsa da, bu âyet indikten sonra, Hafız Sadettin'in zannettiği gibi, iki kız kardeşin nikâh altında tutulmaya devam edilebileceği neticesini çıkarmamış, âyet inmeden önceki evliliklerin sorumluluk sebebi olmayacağını, buna mukabil, âyet indikten sonra iki kız kardeşten birinin boşanması gerektiği sonucuna varmışlardır. İşte, başka dilde tercümelerin motamot yapılması mümkün olmadığı gibi, açıklama gerektirdiği ortadadır. Bu açıklamalar da, öncelikle Sünnet'e, Peygamber Efendimiz'in âyetleri nasıl anlayıp, nasıl uyguladığına dayanmak zorundadır. Gereken bu açıklamaların da tercüme değil, tefsire gireceği açıktır.
Burada dikkat çekilmesi gereken ikinci bir husus, Mustafa Kemal'in bu işi, mutlaka başarmak istediği ama buna ömrünün yetmediği iddiasının doğru olmadığıdır. O, bu işe 1931'de teşebbüs etmiş, bir yıllık denemelerin sonunda imkânsızlığını görünce de rafa kaldırmıştır. Ki, rafa kaldırdıktan sonra 6 yıl daha yaşamıştır. Nitekim, Nihat Sami Banarlı, "Atatürk böyle istiyordu veya böyle istemiyordu" diye, onun hatırasına yaslanarak bu konunun tekrar ele alınmanın hata olacağını söyler ve Atatürk'ün bu konudaki tavrını dile getirir. Bu konuda, onun önemli bir fikir ve sanat adamına -Yahya Kemal- danıştığını, onun da şu cevabı verdiğini kaydeder:
Paşam, Kur'ân bir ilim kitabı değil, bir iman kitabıdır. Müslüman Türk halkı O'nu söz olarak değil, ses olarak okur, anlayamadığı yerlerini de sesin tesiriyle hissetmeye alışmıştır.
 
Kur'ân'ın tercüme ve tefsiri, din âlimlerine ait bir mevzudur. Bin üç yüz bu kadar sene geniş bir dünyada inanılmış ve inanılmakta olan Kur'ân'ı, O'nu anlayamayanların elinde ziyan etmek doğru olmaz. Kur'ân üzerinde çalışmayı, Avrupaî ilimle mücehhez olarak yetiştireceğimiz din âlimlerimize bırakmalıyız.17
Yahya Kemal'in ezan ve Kur'ân hakkındaki mütalâası, onların aslıyla okunması yönündedir: "Ezan bir ses'tir. Minarelerden yükselerek, Müslümanların gönlüne dolan bir musikîdir. Ayasofya'da ilk defa hangi kelimelerle okunmuşsa, onu öyle muhafaza etmek lazımdır. Ezana bu sesi, bu musikîyi biz verdiğimiz için, bu ses millîdir."18
Kudret gazetesinin başyazarı ve Milli Eğitim eski bakanlarından Hikmet Bayur da Arapça ezan yasağının manâsızlığını savunanlardan biridir. Şevket Süreyya Aydemir de Atatürk'ün, bir çok mesele gibi, Kur'ân'ın Türkçe mealiyle namaz kılma projesinden vaz geçtiğini anlatır ve Afet İnan'dan Mustafa Kemal'in "Ben Luther olmayacağım," sözünü aktarır.19
Peyami Safa, Türk İnkılâbı'nda, gelenek arasında resmî kıymetlerin muhafaza edildiğini kaydediyor. Ona göre Türk İnkılâbı, dinî ananeler arasından, yalnız medenî inkişafa engel olan âdetleri tasfiye etmiş, ötekilere, gene lâiklik prensibinden dolayı, müdahaleyi düşünmemiştir. Bilâkis, bu ananeler arasında, Ramazan ve dinî bayramlar gibi resmî kıymetlerini muhafaza edenler bile vardır.20
Arapça Aleyhtarlığı ve İnönü dönemi
O dönemde Arapça aleyhtarlığı had safhada idi. Besim Atalay, "Âlemde en büyük mucize (tansu) Arapça gibi ilkel bir dille, Kur'ân-ı Kerim gibi yüksek belağati bulunan bir kitabın gelmiş olmasıdır." diyordu.21 Aynı zamanda, "Garibü'l-Kur'ân" ilminin ve bu konuda yazılan kitapların da bu maksatla ortaya çıktığını ileri sürüyordu.22 Oysa gerçek hiç de böyle değildi. Arapça, o zaman da yüksek bir lisandı. Kur'ân-ı Kerim, ona çok büyük katkıda bulunmuş ise de, yapısı, grametik oluşu, kelime ve kelime türetme zenginliği, telâffuzundaki musikî, harekelerin ve çekerlerin varlığı gibi sebeplerle, bir başka lisan Kur'ân'a dil olamazdı ve bugün de olamaz. Bu, açık ve ilmî bir dil gerçeğidir. Garîbü'l-Kur'ân ilmi de, Arapça sebebiyle vücud bulmamıştır. Kur'ân, alabildiğine engin, manâ içinde manâ bulunan bir kitaptır; Allah Kelâmı'dır. Hakkında sayısız kitap telif edilmiş, ilimler vücut bulmuştur. Çok ifadeleri, O, her zaman, her çağda, her seviyede hitap ettiği için, sembolik olmakla ve teşbih, temsil, mecaz, istiare gibi sanatlar ihtiva etmekte, elbette açıklanması gerekir. Garîbü'l-Kur'ân, bu maksatla doğmuş ilimlerden biridir; Arapça'nın yetersizliğinden değil, Kur'ân'ın belâğatinden kaynaklanmıştır.
