Felsefik Hikayeler ve Deyişler

15
EXE RANK

-AUXERRE. `

Fexe Kullanıcısı
Puanları 0
Çözümler 0
Katılım
1 Ara 2009
Mesajlar
15,286
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
-AUXERRE. `
Eminmisiniz

Yağmurun birgün dinmeyeceğinden, hiç bitmez görünen
hayat ırmağının birgün kurumayacağından, sizi alıp
diyardan diyara gezdiren rüzgârın duruvermeyeceğinden.
Emin misin ?

"Ben olmazsam olmaz" dediğiniz işlerin asla sizsiz
yapılamayacağından
Emin misiniz ?

Size uzanan ellerin hep yanında olacağından, yüreğinizi
verdiklerinizinbirgün sırtlarını dönüp gitmeyeceğinden.
Emin misin ?

Size hep açık duran kapıların birgün
kapanmayacağından ve şaşırıp kalmayacağınınızdan.
Emin misiniz ?

Güzel bir hayat yaşadığınızdan,
yapabileceğiniz herşeyi yaptığınızdan.
Emin misiniz?

Bütün bunlar için bir kere daha fırsatınız olacağından.
Sahiden emin misiniz ?
 
Yer yön yol

[FONT=Franklin ***hic Medium]Yol, kendine bir yer bulamamış
kişinin özlemidir.

Kendi yerini yerleşiklikte
bulamayan kişi,
onu yolculukta arar.

Nasıl, bir yer, bir yolun başı ya da sonu;
bir yol da, bir yerden önceki ya da sonraki
bir durumsa — kişinin durumu da,
hep, öyle, ya da, böyledir...


Yerini yitiren kişi,
yola çıkmak zorundadır.

Yola çıkan kişi, yeni bir yer arıyordur
— ama yola hep bir (eski) yerden
çıkıldığını da unutmaz : her varılan yerin de
(yeniden) bir yola çıkış yeri olabileceğini...

Yabancılığını kalıcı kılmak isteyen kişinin,
yerleşikliğinden rahatsız olması gerekir;
ve tersi : yerleşikliğinden rahatsızlık duyan
kişinin, kalıcı bir yabancılık bulması...


Yerleşiklik, herbir yandan bağlandığımız,
hepsi de gergin zincirlerin verdiği bir
dinginliktir ancak — yani, bir sıkı
kölelik...

Ama, "mutlak kölelik" dışında, her kölelik,
köleye devinimde bulunduğu izlenimini verecek
kadar gevşek tutar onun zincirlerini
— gerginlik, zincirden zincir olarak
uzaklaşma çabasıyla belirir;
böylece de kişi, çok devingen olduğu,
sürekli etkinlikte bulunduğunu sandığı
bir edilgenlik, bir sürüklenme içinde
yuvarlanıp — gitmez...

Yerleşiklikten rahatsız olan kişinin
gezginlikte aradığı, aslında,
yerleşebileceği bir yerdir: Düzenini
bozarak gezginliğe çıkan kişi, kendi
düzeninin peşine düşmüştür.


Gezginlik de, öte yandan, hiçbir bağlantı
taşımaksızın, salt gezmek için gezmek haline
gelebilir rahatlıkla, kolayca
— bu kez de tam bir boşluk...

Zincirlerin —gergin ya da gevşek—
tam yokluğu da,
boşluğa köle olmaktır.

Köleliğe tek çare, herhalde,
zincirlerini koparmak ve zincirsiz kalmak
değil,
kendi zincirlerini kendisi yapmış,
kendisi kendi ayaklarına takmış, bağlamış
olmaktır — özgürlük de budur... (Hani,
"kendi kendisinin efendisi olmak"tan
söz edilir ya...)

Düşüncenin devinimi, düşünen kişinin devinmesidir
ancak — onunla gerçekleşebilir ancak:
Yerleşik kişinin düşünceleri de durağan olur.

Çünkü, içinde yeniye yer bırakmayan
bir 'düzenliliği' yaşayan kişi, aslında,
üst anlamda bir düzensizlik yaşıyordur
— içinde yeniye yer tanımayan bir 'düzen',
eskinin düzensiz karışımlarından başka bir
yere ulaşamaz.

Her an ayrıyı, aykırıyı, yeniyi yaşayan kişi,
düzenli bir yaşam yaşıyordur.


İnsanlar ne sanıyorlar ki 'düzen'i
— kendi dar, çarpık açılarından bakarak :
sabah-akşam, gidiş-gelişlerini 'düzenleyen'
bir 'seyrüsefer nizamnamesi' mi?! — Oysa,
asıl düzen, düzensizlikten çıkarak
düzene ulaşmağa çabalayan bir düzenleme
uğraşısında bulunabilir ancak.

'Verilmiş', 'varolan' düzen,
yoz bir düzensizlik biçimidir.
yer,yön ve yol

[/FONT]

[FONT=Franklin ***hic Medium]Düzenlilik gereksinmesinden
—yani, düzensizlikten— çıkmayan
'düzen', beş para etmez, düzen olarak...


Kişi, yoldaş diye,
ancak kendi ulaşabildiği yerlere varabilecek,
daha ileriye yürüyemeyecek kişiler seçiyorsa,
kendisi de duruyor demektir... (Oysa:
"...daß Andere *** aufnehmen
und fortsetzen ... mögen ... kommen
und weiterfliegen ...
und es besser machen ...")

Bir yerde ('bir süre için' diyerek)
dinelen kişi için en büyük tehlike,
o yere yakınlık duyması; o yeri,
bütün yollarının sonu,
bütün yönlerinin ereği sayması;
yerleşebileceği bir yer saymasıdır
— en büyük tehlike, huzurlu yerdir:-
Mezardır orası...

Her bir yorgun yolcunun dineldiği yer,
dinlenmiş bir yolcunun yola çıktığı yerdir.


Kendine yeni bir yol arayan kişi, önce,
kendinden önce yürünmüş yollara bir bakar
— kendi yürümek isteyebileceği yola benzer
bir yol bulmak için; çoğunlukla da bulur —
ama, acaba, o bulduğu yol(lar),
tam da bulduğu yol(lar) olarak,
kendi aradığı yola aykırı değil mi? —
Yeni bir yol aramıyor muydu, arayan kişi
— ne işi var öyleyse, eski (yürünmüş)
yollarda?!

Belirli bir yol arayan kişi için en büyük
tehlike, o yolu bir yerde durarak, 'bakarak'
arayabileceğini (hatta, bulabileceğini)
sanmasıdır — çünkü, yollar bulunmaz:
yürünür; yerlerde ise, olsa olsa, durulur
— onlar, bulunur; artık, yürünmez...

Yola çıkacak kişinin aşması gereken
ilk ve en önemli engel,
kendi yerleşikliğidir :
kendi yeri
— kendisidir...[/FONT]
 
Ateş Yakana Kılavuz

[FONT=Franklin ***hic Medium]1.[/FONT][FONT=Franklin ***hic Medium]
En son, en kalın odunu yakarsın.

2.
Deniz'in taşıdıklarını da kesip kesip yakmıştın,
o birzamanların şimdi uzakta kalmış ocağında —
ne kalır ki, geriye?...

3.
Ateşinin dumanını da biriktirirsin——

4.
Herşeyden önce unutmaman gereken,
ateşinin hiçbirzaman tek bir düzeyde yanmadığıdır :
ateşin, ya harlanma içinde ya da sönme içindedir —
ya yükseliş, ya iniş…

5.
Ateş, yanmakta olan odunlarla değil,
yeni yanmağa başlayan odunlarla yanar.
Hep yakacak yeni odunlar bulan ateş, yükseliş içindedir;
yalnızca eski —yanan— odunları olan ateş,
inişe geçer.

