Grenard Grenard, şevket devri Türk ordusunu şöyle anlatır:
"Muharebe meydanında Türk askeri ölür teslim olmazdı. İlk çağırma emrine daima hazırdı. Her nefer yüzbaşısını tanırdı. Her nefer kumandanının kendisinden önce yığınak yerinde bulunacağından emindi ve ona göre davranırdı. Bu sûretle en kısa zaman içinde Sultan'ın emrinde çok tecrübeli, iyi silahlandırılmış, iyi atlandırılmış, iyi kumanda edilen, sayı bakımından olduğu kadar kalite bakımından da üstün bir ordu âmâde olurdu. Topçuya çok hususî bir ihtimam gösterilirdi. Top sayesindedir ki II. Mehmet İstanbul'u almıştı. Top sayesindedir ki Osmanlılar başlıca zaferlerini kazanmışlardı. Top boldu, çeşitliydi, iyi imal edilmişti ve kullanılmasını fevkalâde iyi bilen ellerdeydi. Bilhassa ağır Türk topları, dehşet vericilikleriyle meşhurdu. XVII. asırda bile dünyanın en iyi topu ve topçusu Türk ordusundaydı. Yardımcı sınıflar iyi yetiştirilmişti: Cebeciler, demirciler, nakliyeciler ve her türlü yardımcı sınıf. Türk levazım teşkilatı yer yüzünün en iyisiydi. Asker, ülkenin sırtından geçinmezdi; levazımın kendisine verdiğinden başka ne yemek, ne almak isterse hepsini öderdi.
Sayfa 326
· XVI. asırda Türk ordugahını gören Postel "dünyanın en ilâhî düzeni= le plus divin ordre du monde" ibaresini yazmaktan kendisini alamamıştır.
· XV. asırda Bertrandon de la Brocquiere: "Bizim 10 askerimizin yaptığı gürültüyü, 1.000 Türk askeri bir araya geldiği zaman duymadım." diye yazar.
· Rodos'u teslim almak üzere kaleye giren 30.000 askerden bir tek gürültü, bir tek kelime, adım seslerinden sonra hiçbir şey duyulmadığını gözleriyle gören Hristiyan müşahidler hadiseyi yazmışlardır.
· Paule Jove, Türk askerinin Hristiyan askerinden 3 üstünlüğü olduğunu kaydeder: Kumandanlarına körü körüne itaat, muharebe meydanında canlarını sakınmamak, yiyip içmeksizin çok uzun yol yürüyebilmek.
· Thevenot: "Bir şeyleri eksik olduğu zaman sadece sabrederler. Giyimleri ve teçhizatları hafif, yorgunluğa mütehammildirler, sür'atleri hayret vericidir. Cengiz Han'ın askerlerine benzerler." diye kaydediyor.
· Postel: "Hristiyan askerinin 3 gün 3 gecede aldığı yolu, Türk askeri bir gecede alır." diye yazmaktadır.
· Busbeçg: "Teşkilatının kudreti ne olursa olsun, Türk ordusu nâmağlub bir ordu değildi. Pekala mağlubiyetlere de uğradığı oldu. Ona mukavemet edilemez kudretini veren başlıca iki hususiyet vardı: Daima seferberlik halinde, daima emre âmâde idi ve sefer yolu ne kadar uzun olursa olsun yürümeye hazırdı. Halbuki Avrupalılar her yeni sefer için büyük masraflarla yeniden asker toplamaya mecburdular ve üstelik bu askerlerin iradesi kısa zamanda gevşiyordu. Diğer taraftan Türkler bir başarısızlıkla karşılaşınca aynı teşebbüsü tekrarlamak, gene tekrarlamak karakterinde idiler. Bu sebat, inatçılık ve tâkıyb fikri Osmanlı prensibi idi. Cengiz'in, Timur'un, Babur'un prensibi de bu idi. Bu tâkıyb fikri ve muvaffak oluncaya teşebbüse devam azmi, şüphesiz devletin malî gücü sayesinde olabiliyordu. Ordu ile devlet iyice kaynaşmıştı ve maliye bu gücün emrindeydi. Halbuki Batı'da ordular, sosyal yapının üzerinde ve dışında, sonradan eklenmiş müesseselerdi. Bunun neticesi olarak Avrupa orduları için normal kaynaklar bulmakta müşkilat içindeydi. Avrupa hükümdarları üst üste yığılan istikrazların yükü altındaydı. Charles Quint bile bu durumdaydı. Türkiye'de ise aksine ordu hükümetin normal imkânları içinde hayatını devam ettiriyordu. Sayfa 265
· II. Murad ve Fatih Mehmed zamanında 22 yıl Türkler arasında esir olarak yaşıyan ve sonradan Almanya'ya dönerek hatıralarını yazıp bastıran Georg von Mühlenbach (s.432): "100.000 atın bulunduğu Türk ordugâhında bir tek atın kişnemesinin bile duyulamayacağını" yazmaktadır. Sessizliğin savaş sırasında ne derecede işe yarayacağı âşikârdır.