İsmet İnönü döneminde de "Türkçe İbadet" ve "Türkçe Kur'ân" meselesi gündeme getirilmiştir. Bu dönemde, aynı zamanda Kur'ân adına talihsiz bir sürecin yaşandığı da tarihî bir vakıadır. CHP'nin 1945 yılında yapmış olduğu kurultayda alınan kararlar arasında, Kur'ân-ı Kerim'in Türkçe okunması, ibadet usûl ve zamanının yeniden tanzim edilmesi gibi "yeni" ve "değişik" kararlar alınır.23 Hasan Ali Yücel, "Türkçe Kur'ân" ve "Türkçe Resmi İbadet Dili" projelerini İnönü'ye kabul ettirmek konusundaki ısrarlarına rağmen, İnönü, bu işe yanaşmamıştır.24
İmam-ı A'zam Efendimiz ve Hanefîlerin nokta-i nazarı
Şüphesiz bu konuda birçok eser ve makale yazılmıştır. Bunların içinde en çok ses getireni, İsmail Hakkı İzmirli ile Şerafettin Yaltkaya'nın birlikte yazmış oldukları makaledir.
Bu ikilinin iddiasına göre, Hanefî imamlarına göre Kur'ân'ın nazmı/lâfzı aslî rükün olmayıp, manâya delâlet eden tercüme ile namazda kıraat caizdir. İmam A'zam'a göre Kur'ân-ı Kerim'i iyi okuyabilsin, iyi okuyamasın; kadir olsun, âciz olsun, her kim hakkında olursa olsun tercüme ile kıraat sahih ise de, İmameyn'e göre, ancak Kur'ân'ı okumaktan aciz olan kimse, tercümesiyle namaz kılabilir. İmam A'zam'ın diğer bir talebesi Nuh İbn Ebî Meryem'in (173/789) rivayetine göre İmam A'zam, daha sonra İmameyn'in görüşüne dönmüştür."25
Hemen hemen bütün köklü tartışmalara mesnet teşkil eden ana metin Serahsî'nin "el-Mebsût" adlı eserindedir. Burada kayıtlı bulunan metinde, İmam Azam'ın Kur'ân'ın bir başta dilde tercümesinin okunması yönündeki görüşüne baktığımızda, "yukrahu" kaydını görürüz ki, bu durumda İmam-ı A'zam, meselenin "mekruh" olduğunu ifade etmektedir. Fakat her nedense İsmail Hakkı İzmirli ile Şerafettin Yaltkaya, yazdıkları bu makalede konjonktürel davranmışlardır.
İğrenmek, tiksinmek vs. manâsındaki "kerahet" mastarından gelen ism-i mef'ul kipindeki "Mekruh" teriminin anlamı, İmam-ı A'zam'a göre "haram yakın olan şeydir"26 ve tercih edilen de budur.