6.
Yanan odunlar tüten odunların dumanını da yakarlar.

7.
Yanamayan odun, tüter.

Ateşin, bazen, yalnızca tüter : yanamamaktadır…

Dikkat etmen gereken, ateşe yanyana ve üstüste koyduğun odunların
biribirlerine olabildiği kadar yakın olmaları; ama hiçbirzaman
bitişik ve binişik olmamalarıdır : ateşi yakan, ısı olduğu kadar,
havadır — belki daha da çok…

8.
Ateşin tütüyorsa, bil ki birşeyleri yanlış yapıyorsun.

9.
Tek bir odunu yakamazsın : odunlar ancak başka odunlar
yanıyorsa, yanar — her bir odunun yanması, öteki her bir
odunun yanmasına bağlıdır : hepsi için ayrı ayrı; ve,
hepsi birlikte, karşılıklı…

10.
Alttaki odunun yanması, üstünde yanmaya başlamış bir odunun
bulunmasına — ve üstteki odunun yanması, altında yanmakta olan
bir odunun bulunmasına, bağlıdır.

Odunlar yalnız yanmazlar.

11.
Ateşini yakmağa başlarken, çıra parçalarını çok dikkatli
kullanmalısın : fazla koyarsan, ya gereksizce büyük alevler
elde edersin, ya da yanamayan çıra parçalarındaki reçinenin
tütmesine yol açarsın; az koyarsan, hem kalın odunları
tutuşturacak kadar alevin olmaz, hem de, yanamayan odunlar
tütmeğe başlarlar — tam ölçüsünü, tam yerini, tam zamanını
bulmalısın, ateşini yakmağa başlarken.

12.
Ateş, bir kez yanmağa başlayınca, senin denetiminden
çıkar gibi olur — ama, unutmamalısın ki, kendi haline
bırakılan ateş, gerçi, koşullar uygunsa, harlar; ama,
kısa zamanda, yakabileceklerini yakarak, tükenme sürecine
girer: Ateşin ilk niteliği yayılmaksa, son niteliği de, tükenmektir.

Bu yüzden, ateşini 'beslemen' gerekir : tam zamanında, tam yerine,
yeni yanacak odunlar koyman; belirli bir yanı tükenmeğe
yüztutmuş odunları biribirlerine göre çevirmen; yanamayarak
tütmeğe başlamış odunları yanabilecekleri bir konuma getirmen
— bir sürü düzenleme, ayarlama…

Ateşini kendi haline bırakamazsın — bırakırsan, tükenip söner…

Ateşinden sorumlusun.[/FONT]
 
[FONT=Franklin ***hic Medium]Hayatı tersine yaşamak[/FONT]

[align=center]Hayat tersine yaşanmalıydı bence..
Önce ölümü savuşturmalıydık başımızdan.
Yirmi yılımızı huzurevinde geçirip,
Çok gençleştiğimiz için atılmalıydık.
Altın bir saatimiz olduktan sonra işe başlamalıydık
Kırk yıl çalışmalıydık, ta ki emekliliğin tadını
çıkarabilecek denli gençleştiğimiz güne kadar.
Üniversiteye gitmeliydik sonra, liseye hazır hale
gelinceye dek PARTİ yapmalıydık.
İyice ufalmalıydık, oyun oynayıp sorumlulukları unutmalıydık...
Küçük bir kız ya da erkek bebek olunca annemize
dönmeli, son dokuz ayımızı yüzerek geçirmeli,
ve.. sevgi dolu bir bakışta son bulmalıydık.

Norman GLASS
[/align]
 
[align=center]Gül Yaprağı
[/align]
Uzakdoğu’da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli olan incelik, anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.

Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı, kapıda öylece durdu ve bekledi. Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak veya çan, zil yoktu. Bir süre sonra kapı açıldı. İçerideki budist rahip, kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı.

Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu. Budist bir süre kayboldu. Sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı. Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.

Yabancı, tapınağın bahçesine döndü. Aldığı bir gül yaprağını kabin içindeki suyun üstüne bıraktı. Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı içerideki budist rahip saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.

ewet sizce zaman ayıramadıgımız yada sadece zaman diil herhangi bir biçimde hayatımızda

yer edinebilecek ama bizim izin wermediğimiz neler war.dışarıda çok fazla gül oldugunu unutmamak lazım dimi?
 
Dünyanın en güzel adını taşıyan tablo





Dünyanın En

Güzel Adını

Taşıyan Tablo



•John Minum- The World of Art•



Tabloları ile ün yapmış bir ressam, günün birinde en güzel yapıtını yapmaya karar verdi. Konu bulmak için kent dışında dolaşmaya çıktı. Ressamı tanıyan biri, “Böyle nereye gidiyorsun, dostum?” diye sordu.

Ressam, “Bilmiyorum, dünyanın en güzel şeyinin resmini yapmak istiyorum” diye yanıt verdi. “Belki siz dünyanın en güzel şeyinin ne olduğunu söyleyebilirsiniz.”

Adam biraz düşündükten sonra, “Kolay” dedi. “Dünyanın neresine giderseniz gidin, en güzel şeyin inanç olduğunu göreceksiniz.”

Ressam yanıt vermeden yoluna devam etti. Daha sonra çok saygı duyduğu bir adama rastladı. Ona dünyanın en güzel şeyinin ne olabileceğini sordu. İkinci adam da bir süre düşündükten sonra şunları söyledi:

“Dünyanın en güzel şeyi aşktır. Yoksulları zenginleştiren, gözyaşlarını tatlılaştıran, azı çok yapan o değil midir? Aşksız hiçbir şey güzel olamaz.”

Ressam dünyanın en güzel şeyini aramaya devam etti. Yolda giderken rastladığı yorgun bir askere de aynı şeyi sordu. Asker kendisine şunları söyledi:

“Dünyanın en güzel şeyi barıştır. En çirkin şeyi de savaş... Barış olan yerde her zaman güzellik bulabilirsiniz.”

O zaman ressam şöyle düşünmeye başladı.

“Dünyanın en güzel şeyleri; inanç, aşk ve barış ise onların resmini nasıl bulabilirim?”

Başını sallayarak evine döndü. Kapıdan içeri girince dünyanın en güzel şeyini bulmuştu. Çocukların gözünde inanç, eşinin gözünde aşk, evinde barış ve mutluluk hüküm sürüyordu.

Bunlardan ilham alan ressam dünyanın en güzel şeyinin resmini yaptı.

İşi bitince boyalarını ve fırçalarını topladı. Daha sonra tuvalin örtüsünü kaldırarak, uzun uzun seyretti yapıtını; kendine güvenen bir aile reisi, mutlu bir kadın ve böyle mutlu bir ortamda yüzleri pırıl pırıl parlayan çocuklar, ışık oyunlarıyla dolu sıcak bir ortamda resmedilmişlerdi.