· Babinger: "Türk ordusundan hâkim olan mâneviyât, muhakkak ki herhangi bir düşman ordusununkinden çok üstündü." der.
· Gene II. Murad devrinde Türkiye'ye gelip Türk ordusunu gören De la Brocqiere şunları yazar:
"Ordudaki büyük emirler ve kumandanlar; öyle basit bir kıyafette idiler ki, onları, alayların içinde alelâde neferlerden ayırmak imkânsızdır. Padişahı (II. Murad'ı) camide namazını kılarken görmeye muvaffak olabildim. Ne tahta benzer ki bir koltukta ne bir iskemlede değil, fakat yere serilmiş bir seccadede ibadet ediyordu. Çevresinde, arkasında veya başı üzerinde, mevkiini işaret eden hiçbir şey yoktu."
· XVII. asrın son yarısında, bu haşyet verici sessizlik hâlâ devam ediyordu. Türk ordusu pek büyük bir sessizlik ve Majeste'nin (XIV. Louis) askerleri arasında tasavvuru müşkül bir tevazu içindeydi. Sayfa 266
Yabancıları her şeyden fazla şaşırtan bu sessizlik bahsine Busbecq tekrar döner ve Kânûnî'nin Amasya ordugâhını şöyle tasvir eder:
"Bu muazzam kalabalık içinde medhe değer görünen nokta, sessizlik ve disiplindir. Hiç bir bağrışma ve uğultu yoktur. Halbuki alelâde kalabalıklarda böyle şeyler eksik olmaz. Herkes kendisine tayin edilen noktada rahatça duruyordu. Paşalar, sancak ve alay beyleri, yüzbaşılar ve daha küçük Türk subayları yerlerine oturmuşlardı. Alelâde neferler ayakta idi. En çok göze çarpan topluluk, sayıları bir kaç bine erişen yeniçerilerdi. Bunlar, diğer birliklerden ayrı bir yerde uzun bir saf halinde duruyorlardı. O kadar sessizdiler ki, benden çok uzakta bulunmadıkları halde, acaba canlı insanlar mıdır, yoksa birer heykel midirler diye tereddüt ediyordum. Bu mevki'den ayrıldığım zaman; hoş bir manzara göründü. Sultan'ın hasa alayı atlar üzerinde, yerlerine dönüyorlardı. Atlar gayet güzel ve yüksek olduktan başka, gayet bakımlı ve süslü idi.
· İstanbul'a gelen Fransız rahiplerinden Canillac, Türk askerinin harp adamları değil keşiş sanılacak derecede sessiz ve mütevazı olduğunu, Dîvân-ı Hümâyûn'da vezirlerin bile yüksek sesle konuşmadıklarını kaydediyor. Sayfa 268
· Gene Iorga (I, 198-9 ) şöyle der: "Bir Avrupa ordusunun bir ülkeden geçmesi ülkenin halkı için bir felaket, bir Türk ordusunun geçişi bir saadetti. Halk, Türk ordusunun kendi memleketlerinden geçmesini dört gözle beklerdi; zira zengin Türk ordusu ile geniş ölçüde alış veriş yapardı. Balkanlar'da genç hristiyan kızları, tek başlarına mal satmak için endişesizce Türk ordugâhına girerlerdi. Böyle bir durum Avrupa orduları için tamamen imkânsızdı.