İsmail Hakkı İzmirli ve onun gibi Kur'ân'ın Türkçe mealiyle namaz kılmayı caiz görenlerin fetvaları, Osman Keskioğlu gibi kimseler tarafından hararetle savunulup alkışlanırken27, çoğunluk tarafından çok sert eleştiriler almıştır.28 O kadar ki, bu tutum içinde olanlar, "İslâm'ın protestanları" olarak nitelenmişlerdir.29 Hattâ bu dönemde, Türkçe harflerle Kur'ân'ın yazılmasına da karşı çıkılmış ve bu konuda "Türk harfleri ile Kur'ân yazılabilir. İşte ben yazıyorum." diyen Şemseddin Günaltay, kınanmıştır.30 Burada çok ilgi çekici bir nokta vardır ki, bu tür tartışmalar, nedense hep askerî ihtilâllerden sonra olmaktadır. Sözünü ettiğimiz tartışma, 27 Mayıs'ın hemen arkasından gelmişti; şimdi de 28 Şubat "postmodern" darbesi sürecinde bulunuyoruz. Burada akla, ister istemez, "acaba ihtilâllere dayanılarak İslâm'a karşı daha öte tuzaklar mı kurulmak isteniyor?" sorusu gelmektedir.
Bir dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi'in yardımlığını yapan merhum Ahmed Hamdi Akseki bu konuda sıkıştırılmıştı. Kendisinden defalarca Türkçe ibadet için fetva istenmiş, fakat o vermemişti. Hikmet Bayur, kendisine, "Zat-ı âliniz Hanefî misiniz?" diye sorunca, o, "Müslümanım" cevabını vermişti. İsmail Hakkı İzmirli'nin fetvasını hatırlatılınca da, "Hocamdır ama, isteğe göre fetva verir." mukabelesinde bulunmuş,31 ardından da, Ebû Hanife'nin fetvasından döndüğünü söylemişti.
Fıkıh Usûlü kitaplarında, Kur'ân-ı Kerim'e Kur'ân hükmü verilebilmesi için bize tevatür yolu ile nakledilmiş olması şart koşulur ve şart olan bu tevatürde yazı da dahildir. Çünkü, Kur'ân'ın tarifi şöyle yapılmıştır: "Kur'ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'e indirilip, O'ndan tevatür yoluyla bize nakledilen ve mushafların iki kapağı arasında yazılı bulunan Arapça İlâhî Kitap'tır. Kur'ân hem lâfzın, hem de manânın ismidir." 32 İbn Haldun da ayni tarifi yapar.33
"Tevatür yolu ile nakledilen" ve "Arapça" tabirlerinden, tevatürle nakledilmeyen, yani Peygamber Efendimiz'den bu yana bütün Müslümanlarca kabul edilmiş Kur'ân olarak gelmeyen herhangi bir kitap "Kur'ân" sayılmayacağı gibi; Türkçe veya başka bir dille Kur'ân'ın olamayacağı anlamı çıkmaktadır. Hem, Kur'ân sözcüğü has bir lâfızdır ve az önce tarifi yapılan kitabı ifade etmektedir. Has bir lâfız ise, delâlet ettiği şeyi kesin bir tarzda ifade eder. Şu hâlde, Kur'ân lâfzının sair semavî kitaplara şümulü bulunmadığı gibi, Kur'ân tercümelerine de asla şümulü bulunmaz.
 
Mütevatir kıraatların dışında, İbn Mesud ve Ubey İbn Kâ'b gibi büyük ve bu sahada otorite olan sahabinin şâz rivayetleri ile elde edilen kıraatlerle bile namaz sahih sayılmazken, senedi belli olmayan ve İmam-ı A'zam'a atfedilen tek bir görüşe dayanarak nasıl caiz olur? Kaldı ki, Hanefîler, namazda Kur'ân'ın ve teşehhüdde dualarda, Kur'ân'dan ve Efendimiz'den sahih olarak nakledilen duaların dışındaki bir okumanın namazı bozacağı konusunda müttefiktirler ve bu konuda, diğer mezheplerden çok daha titizdirler. Kaldı ki, bir başka dilde okumaya cevaz versinler? İmam A'zam, sonradan dönmüş olmakla birlikte, baştan belli şartlara bağlı olarak şâz bir fetva vermiş bile olsa, bu fetvası münferit kalmış ve onunla amel edilmediği gibi, Hanefî Mezhebi'ne ait bir fetva ve kural olarak sayılmamış, sâir mezhepler, onların imamları ve bütün müçtehidler arasında benzer bir fetvaya, hattâ görüşe rastlanmamıştır.34