Ressam, daha sonra tablosuna “Evim” adını verdi.•
 
Dava

[FONT=Franklin ***hic Medium]Avukat Petroçelli'nin kaybettigi tek dava:

Ünlü bir futbolcu karısını öldürmekle suçlanıyordu..Futbolcu yakalanmıstı... Ama karısının cesedi ortada yoktu..
Duruşma Amerikan filmlerindeki gibiydi.. Futbolcu sanık sandalyesinde oturuyordu..
Kucak dolusu parayla tuttuğu avukatı jüriyi ikna etmeye uğraşıyordu:
"Sayın jüri, müvekkilimin suçsuz olduğuna yürekten inanıyorum..
Buna az sonra sizler de inanacaksınız.. Neden mi?
Bakın, şimdi 1'den 10'a kadar sayacağım ve müvekkilimin öldürdüğü iddia edilen karısı bu kapıdan içeri girecek..
1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10..."
Bütün jüri kapiya döndü... Kimse girmedi içeri..
Avukat bir savunma dehasıydı; öldürücü hamlesini yapti..
"Bakın, siz de kadının öldüğüne inanmıyorsunuz.. Çünkü hepiniz içeri girecek diye kapıya baktınız.. İşte kararı buna göre vermenizi talep ediyorum.."

Jüri, ünlü futbolcuyu suçlu buldugunu bildirdi ve dava bu sekilde sonuçlandı..
Mahkeme çıkışında avukat, bayan jüri başkanına yaklaştı:

"10'a kadar saydığımda siz de diger üyeler gibi kapıya bakmıştınız.. Neden böyle bir karara imza attınız?"
"Doğru" dedi jüri başkanı;
"Ben de kapıya baktım, ama müvekkiliniz kapıya bakmıyordu!.."[/FONT]
 
O müziği duydunuzmu

"18 Kasım 1995 günü keman sanatçısı Itzhak Perlman,
New York'ta, Lincoln Center'daki Avery Fisher
Salonunda bir konser vermek üzere sahneye çıktı.
Eğer herhangi bir Perlman konserinde bulunmuşsanız
bilirsiniz ki onun için "sahneye çıkmak"
hiç de küçümsenecek bir başarı değildir.
Çocukluk yıllarında çocuk felcine yakalanmış olan
Perlman'ın her iki bacağında da destekleyici ateller
vardır ve ancak kol değneği yardımıyla yürüyebilmektedir.
Onu sahne üzerinde her defasında sadece bir adım
atabilmek suretiyle acı içinde ve yavaş yavaş
yürüken görmek unutulmayacak bir görüntüdür.
Ağrılar içinde ama ihtişamla yürümektedir,
sandalyesine erişinceye kadar.
Sonra oturur; yavaşça koltuk değneklerini yere
koyar, bacaklarındaki atellerin klipslerini açar,
bir ayağını geriye iter, ötekini öne uzatır.
Daha sonra yere eğilerek kemanını alır,
çenesinin altına koyar, orkestra şefine
başıyla işaret verir ve çalmaya başlar.

Şu zamanda değin, izleyiciler bu ritüele alışmışlardır.
O, sahnenin bir ucundan sandalyesine doğru ilerlerken
sessizce otururlar. Bacaklarındaki klipsleri açarken
inanılmaz bir sessizlikle beklemektedirler.
Çalmaya hazır olana dek beklerler.
Ancak o konserde bişiler ters gitti. Daha ilk birkaç
satırı çalmıştı ki, kemanın tellerinden bir tanesi koptu.
Telin kopma sesini duyabilmek mümkündü,
salonun bir ucuna tabancadan fırlayan kurşun
gibi gitmişti ses. O sesin ne anlama geldiği
konusunda yanılmak imkansızdı. Ve bunun
akabinde ne yapılması gerektiği konusunda da...
O gece orada olan insanlar kendi kendilerine
şöyle düşündüler: "Anlamıştık ki, yeniden
ayağa kalkması, atelleri yeniden takması,
koltuk değneklerini alması, yavaş yavaş sahne
arkasına gitmesi ve ya yeni bir keman bulması
ya da yeni bir tel takması gerekecekti"

Ama o öyle yapmadı. Bunun yerine bir dakika
kadar bekledi, gözlerini kapadı ve sonra
şefe yeniden başlaması için işaret verdi.
Orkestra başladı ve o kaldığı yerden devam etti.
Ve daha evvel hiç görülmemiş bir tutku, güç
ve saflıkla çaldı. Elbette herkes bilmektedir ki;
senfonik bir eseri sadece 3 telle çalmak imkansızdır.
Bunu ben de bilirim, sen de bilirsin, herkes bilir...
Ama o gece Itzhak Perlman bilmeyi reddetmişti.

Onu, parçayı kafasında molüde ederken,
değiştirirken ve yeniden bestelerken görebilirdiniz.
Bir noktada, telleri nerdeyse yeniden tonlamışçasına
sesler çıkarmaktaydı kemandan, daha evvel hiç
vermedikleri sesleri vermelerini sağlamak için...
Bitirdiğinde salonu olağanüstü bir sessizlik kapladı.
Ve akabinde seyirciler ayağa kalktı ve tezahürata başladılar.
Oditoryumun her yanından inanılmaz bir alkış patladı.
Hepimiz ayaktaydık... Bağırıyor, ıslık çalıyor,
alkışlıyor, yaptığını ne kadar takdir ettiğimizi,
beğendiğimizi anlatacak her türlü hareketi yapıyorduk.
Gülümsedi, yüzünden akan terleri sildi, yayını
kaldırarak bizi susturdu ve böbürlenerek değil
ama sessiz, güçlü, dingin bir tonla şöyle dedi :

"Bilirsiniz, bazen de sanatçının görevidir,
elinde kalanlarla ne kadar daha
müzik yapabileceğini bulmak..."
Bu ne güçlü bir cümledir. Duyduğumdan
beri aklımdan çıkmıyor. Ve kim bilir?
Belki de bu bir yaşam tarzıdır,
sadece sanatçılar için değil hepimiz için.
Burada, tüm yaşamını bir kemanın 4 teli ile
müzik yapmak üstüne kuran ve birden bire,
bir konserin ortasında kendini sadece 3 tel ile
bulan bir adam vardır. O da 3 tel ile müzik
yapmayı seçer... Ve o gece yaptığı; sadece
3 telle yaptığı müzik, daha evvel yaptığı,
4 teli varken yaptığı herşeyden daha güzel,
daha kutsal, daha unutulmazdı...

"O zaman belki de bizim görevimiz,
yaşadığımız bu sallantılı, hızla değişen,
ürkütücü dünyada kendi müziğimizi yapmaktır;
önce elimizde olan herşeyle ve daha sonra bu artık
imkansız olduğunda, sadece elimizde kalanlarla..."



Jack Riemer
 
Bir Kartal Hikayesi


Bir rivayete göre; dört tavuk bir kartal yuvasına gidip bir yumurta çaldılar.
Yumurtayı kümese getirdiklerinde, kümeste bulunan diğer tavuklar gördükleri bu yumurtanın çok büyük bir tavuğa ait olduğunu düşündüler.Zaman geçti, yumurtayı getirenler de unuttu,onlar da bu yumurtanın büyük bir tavuğa ait olduğunu inandılar...

Bir anne bulundu yetim yumurtaya, kuluçka başladı.Kısa bir zaman sonra yumurta kırıldı.İçinden simsiyah kanatlı,ilginç gagalı tuhaf bir tavuk çıktı.... Herkes mutluydu,böylesini ilk defa görmüşlerdi.Anne tavuk, dersler vermeye başladı yavrusuna: "Bak yavrum,yerden bulduğun böceği şöyle ye!Arpayı buğdayı böyle ye!."Anne tavuk her geçen gün yeni şeyler öğretiyordu yavrusuna. Büyük tavuk annesinin her söylediğini yapıyordu. Tehlikelere karşı nasıl davranılacağını da öğretti annesi: "Bak yavrum, eğer kedi buradan gelirse aksi istikamete doğru kaç,şuradan gelirse buraya kaç..."