· Çağdaş büyük Fransız yazarı Montaine'in kaydettiği gibi Yavuz'un ordusu memlûklerin Şam şehrine girerken, şehri çepeçevre kuşatan hârikulâde meyve bahçelerine el bile değdirmemişti. Türk ordusunda disiplin o derece idi. Sayfa 268, 269 ve 270. yarısına kadar
· Meşhur İngiliz diplomatı Ricault, Orduy-u Hümâyûn ile köprülü-zade Fâzıl Ahmed Paşa'nın Uyvar seferine katılmıştır. Müşahadeleri arasında şunları anlatır: "Gerek vezîr-i âzamın, gerek diğer büyük kumandanların otağlarına çadırdan fazla saray demek doğru olur. Fevkalâde büyük olmaları, muhteşem ve hârikulâde süsleri, çeşitli dairelere ayrılmaları, otağlara saray manzarası verir. En konforlu şehirlerde bile bu otağlardaki huzur yoktur. Aslında bu otağlara mermer, yahut başka değerli taşlardan yapılmış saraylardan fazla masraf edilmektedir. Zira otağın ömrü azdır, bir kaç yılda yenilenir. Saraylarsa, asırlarca ayakta kalır. Bu otağlar ve onları taşıyan kazıklar çok ağır çektikleri için nakilleri kolay değildir. Fakat bütün eşyalarıyla beraber bu seyyar saraylar, menzilden menzile taşınır. Türk ordusu günde 5 veya 6 saat yürür, daha fazlası cebri yürüyüştür ve fevkalâde hallerde olur. Bütün ordu ağırlıkları at, katır ve develerle taşınır. Otağ kurucular, bir menzil önden giderek otağı hazırlarlar. Otağı sahipleri menzile gelince, otağlarını kurulmuş ve hazır bulurlar. otağ kurucu ekip, ordudan daima bir gün ileridedir. Aslında her otağ çifttir, birinde otağ sahibi yatıp dinlenirken, diğer otağ bir menzil ileride kuruluş halindedir. Türkler her menzili "konak" tabir ederler. Bu durum Türk ordusunda çok büyük sayıda deve, katır ve diğer yük hayvanlarının bulunmasını icap ettirir. Bu hayvan kervanlarına memur askerler de çok büyük sayıdadır. Bu da büyük masrafı mûcip olmaktadır. Fakat benim fikrime göre, bu halden daha fazla bir ihtişam gösterişi mümkün değildir ve Osmanlı İmparatorluğu bunu gerçekleştirmiştir. Ordu da düzen tek kelimeyle fevkalâdedir. Fikrimce bu düzen, içki yasağı ile sağlanmaktadır. İçki yasağı, Türk askerini itaatkâr, uyanık ve kanaatkâr yapmıştır. Ordugâhta en küçük bir gürültü ve münakaşa duymak mümkün değildir. Halk ordularının geçişi sırasında en ufak bir endişe hissetmez. Ordu geçtiği yerde her şeyi peşin para ile satın alır; hanlarda geceleyin asker parasını öder. Türk ordugâhına, kızlarına tecâvüz edildiği için şikayete gelen anneler görmek mümkün değildir. Malının asker tarafından yağma edildiğini, hoş olmayan herhangi bir muameleye muhatap olduğunu söyleyerek şikayete gelen de yoktur. Zîrâ böyle şeyler olmaz. Bu düzen, Türk ordusunu muzaffer kılmış ve imparatorluklarını muntazam şekilde büyütmüştür. Biz Hristiyanlar'ın ordularına ise şarap, Türk ordusunda görülenlerin tamamen aksine husule getirir. Türkler bunu çok iyi bilmekte ve değerlendirmektedir. Ordugâhlarına şarap girmemesi için her türlü tedbiri alırlar. İki üç gün önce bir konağa vâsıl olduk, bu konakta meyhaneler vardı, ordu orada bulunduğu müddetçe meyhaneler kapatıldığı gibi , her türlü şarap alış verişi ve satışı da yasak edildi. Türk ordugâhı her zaman için son derece temizdir, en küçük bir çöp görülmez. Her çadırın yanına, tabiî ihtiyaçlar için geçici çukurlar kazılır ve bu çukurlar ordu hareket ederken toprakla doldurulur. Bu suretle Türk ordugâhı, en temiz şehirlerden daha temizdir. Büyük yaz sıcaklarında yürüyüş olduğu zaman, nakliye katarları, gecenin 7. saatinde harekete geçirilir. Vezîr-i âzam ve maiyeti ise gece yarısından az sonra yürüyüşe başlar. Bu sûretle gündüzün zahmetli yürüyüşler yerine, gece yürüyüşleri tercih edilir. Her birliğin önünde öylesine bol miktarda meşale yakılır ki; gökyüzü, gündüz gibi aydınlanır. Bu işi "Meşaleci" denilen ve Şam yahut Halep ayetlerinden gelen Arap Birlikleri yaparlar. Bu birlikleri "Meşalecibaşı" denilen subayları düzenler. Belgrad'dan geçerken genç Sırp kızları ordugâha geldiler. En iyi elbiselerini giymişlerdi. Getirdikleri malları birliklerin içine girip sattıktan sonra çekilip gittiler. Hangi yerden geçtiysek köylüler, orduyu sevinçle karşılıyorlardı. Türk askerine bol bol mal satıp çok para kazanıyorlardı." Sayfa 300, 301 ve 302
· Üstün nişancı olan Türk askeri, üstün süvari idi de, doğuştan atlıydı. Bin yıl önce bir Hristiyan müellif, Türkler için: "Atlarıyla beraber doğmuş sanılırlar." demişti. Türk ordusu da esas bakımdan atlı bir ordu idi. Süvarilik meziyetleri XIX. asırda bile üstün kalmıştı.