Ali Fuad Başgil, "İbadet dili" üzerinde durur. Ona göre, dinlerin kendilerine mahsus ve bünyelerinin mantığına uygun akideleri ve usûlleri olduğu gibi, birer de ibadet ve dua dili vardır. Bu dil, o dine mahsus olarak ve o dinin nasları ile asırlar içindeki teamülleriyle yerleşip kökleşir. Meselâ, Hıristiyanlık'ta Katolik kilisesinin ibadet dili Lâtince'dir. Müslümanlığın ibadet dili de Arapça'dır. Çünkü, İslâm'ın mukaddes kitabı olan Kur'ân, Arapça'dır. Müslüman ferdin ibadet hakkı, ibadeti İslâm dinince yerleşmiş olan usûl, âdâp ve lisan ile, yani Kur'ân diliyle yapabilmesini icap eder. İslâm Dini'ne mahsus ibadetlerin usûl, âdâp ve lisanı üzerine herhangi bir düşünce ile oynamak ve bunları gelişi güzel değiştirmeye kalkışmak ve meselâ "ezan"ı asırlardan beri Dünya'nın dört köşesinde günde beş defa okunduğu dilden başka bir lisanda okutmağa zorlamak, yalnız diyanete değil, aynı zamanda Müslüman vatandaşın ibadet ve dua hakkına da zalimce tecavüzdür.35 Görüldüğü gibi, meseleye çok ciddî bakan Ali Fuad Başgil, neticenin çok vahim olacağı uyarısında bulunuyor ve devamla şunları kaydediyor:
Tekrar edelim ki, İslâm'ın ibadet dili Kur'ân'dır. Kur'ân ise, kelimesi ve lâfzı ile, ruhu ve manâsı ile Kur'ân'dır. Tercüme Kur'ân, Kur'ân değildir ve tercüme Kur'ân ile yapılan ibadet, İslâmî ibadet değildir. Esasen Kur'ân'ı başka bir dile çevirmek hem imkânsızdır, hem de mânasız ve faydasızdır. Çünkü bu İlâhî Kitap, en sembolik bir müzikten ve en lirik bir şiirden daha ince bir zevk, bir manâ ve işaret taşımakta ve hiçbir lisanın ifade edemeyeceği kadar geniş ve zengin bir muhtevayı kucaklamaktadır. Kur'ân, ne "nazım"dır; ne de "nesir"dir. Bu İlâhî Kitab'ın dili ve ifade şekli, insanlara mahsus olan dillerin ve ifade şekillerinin hiç biri gibi değildir. Bunun içindir ki, Kur'ân'ın en kısa bir sûresi bile en namlı şâirler tarafından da taklit edilememiş ve onun bir benzeri ortaya konulamamıştır. Yine bunun içindir ki, âhir zaman Peygamberi'nin en büyük mucizesi Kur'ân-ı Kerim olmuştur. Alelâde bir şiirin bile yazıldığı dilden başka bir dile çevrilemediği herkesçe bilinen bir hakikat iken, Kur'ân gibi bir eserin bütün incelikleri ve İlâhî işaret ve delâletleriyle bir dile tercümesi elbette imkânsızdır. Hattâ yalnız imkânsız değil, hem de manâsız ve faydasızdır. Çünkü Kur'ân ne bir mektep kitabı, ne de bir laboratuar rehberidir. O, cana hitap eden İlâhî bir eserdir. Böyle bir eserin faydasını lâfzında ve tercümesinde değil, beşer âleminin her asır ve devirdeki inkişafına göre yapılacak tefsirinde aramalıdır. Hülâsa Kur'ân, Kur'ân olarak tercüme edilemez ve Kur'ân'ın tercümesi Kur'ân olmaz. Kabul etmelidir ki, din, insanları idare eden kuvvet ve müesseseler arasında, en çok köklü, maziye de dayanan ve esaslarında muhafazakâr olan bir kuvvet ve müessesedir. Fakat bu keyfiyet din için bir noksan değil, bilâkis bir meziyettir. Her an değişen insan arzu ve fantezileri yanında dinin manevî ve içtimaî kıymeti muhafazakârlığında ve bu sayede hayata huzur ve istikrar vermesindedir. İlim ve felsefe, değişir. Din ise, esaslarında sabittir, değişmez. Dinin ilim ve felsefeden farklı olduğu noktalardan biri de budur. Bununla birlikte, o hiçbir yeniliği kabul etmez demek istemiyorum. Müslümanlığın amel ahkâmında, içtihaden yenilik yapmak daima mümkündür. Ancak esaslı akidelere ve nassın sarahati karşısında içtihat cereyan etmez. İçtihadın mümkün olduğu yerlerde, bunun ilmî ehliyeti ve dinî salâbeti ammece sabit olmuş otoriteler tarafından ve dinde yerleşmiş içtihat kaidelerine uygun olarak yapılması şarttır. Bunun aksine, her rastgelenin, hususiyle politika adamlarının, din meselelerine karışmaları, bilmedikleri bu işlere el sürmeleri manâsızdır.36
 
Geri
Üst