Büyük tavuk büyüdükçe güzelleşiyordu.Oldukça uzun kanatları vardı. Ara sıra diğerleri onun kanatlarına bakmak için geliyorlardı...

Bir gün anne tavuk yavrusuna havadan gelen tehlikelere karşı kendini nasıl savunacağını anlatırken büyük tavuğun gözü,gökyüzünden süzülerek korkunç bir ihtişamla geçiş yapan başka bir canlıya ilişti.

-Anne bu ne? Dedi büyük tavuk.
-Ha o mu? O kartal yavrum,kuşların padişahı.
-Ne de güzel uçuyor!
-Evet yavrum! Ama sen sakın ona özenme.Asla onun gibi olamazsın!Sen bir tavuksun.Senden önce baban,deden,amcan hepsi ona özendi ama hiç biri onun gibi uçamadı..SEN BİR TAVUKSUN VE BİR TAVUK GİBİ YAŞAMALISIN.

O günden sonra büyük tavuk,ömrü boyunca arka bahçede kartalın ihtişamlı geçişini izleyip iç çekti...ve her seferinde "keşke bende bir kartal olup uçabilseydim." Dedi.Yine bir gün siyah kanatlı büyük tavuk ihtişamlı kartalı izlerken ölüp gitti...O nu bir tavuk gibi defnettiler; kii hakikatte ölen bir kartaldı..

"Bir kartal gibi doğup,bir tavuk gibi yaşayan ve kartallara özenip sonunda bir tavuk gibi ölen binlerce kartal var.Yıl 2004, yer DÜNYA..Şu anda kendi gücünün farkına varamayan,milyonlarca hatta milyarlarca insan var yeryüzünde.NE BÜYÜK ACI!!

HİÇ BİR ŞEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİLDİR...
HİÇ BİR ŞEY ANLATILDIĞI GİBİ DEĞİL...
HER DUYDUĞUNA İNANMA....(BUNA BİLE )
GELECEĞİNİ ŞEKİLLENDİREN DÜNÜN GEYİĞİ DEĞİL, YARININ HAYALLERİDİR..
 
İyi ve Kötü
Leonardo da Vinci 'Son Akşam Yemeği' isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı... İyi'yi İsa'nın bedeninde, Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı...

Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı. Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında, korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti. Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi.

Aradan 3 yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı... Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı.

Günlerce aradıktan sonra Leonardo vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu. Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı. Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı.

Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı.

Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu...

Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü.

Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle şöyle dedi:
'Ben bu resmi daha önce gördüm...'
'Ne zaman?' diye sordu Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı.
'Üç yıl önce' dedi adam..
'Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti...'

İyi ve Kötü'nün yüzü aynıdır...
Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...

Paulo Coelho-Şeytan ve Genç Kadın'dan
 
Derviş kaşığı

Bir gün sormuşlar ermişlerden birine; "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" "Bakın göstereyim" demiş ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.

Ermiş; "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. "Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan ***üremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine, "Şimdi..." demiş ermiş, "Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe." Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen, ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyrun" deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.
 
küçük istavrit


"İşte" demiş ermiş, "Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında alan değil, veren kazançlıdır her zaman..."


Küçük istavrit, yiyecek birşey sanıp hızla atıldı çapariye. Önce müthiş bir acı duydu dudağında, gümbür gümbür oldu yüreği. Sonra hızla çekildi yukarıya. Aslında hep merak etmişti denizlerin üstünü, neye benzerdi acep gökyüzü

Bir yanda büyük bir merak, bir yanda ölüm korkusu. "Dudağı yarıklar" denir, şanslıdır onlar, hani görüp de gökyüzünü, insanı, oltadan son anda kurtulanlar.

Ne çare balıkçının parmakları hoyratça kavradı onu; küçük istavrit anladı yolun sonu; koca denizlere sığmazdı yüreği, oysa şimdi yüzerken küçücük yeşil leğende, cansız uzanıvermiş dostlarına değiyordu minik yüzgeci.

İnsanlar gelip geçtiler önünden; bir kedi yalanarak baktı gözünün içine;yavaşça karardı dünya başı da dönüyordu. Son bir kez düşündü derin maviyi, beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.

İşte tam o anda eğilip aldım onu; yürüdüm deniz kenarına; bir öpücük kondurdum başına. İki damla gözyaşından ibaret sade bir törenle saldım denizin sularına. Bir an öylece bakakaldı; sonra sevinçle dibe daldı gitti, tüm kederimi söküp atarak teşekkürü de ihmal etmemişti; birkaç değerli pulunu elime, avuçlarıma bırakarak.

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme; sorar gibiydiler neden yaptın bunu niye? "Bir gün" dedim,
"Bulursam kendimi yeşil leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz, son ana kadar hep bir umudum olsun diye"
 
Kurbağa Masalı...


Günlerden birgün ... kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir
kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek
için toplanmış.Ve yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasında hiçbiri
yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece şu
sesler duyulabiliyormuş:
"Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!"
Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker
yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve
yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyirciler bağırıyorlarmış:
"...Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!.."
Sonunda, bir tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış
ve yarışı bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele
ederek
kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl
başardığını öğrenmek istemişler. Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş bu
işi nasıl başardın diye.O anda farkına varmışlar ki....
kuleye çıkan kurbağa sağırmış!

Olumsuz düşünen insanları duymayın... Onlar kalbinizdeki ümitleri çalarlar!

Olumsuz düşünceler ne kadar etkiler yaşamımızı, peki ya siz; çevrenizde başaramayacağınızı düşünen insanlar varken nereye kadar devam edersiniz, ümitlerinizin kırılma noktası nedir? Ümit etmek başarıyı nasıl böylesine etkiler? Ve olumsuz düşünceler hedeflerimizden nasıl uzaklaştırı bizleri?
 
Büyü Dükkanı


Uzak diyarlardan birinde bir ülkede, yemyeşil tepelerin arasında, kışın bembeyaz bir kar örtüsü ile, baharda rengarenk kır çiçekleri ile kaplanan bir vadi vardı. Ortasından küçük bir ırmağın geçtiği bu vadi "büyülü vadi" olarak anılırdı. Ona bu adı veren ise, vadideki ilginç bir dükkân ile, bu dükkânda yaşananlardı. Ünü ülkenin dört bir yanına yayılmış olan dükkânın adı "büyü dükkânı" idi.

Büyü dükkânı
nın sahibi, ak saçlı, ak sakallı bir ihtiyardı. Burası, aynı zamanda onun yaşadığı yerdi. Bu nedenle dükkânın dışarıdan görüntüsü, tıpkı bir ev gibiydi. Üç tarafında da yeşil çerçeveli pencerelerin olduğu, tamamı ahşaptan yapılmış olan bu binaya, bir verandadan giriliyordu. İçeri girer girmez, ilginç eşyalarla donanmış oldukça geniş bir oda ile karşılaşıyordunuz. Büyük bir kütüphane, üzerlerinde çok sayıda eşyanın bulunduğu raflar, masa ve konsollar, dükkânın dört bir tarafını kaplıyordu.

Ancak bu kalabalık görüntü içinde çok etkileyici bir düzen göze çarpıyordu. Bütün eşyalar, belli bir estetik içinde duruyor ve bu estetik hiçbir zaman bozulmuyordu.

Büyü dükkânını çevreleyen pencereler, içerdeyken bile günün aydınlığına ve vadinin güzelliğine hakim olmanıza izin veriyordu. Dükkânın içinde, arka taraftaki bölmeye açılan bir kapı vardı. Bu bölmede mutfak, banyo ve yatak odası bulunuyordu. Dükkâna gelen müşteriler, arka tarafa açılan kapıyı daima kapalı görürlerdi.

Her insanın yaşamında çok istediği ancak sahip olamadığı birşeyler vardır ya da sahip olup kaybettiği şeyler. Bazen de sahip olduğu ancak kurtulmak istediği şeyler. İşte bütün bunlar, o ülkede yaşayan insanların bir kısmı için, büyü dükkânına gelme nedeniydi. Bu dükkânda, isteklerinizi sınırlamak zorunda değildiniz. Müşteriler, hayal edebildikleri her şeyi isteme ve alma hakkına sahiptiler. Tabii, bedelini ödedikleri takdirde. Her yerde olduğu gibi bu dükkânda da almak istediğiniz şeyin bir bedeli vardı.

Bu bedelin ne olacağı, dükkân sahibiyle yaptığınız pazarlık sonucunda ortaya çıkardı. Ancak, büyü dükkânında yapılan pazarlıklar, günlük yaşamdakilerden biraz farklı olur ve pek çok müşteriyi şaşırtırdı.

Dükkân sahibi yaşlı adam, her sabah gün ağarırken kalkar, kendine büyük bir fincan kahve yapar ve bir insanın isteyebileceği her şeyin var olduğu dükkânıyla gurur duyarak kahvesini yudumlardı. Kahvenin ardından gelen zevkli bir kahvaltıdan sonra da pencerenin perdelerini sonuna kadar açarak, sallanan koltuğuna oturur ve içeri dolan gün ışığının yardımıyla okumaya başlardı.

Büyü dükkânında satıcı olmak bilgelik isterdi. O güne kadar dükkâna gelen hiçbir müşteriyi geri çevirmemisti dükkân sahibi. Herkes, çok istediği birşeye sahip olmak uğruna onca yolu göze alarak gelir ve mutlaka alabileceği en iyi şeyi almış olarak çıkardı. Ama genellikle aldığı şey, istediği şeydençok farklı olurdu.

Yaşlı adam ara sıra, okuduğu kitaptan başını kaldırır, yolu gören pencereye bir göz atardı. Sabah dışarı baktığında, yağan karın yolu iyice kapattığını gördü. Bu havada gelen giden olmaz diye düşünüp, hüzünlendi.

Büyü dükkânı, hemen her gün bir müşteri ağırlardı. Ancak, yılda birkaç kere de olsa kimsenin uğramadığı günler olurdu. Yaşlı adam, o günün de bunlardan biri olmasından korktu. Nedense işsizlik içini ürpertmişti. Tam o sırada uzakta bir karartı gördü. Kar beyazının kamaştırdığı gözlerini kırpıştırıp tekrar baktığında, bunun yaklaşmakta olan bir insan olduğunu anladı.

İçini bir sevinç kapladı. Gidip sobasına bir odun attı ve tam pencerenin karşısındaki sallanan koltuğa oturup, müşterisini beklemeye koyuldu.

Kış mevsiminin bu soğuk gününde epeyce üşümüş, yorgun düşmüş olmalıydı. Kapının önüne gelinceye kadar, gözlerini hiç ayırmadan izledi onu. İyice kulak kabarttı. Üç basamakla çıkılan, ahşap zeminli verandadaki ayak seslerini ve onlara eşlik eden gıcırtıyı duymaktan çok hoşlanırdı.Beklediği kişinin ayak sesleri, ikinci basamakta kesilirdi. Müşteri çalmadan, kapıyı açmamayı prensip edinmişti yaşlı adam. Çünkü, hemen herkes o kapının önünde durup, bir kez daha düşünürdü.

Kapıyı çalmaktan vazgeçip dönenler, az da olsa olmuştu. O gün de aynı şeyi yaptı. Sonunda kapı çalındı. Açtığında, karşısında soğuktan kızarmış elleriyle atkısını çıkarmaya çalışan bir erkek gördü. "İyi sabahlar, girebilir miyim?" diye sordu müşteri.

Dükkân sahibi, müşterisini içeri aldıktan sonra, ısınması için ona bir kahve ikram etti. Sessizce kahvesini içerken etrafı seyreden adam, karşısında oturan yaşlı satıcının ikna edilmesi pek güç olmayan biri olduğunu düşündü. Herhalde o da müşterisini anlar, onun haklı isteğini geri çevirmek istemezdi. Acaba büyü dükkânından çıkarken istediği gibi bir alışveriş yapmış olacak mıydı?

Bir süre söze nasıl başlayacağını bilemedi. Belki de dükkân sahibinin birşeyler söylemesi gerekirdi. Ancak karşısında sabırlı bir ifade ile müşterisinin gözlerinin içine bakarak oturan satıcının, alışverişi başlatmaya niyetli olmadığını anladı. Bu sabırlı bekleyiş, onda hem cesaret hem de yumuşak bir etki oluşturdu. Anlaşılan, başlangıç sözleri kendisinden bekleniyordu.

Sonunda, fazla düşünmeden aklından ilk geçeni söyleyiverdi;

"Ününüzü duyunca çok uzaklardan kalkıp geldim buraya. İstediğim şeyi, bir tek sizin dükkânınızda bulabileceğimi söylediler. Karşılığında ne isterseniz vermeye hazırım."

"İstediğiniz şeyin ne olduğunu öğrenebilir miyim?"

"Bakın, ben elli beş yaşındayım. Yani yolun yarısını geçeli çok oldu. Söylemeye dilim varmıyor ama yolun sonuna yaklaştım galiba. Bu gerçeğe tahammülüm yok. Ben bugüne kadar ki hayatımı geri istiyorum. Mümkün mü?"

"Elbette mümkün. Biliyorsunuz, dükkânımda her şey mevcut. Ancak tam olarak ne istediğinizi anlayabilmem için, bana geri istediğiniz hayatınızı biraz anlatabilir misiniz?"

Dükkân sahibinin sorduğu soru, müşteriyi iç dünyasına döndürmüştü. Gözünün önünden geçen sahnelerin kendi yaşamına ait olduğunu kabul etmek için kendini zorluyordu. Bütün görüntüler, bir kargaşa ve telaş içinde birbirlerine karışarak geçip gittiler ve geride yalnızca ıssız bir hüzün bıraktılar.

Hüznünün yüzüne yansımasına engel olamayan müşteri, yaşlı satıcının sorusu karşısında ancak şunları söyleyebildi;

"Geçmiş yaşamımda birçok hata yaptım. Bunlar için pişmanlık duyuyorum. Yanlış kararlar verdim, kayıplara uğradım. Zamanı hovardaca harcadım. Bir gün bir de baktım ki, hayat yanımdan geçip gidiyor. Paniğe kapıldım ve bir çare aramaya başladım. Dostlarımla konuşmayı denedim. Beni teselli edip derdimi unutturmaya çalışanlar da oldu, yardım etmeye çalışanlar da. Ama hiçbiri kâr etmedi. Kendimi çok mutsuz hissediyordum. Derken, bir gün birisi bana sizden ve büyü dükkânından söz etti. Bunu duyar duymaz sanki içimde bir ışık yandı. Büyük bir umutla hemen yollara düşüp size geldim. Kendimi çok çaresiz hissediyorum. Lütfen elli beş yılımı bana geri verin."

"Yani, siz pişmanlık duyduğunuz hayatınızı yeniden yaşamak mı istiyorsunuz?"

"Elbette hayır. Söylemek istediğim bu değil. Ben yalnızca kaybettiğim yıllarımı geri istiyorum. Eğer bir şansım daha olursa aynı hataları tekrarlamayacağım."

"Herhalde bunu çok istiyorsunuz."

"Evet, hem de her şeyimi verecek kadar."

"Peki, benim size vereceğim elli beş yılın karşılığında siz bana ne verebilirsiniz?"

"Ne isterseniz?"

"Sanki bunun için her şeyden vazgeçmeye hazır gibisiniz."

"Hiç kuşkunuz olmasın. Şu anda sahip olduğum her şeyden vazgeçebilirim. Yeter ki geride bıraktığım yıllarımı bana geri verin."

Yaşlı adam, ellerini sakallarında dolaştırırken, kendinisallanan koltuğunun devinimlerine bırakmıştı. Bir süre düşündü. Müşterisinin, sabırsızlıkla, pazarlığın bitmesini beklediğinden emindi. Büyü dükkânına gelen kişiler, genellikle bir an önce istediklerini alıp gitmek için acele ederlerdi. Bu nedenle, yaşlıadam, pazarlığın başındaki düşünce yolculuklarında yalnız kalırdı. Şu anda da, sessizliğin yalnızca kendi işine yaradığını biliyordu.

Koltuğu ile birlikte öne doğru eğilerek müşterisinin gözlerinin içine baktı ve ağır ağır konuşmaya başladı;

"Beyefendi, her ne kadar siz elli beş yıl karşılığında bana her şeyinizi vermeye hazır olsanız da, ben sizden bir tek şey isteyecegim."

"Dileyin benden ne dilerseniz."

"Belleğinizi..."

"Anlamadım?"

"Belleğinizi dedim. Elli beş yılın yaşantısını içinde barındıran belleğinizi istiyorum."

"Ah evet anladım. İlginç bir bedel. Kabul ediyorum. Tamam alın belleğimi."

"Emin misiniz?"

"Neden olmayayım? Elli beş yıl kazanacağım."

"Belleğinizi, içindeki her şeyle birlikte bu dükkânda bırakıp gideceksiniz. Elli beş yılın tek bir anını hatırlamayacaksınız, buraya neden geldiğinizi bile."

"Daha iyi ya. Her şeye yeniden başlayacağım. Zaten geçmişi hatırlamak istemiyorum ki."

"O halde, korkarım elli beş yıl sonra buraya tekrar gelirsiniz. Tabii o zaman benim yerime bir başkası size yardımcı olur."

"Hayır hayır. Emin olun ki, şu dakika belleğimi size bırakıp elli beş yılımı geri alacağım ve dükkânınızı bir daha dönmemek üzere terk edeceğim. Ve yine söz veriyorum, şu ana kadar yaptığım hataların hiçbirini tekrar etmeyeceğim."

"İsterseniz başka sözler vermeyin. Çünkü, az sonra, belleğinizle birlikte bütün hepsini burada bırakıp gideceksiniz."

Yaşlı adamın son sözleri, müşterinin duraklamasına neden olmuştu. Bu sözlerin anlamını kavrayabilmek için birkaç saniye düşünmek zorunda kaldı.

"Nasıl yani? Buradan çıktığımda hiçbir şey hatırlamayacak mıyım? Sizinle konuştuklarimızı bile, öyle mi?"

".................................."

"Yani hiçbir şeyi mi? Buraya neden geldiğimi, sizin kim olduğunuzu ve hatta..."

"Ne yazık ki!"

Yaşlı adam, şu anda pazarlığın sonuna geldiklerini hissediyordu. Karşısında oturan müşterinin yüzünde gördüğü aydınlanma, pazarlık sahnelerinin en hoşlandığı görüntüsüydü. Son sözleri müşterisinin söylemesini istediği için bir süre sessiz kaldı ve bekledi. Bu seferki sessizliğin, müşterisinin işine yaradığından emindi. Onun aydınlanan yüzünün ortasında parlayan gözbebekleri, yaşlı satıcı için, sessizliğin içinden çıkacak sesli bir coşkunun habercisi gibiydi.

Gerçekten de, konuşmaya başlayan müşterisi onu yanıltmadı;

"Sanırım ne demek istediğinizi şimdi anlıyorum. Eğer elli beş yılın bedeli bu ise, pes ediyorum. Belleğimden vazgeçemem. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bir kadının, çok istediği bir tokayı, saçları karşılığında satın almasına. Çok ilginç bir insansınız. Bana, büyü dukkanından almak istediğimden çok farklı birşeyle çıkacağımı söylemişlerdi de inanmamıştım. Ben, bugüne kadar ki yaşamımı almak için gelmiştim, ancak bugünden sonraki yaşamımı alıp gidiyorum. Size teşekkür ederim."

"Birşey değil. Güzel bir pazarlıktı. Hoşçakalın."


biras uzun ama okuyanlar olursa böle bi dükkana girmek isticeklerdir eminim...yada en azından gidemiceğimisi biliorus ama belki bu hikaye o dükkanı bi nebze anlamamızı sağlar...kim bilir belkide pazarlığı kendi kendimize yapmayı öğreniris...
 
Hayatın Armağanı
[FONT=Franklin ***hic Medium]İki gezgin melek, geceyi geçirmek için, son derece varlıklı bir ailenin evinin kapısını çalmışlar. Aile, pek kaba bir üslupla, meleklere yatacak yer olarak koca malikanenin konuk odalarından birini vermek yerine, soğuk bodrumdaki küçük bir köşeyi göstermiş.

Melekler, buz gibi odanın soğuk ve sert zemininde kendilerine yatacak bir yer hazırlamaya çalışırlarken, yaşlı melek duvarda bir delik görmüş ve kalkıp deliği onarmaya girişmiş. Genç melek, yaşlı meleğe bu hareketinin nedenini sorunca, yaşlı melek hafifçe gülümsemiş:
- Her şey, her zaman, göründüğü gibi değildir...

Sabah malikaneden ayrılan melekler, gece bastırınca, bir kez daha kalacak yer bulmak umuduyla, bu defa çok fakir bir çiftçi ailesinin kapısını çalmışlar. Son derece misafirperver olan fakir karıkoca, sofralarında ne var ne yoksa meleklerle paylaştıktan sonra, onlara rahatça uyumaları için kendi yataklarını vererek yanlarından ayrılmışlar. Sabah güneş doğduğunda, melekler, zavallı karıkocayı gözyaşları içinde bulmuşlar: Yegane geçim kaynakları olan tek inek de tarlalarının ortasında cansız yatmaktaymış.

Genç melek, bu sefer iyice öfkelenerek yaşlı meleğe isyan etmiş:
- Bunun olmasına nasıl izin verebildin? O varlıklı kaba adamın her şeyi vardı; ama sen kalktın, ona yine de yardım ettin. Bu iyi yürekli fakir ailenin ise o tek inekten başka hiçbir şeyleri yoktu. Buna rağmen onu bile paylaşmaya gönüllü oldular. Ama sen, o ineği de yitirmelerine izin verdin!

Bunun üzerine yaşlı melek, genç meleğe dönerek şu cevabı vermiş:
- Her şey, her zaman, göründüğü gibi değildir. O zengin malikanenin bodrumunda kaldığımız gece, duvardaki deliğin dibinde külçe külçe altın saklı olduğunu fark ettim. Malikanenin sahibi, bu kadar açgözlü olduğu ve kendisine verilmiş şans sayesinde edindiği zenginliğin bir parçasını bile paylaşmaya yanaşmadığı için, ben de o deliği öyle bir kapatıp mühürledim ki artık arayıp bulsa da açamaz.

Ve devam etmiş:
- Sonra, dün gece biz çiftçi ailesinin yatağında uyurken, ölüm meleğinin o çiftçinin karısını almaya geldiğini gördüm. Ben de onun yerine, ölüm meleğine ineği verdim.

Yaşlı melek, gülümseyerek bir kez daha eklemiş:
- Her şey, her zaman, göründüğü gibi değildir. Bazen işler istediğimiz gibi sonuçlanmadığında, aslında bizim de başımıza gelen tam da budur işte. İnanıyorsanız, yapmanız gereken şey, sadece her sonucun her zaman sizin lehinize olduğuna güvenmektir. Bunun böyle olduğunu, ancak belirli bir zaman sonra öğrenebilecek olsanız bile. Bazı insanlar, hayatımıza girerler ve çabucak çıkarlar. Bazıları ise dostumuz olur ve bir süre orada kalırlar. Yüreklerimizde o güzel ayak izlerini bırakarak… Ve bu, iyi bir dost kazandığımız için, bir daha asla eskisi gibi olmayacağız demektir!

Dün, tarih oldu.
Yarın, bir gizemdir.
Bugün ise bir armağan. Bu yüzden İngilizcede “present”, hem “şu an”, hem de “armağan” anlamına gelir!
Her anı doyasıya yaşayın ve tadını çıkarmaya bakın.
Hayat, bir kostümlü prova değildir!..[/FONT]
 
Tavla ve Satranç

Pers imparatorunun basverziri Büzur Mehir tarafindan

1400 yil önce tasarlanan tavla oyunu; Dünyanin en

popüler oyunlarindan biridir. Zaman kavramindan alinan

ilhamla tasarlananan oyunun zamana böylesine direnmesi

son derece etkileyici.

Senenin birligi olarak tavla bir tanedir.

Tavlanin içindeki karsilikli 6'sar hane

12 ayi temsil eder.

15 açik ve 15 koyu renkli pul,

Ayin 15 gece ve 15 gündüzünü simgeler.

Karsilikli 12'ser hane günün 24 saatidir.

Eski zamanlarda Hint Imparatoru, satranç oyunun Pers

Imparatoruna, yaninda bir mektup ile hediye olarak

göndermistir. Mektubunda oyunla ilgili hiç bir

açiklama yapmazken söyle bir mesaj yazmistir.

Pers Imparatoruna;

Kim daha çok düsünüyor,

kim daha iyi biliyor,

Kim daha ileriyi görüyorsa

O kazanir.

Iste hayat budur...



Pers Imparatoru dönemin en alim veziri olan Büzur

Mehir ile bu mesaji paylasarak, ondan oyunu çözmesi ve

kendisinin de karsilik olarak Hint Imparatoruna hediye

edilmek üzere baska bir oyun icat etmesini ister.

Vezir haftalarca çalistiktan sonra gönderilen

satrancin her tas hareketini ve oyunu çözer daha sonra

da on günde tavlayi icad eder ve imparatora sunar.

Hint Imparatoruna tavla oyunuyla birlikte gönderilmek

üzere söyle bir mesaj hazirlanir.

Hint Imparatoruna;

Evet, Kim daha çok düsünüyor,

kim daha iyi biliyor,

Kim daha ileriyi görüyorsa

O kazanir.

AMA BIRAZ DA SANSTIR.

Iste hayat budur.
 
Bakış açısı

Arjantinli ünlü golfçü Robert Vincenzo yine bir ödül kazanmış, ödülünü
alıp kameralara poz vermiş. Ardından klubüne uğramış, eşyalarını toplayıp otoparktaki arabasının yanına doğru yürümüş.O sırada yanına bir kadın yaklaşmış.
Vincenzo'yu kutladıktan sonra ona küçük bir bebeğinin olduğunu, bebeğin çok hastalandığını ve hastane masraflarını karşılayamadığını onun her
gün biraz daha ölüme yaklaştığını anlatmış, bir çırpıda.
Kadının anlattıkları Vincenzo'yu çok etkilemiş.
Hemen çek defterini çıkarmış ve turnuvadan kazandığı paranın bir bölümünü yazıp imzalamış.
Çeki kadına uzatmış. O sırada kadına "umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın" demiş.
Ertesi hafta Vincenzo klupte öğle yemeğini yerken Golf derneği'nin bir üyesi yanına yaklaşmış ve "otoparktaki çocuklar, geçen hafta siz turnuvayı kazandığınız gün bir kadının yanınıza yaklaştığını ve sizinle konuştuğunu söylediler" demiş.
"Evet" demiş Vincenzo, "bunun nesi garip?".
"Garip değil tabi ki" demiş adam," ama size bir haberim var o kadın bir sahtekarmış. Sizin gibi zengin kişilere yaklaşıp hasta bir bebeği olduğunu söyleyip para koparırmış. Korkarım sizden de koparmış.
" Vincenzo şaşkınlıkla " yani ölümü beklenen bir bebek yok mu?" demiş.
"Yok" demiş adam.
"İşte bu hafta duyduğum en iyi haber" demiş Vincenzo.
İşte buna bakış açısı farkı diyoruz. Kimi parasını kaybettiğine üzülür ama kimi de Vincenzo gibi ölümü bekleyen bir bebek olmamasına sevinir.
Aynı pencereden dışarı bakan iki kişiden biri sokaktaki çamuru, diğeri
gökyüzündeki yıldızları görebilir.
Seçim bizlere aittir.
 
.: Gece Gündüz :.

Bir bilge kisi, çölde öğrencileriyle otururken demiş ki;

- "Gece ile gündüzü nasıl ayırt edersiniz? Tam olarak ne zaman karanlık başlar, ne zaman ortalık aydınlanır?"

Öğrencilerden biri;

- "Uzaktaki sürüye bakarım," demiş, "Koyunu keçiden ayıramadığım zaman akşam olmuş demektir."

Başka bir öğrenci söz almış ve "Hocam" demiş, "İncir ağacını, zeytin ağacından ayırdığım zaman, anlarım ki sabah başlamıştır."

Bilge kişi, uzun süre susmuş. Öğrenciler meraklanmışlar ve "Siz ne düşünüyorsunuz hocam?" diye sormuşlar.

Bilge kişi şöyle demiş;

- "Yürürken karşıma bir kadın çıktığında, güzel mi çirkin mi, siyah mı beyaz mı diye ayırmadan ona "bacım" diyebildiğimde ve yine yürürken önüme çıkan erkeği, zengin mi yoksul mu diye bakmadan, milletine, ırkına, dinine aldırmadan, "kardeşim" sayabildiğimde anlarım ki; sabah olmuştur, AYDINLIK başlamıştır..."
 
Önyargi


Okulun ilk gununde 5 nci sinifin onunde dururken, ogretmen cocuklara bir
yalan soyledi. Cogu ogretmen gibi, ogrencilerine bakti ve hepsini ayni
derecede sevdigini soyledi. Ancak, bu imkansiz idi, cunku on sirada,
oturdugu yerde bir yana kaykilmis, ismi Teddy Stoddard olan kucuk bir
oglan vardi.

Bayan Thompson bir yil once Teddy'yi izlemisti ve diger cocuklarla iyi
oynamadigini, elbiselerinin kirli oldugunu ve surekli olarak kirli
dolastigini gozlemisti. Ilave olarak, Teddy tatsiz olabiliyordu. Bu oyle
bir noktaya geldi ki, bayan Thompson onun kagitlarini buyuk kirmizi bir
kalemle isaretlemekten, kalin carpilar (X) yapmaktan ve kagidinin ustune
buyuk "F" (en dusuk derece) koymaktan zevk alir oldu.

Bayan Thompson'un okulunda, her cocugun gecmis kayitlarini incelemesi
gerekiyordu ve Teddy'nin kayitlarini en sona birakti. Ancak, onun hayatini
gozden gecirdiginde, bir surpriz ile karsilasti.

Teddy'nin birinci sinif ogretmeni soyle yazmisti, "Teddy gulmeye hazir
parlak bir cocuk. Odevlerini derli toplu ve temiz yapiyor ve cok
terbiyeli. Onun etrafta olmasi cok eglenceli.

Ikinci sinif ogretmeni soyle yazmisti, "Teddy mukemmel bir oğrenci, sinif
arkadaslari tarafindan cok seviliyor, ama annesinin olumcul bir hastaligi
oldugu icin sikinti icinde ve evdeki yasami mucadele icinde geciyor."

Ucuncu sinif ogretmeni soyle yazmisti, "Teddy'nin annesinin ölümü onun
İcin cok zor oldu. Teddy elinden gelenin en iyisini yapmaya calisiyor, ama
babasi ona ilgi gostermiyor ve eger bazi adimlar atilmazsa evdeki yasami
yakinda onu etkileyecek."

Teddy'nin dorduncu sinif ogretmeni soyle yazmisti, "Teddy icine kapanik ve
okulda derslere cok fazla ilgi gostermiyor. Cok fazla arkadasi yok ve
bazen sinifta uyuyor."

Simdiye kadar, Bayan Thompson problemi kavradi ve kendinden utandi.
Ogrencileri ona guzel kurdelelerle ve parlak kagitlarla sarilmis Noel
hediyeleri getirdiginde bile cok kotu hissetti, Teddy'nin ki haric.
Teddy'nin hediyesi bir marketten aldigi kalin, kahverengi ambalaj kagidi
ile beceriksizce sarilmisti, Bayan Thompson onu diger hediyelerin ortasinda
acmaktan aci duydu. Bayan Thompson paketten taslarindan bazilari dusmus
yapma elmas tasli bir bilezik ve ceyregi dolu olan bir parfum sisesi
cikarinca cocuklardan bazilari gulmeye basladi. Ama o bilezigin ne kadar
guzel oldugunu haykirdiginda cocuklarin gulmesini engelledi, bilezigi takti
ve parfumu bileklerine surdu. Teddy Stoddard o gun okuldan sonra
ogretmenine sunu soylemek icin kaldi, "Bayan Thompson, bugun ayni annem
gibi kokuyordunuz". Cocuklar gittikten sonra, bayan Thompson en az bir
saat agladi.

O gunden sonra, okuma, yazma ve aritmetik ogretmeyi birakti. Bunun yerine,
cocuklari egitmeye basladi. Bayan Thompson Teddy'e ozel dikkat gosterdi.
Onunla calisirken, zihni canlanmaya basliyor gorunuyordu. Onu daha fazla
tesvik ettikce, daha hizli karsilik veriyordu. Yilin sonuna kadar, Teddy
siniftaki en zeki cocuklardan biri oldu ve tum cocuklari ayni derecede
sevdigi yalanina ragmen, Teddy onun gozdelerinden biri idi.

Bir sene sonra, Bayan Thompson kapisinin altinda Teddy'den bir not buldu,
ona hala tum yasaminda sahip oldugu en iyi ogretmen oldugunu soyluyordu.

Alti yil sonra Teddy'den bir not daha aldi. Liseyi bitirdigini, sinifinda
ucuncu oldugunu ve onun hala hayatindaki en iyi ogretmen oldugunu
yazmisti.

Bundan dort yil sonra, bazi zamanlar zor gecmesine ragmen okulda kaldigini,
sebatla calismaya devam ettigini ve yakinda kolejden en yuksek derece ile
mezun olacagini yazan baska bir mektup aldi. Yine Bayan Thompson'un tum
yasamindaki en iyi ve ne favori ogretmen oldugunu yazmisti.

Sonra dort yil daha gecti ve baska bir mektup geldi. Bu kez fakulte
diplomasini aldiktan sonra, biraz daha ilerlemeye karar verdigini
acikliyordu. Mektup onun hala karsilastigi en iyi ve en favori ogretmen
oldugunu acikliyordu. Ama simdi ismi biraz daha uzundu. Mektup soyle
imzalanmisti, Theodore F. Stoddard, MD. (tip doktoru).

Oyku burada bitmiyor. Goruyorsunuz, ortaya cikan baska bir mektup var.
Teddy bir kizla tanistigini ve onunla evlenecegini soyluyordu. Babasinin
birkac hafta once vefat ettigini acikliyordu ve evlenme toreninde Bayan
Thompson'un damadin annesine ayrilan yere oturup oturamayacagini soruyordu.

Suphesiz Bayan Thompson bunu kabul etti. Ve tahmin edin ne oldu? Taslari
dusmus olan o bilezigi takti. Dahasi, Teddy'nin annesinin surundugu
parfumden surdu.

Birbirlerini kucakladilar ve Dr. Stoddard, Bayan Thompson'un kulagina soyle
fisildadi, "Bana inandiginiz icin tesekkur ederim Bayan Thompson. Bana
onemli oldugumu hissettirdiginiz ve bir fark yaratabilecegimi
gosterdiginiz icin cok tesekkur ederim"

Bayan Thompson, gozlerinde yaslarla fisildadi, soyle dedi, "Teddy, yanlis
seylere sahiptin. Bir fark yaratabilecegimi bana ogreten sensin. Seninle
tanisincaya dek, nasil ogretecegimi bilmiyordum".


(Bilmeyenler icin, Teddy Stoddard, Des Moines'teki Stoddard Kanser Binasi
olan Iowa Methodist'te doktordur.)


Bugun birinin yuregini isitin .. Bunu iletin. Bugun birinin hayatinda bir
fark yaratmaya calisin, sadece "onu yapin"
 
bilge ve köpek

Bir bilge bir goletin basinda oturmaktadir.
susuzluktan kirilan bir kopegin devamli olarak golete kadar gelip, tam su icecekken kacmasi dikkatini ceker. dikkatle izler olayi... kopek susamistir ama golete geldiinde sudaki yansimasini gorup korkmaktadir. bu yuzden de suyu icmeden kacmaktadir. sonunda kopek susuzluga dayanamayip kendinig golete atar ve kendi yansimasini gormedii icin suyu icer. bilge dusunur:

"benim bundan ogrendiim su oldu. bir insanin istekleri ile arasindaki engel, cogu zaman kendi icinde buyuttugu korkular ve engellerdir. insan bunu asarsa, istediklerini elde edebilir."

fakat biraz daha dusununce aslinda gercek ogrendii seyin bundan farkli olduunu gorur. asil ogrendii sey, insanin bir bilge bile olsabir kopekten ogrenebilecegi bilginin var oldugudur.
 
Geri
Üst