Hayata Yön Veren Hikayeler...

Yürekteki Yanık

Genç kız, el aynasında makyajını kontrol etti; “-Gayet iyi.” dedi. Güzelliğinden emindi.Çevresindeki erkeklerin pervane olmasından zaten biliyordu güzel olduğunu. Hayatın tadını çıkaran, rahat yaşayan biriydi.
Cep telefonu çaldığında , akşam arkadaşlarıyla hangi eğlence yerine gideceğine karar vermeye çalışıyordu. Telefondaki numaraya baktı, arayan annesiydi.
- Alo…kızım, nasılsın ?
- İyiyim anne. Ne oldu *
- Sana bir surprizim var.
- Surpriz mi ?
- Evet.Çok eski bir arkadaşım, dostum şehrimize gelmiş….
- Eee kimmiş.
- Kim olduğu surpriz. Fakat, onu senin almanı istiyorum.
- Ben mi ?
- Evet, senin iş yerine yakın olan parkı biliyormuş. Parka gitmesini ve seninle buluşmasını söyledim. Senin de parka gidip onu almanı istiyorum.
- Anne, ben böyle şeyleri sevmem, kendin halletsen.
- Kızım 1-2 saatlik bir işim var. Ayrıca seni bebekliğinden tanıyan bir arkadaşım. Seni görünce mutlaka çok sevinecektir.
- Amaaan. Peki peki… Nasıl tanıyacağım.
-Evden çıkarken üzerine giydiklerini tarif ettim.O parkta bazı oturaklar piknik masası şeklinde. Parkın sinema tarafı girişindeki ilk piknik masasına otur. O gelince seni bulacak.
-Tamam anne ..tamam…
- Kızım senden her gün mü bir şey istiyorum.Üniversiteyi bitireli, hele de işe gireli bir fatura yatırmaya bile göndermedim.
- Hemen darılma, tamam dedim ya…
- O nasıl tamam demekse… neyse, hadi o zaman, izin al da çık, bekletme. Ben de işlerimi bitirip hemen geleceğim.
**** **** **** **** **** **** **** **** **** ****
Genç kız , izin alıp çıktı.Kısa bir yürüyüşten sonra parka vardı. Bu parkta daha önce hiç oturmadığını farketti. Arkadaşlarıyla hep paralı,lüks eğlence yerlerine giderlerdi.
Annesinin tarif ettiği, girişteki ilk masayı buldu, boş olan kısmına oturdu. Masanın diğer tarafında bir köylü kadınla, küçük kız oturuyordu. Onlarla aynı yerde bulunmaktan utandığını hissetti. “-Annemin arkadaşı çabucak gelse de, şunlardan kurtulsam” diye düşündü.
Köylü kadın çekinerek seslendi;
- Afedersin kızım, bir şey sorabilir miyim ?
“Kızım” diye seslenmesi iyice sinirlerini bozdu.
- Ne var, adres mi soracan !..
Sert çıkış karşısında kadın sesini alçalttı;
- Hayır kızım, başka bir şey soracaktım.
- Sizin gibi cahiller ya adres sorar, ya para ister.
Köylü kadının kızaran yüzüne aldırmadı bile. O sırada şık ve lüks giyimli, orta yaşlı bir kadının uzaktan yaklaştığını gördü. “-Nihayet.” diye düşündü. Ayağa kalkıp kadını karşılamaya çalışırken, kadın yanlarından geçip gitti. Somurtarak geri oturdu.
Yanındaki küçük kıza daha sıkı sarılmış köylü kadının gözünden bir damla yaşın süzüldüğünü gördü.Kadın gözyaşını saklamak için diğer tarafa dönünce bir yüzündeki büyük yanık izi göründü. Genç kız manalı manalı güldü;
- Bak kolayca gözyaşı dökebiliyorsun, yüzünde de çirkin bir yanık izi var. Burda ne bekliyorsun geç bir köşeye aç mendilini ağla… Fakat ağlamaya benden bir şey koparacağını sanma, tamam mı…
Kadın dayanamadı;
- Cahil deyip duruyorsun. Ne cahilliğimi gördün. Tanımadığım bir kadına, torununun yanında hakaret mi ettim !
- Oooo... laf yapmayı da biliyormuş
-Anlaşıldı kızım, sen üniversite bitirmiş, çok şey öğrenmiş olabilirsin ama insanlıktan sınıfta kalmışsın. Torunumu okutmak için uğraşacaktım. Fakat seni görünce vazgeçtim.
Yaşlı kadın, küçük kızı alıp masadan kalkarken, boşalan yere doğru şık giyimli bir kadın yaklaştı. Cevap vermek için hazırlanan genç kız zengin giyimli, şık kadını görünce uzaklaşan yaşlı kadına cevap vermekten vazgeçti. Yaşlı kadın geriye bakmaya çalışan küçük kızın başını eliyle engelledi.
**** **** **** **** **** **** **** **** **** ****
Bir süre sonra, genç kızın annesi parkta yanına geldi.
- Merhaba kızım, Zeynep teyzen nerde ?
- Kimse gelmedi anne. En son bir bayan geldi, yanıma oturdu. O da sadece dinlenmek için gelmiş biriymiş.
- Allah Allah !... giyindiklerini çok iyi tarif etmiştim, seni nasıl bulamadı anlamadım. Yanında küçük bir kız olacaktı.
Genç kız bir an durakladı.
-Küçük bir kız mı ?
- Evet
- Anne !. biz zengin, kültürlü insanlarız. Herhalde arkadaşın da zengin, kültürlü biridir, değil mi ?
- Kültürsüz değil ama zengin değil.
- Sakın bana köylü bir kadın olduğunu söyleme.
- Köyden gelen kadına ne denir ki !..
- Oh… iyi iyi, köylü kadınları karşılamaya beni gönderiyorsun.
- Kızım, o kadına bir borcumuz vardı. O zamanlarda borcumuzun karşılığı bir şey veremedik. " - Gün gelir, bir ihtiyacım olduğunda , ben kapınızı çalarım". Dedi ve işte bu gün kapımızı çaldı.
-Ne istiyormuş ?
- Torununu okutmamızı istiyor. Baban şimdi arabayla gelip hepimizi alacak, kayıt için okula ***ürecek.
- Anne , o köylü kadına ne borcun olabilir ki, anlayamadım ?
Annesi, kızının öfkeli ses tonuna dayanamadı;
- Kızım, sen bebekken biz köydeydik.
- Eee…
- Sana yıllar önce bahsetmiştim, köydeyken evimiz yandı, biz de inekleri,atları,tarlaları neyimiz varsa hepsini satıp köyden göçtük, demiştim.
-Evet, hatırladım.
- O yangınla ilgili bir ayrıntıyı, seni üzülebilir veya seni evde yalnız bıraktığımız için darılabilirsin korkusuyla anlatmamıştık.
- Herhalde şimdi anlatacaksın…
- Baban evde yoktu, ben de su doldurmaya köy pınarına gitmiştim. Lodos mu ne diyorsunuz, işte o rüzğar bazen ters esiyormuş, yukardan aşağı filan. Sen beşikte uyuyorken rüzğar bacadan içeri esince közler ocaklıktan tahtalara sıçramış, yangın başlamış. Pınar yerinden dumanları görüp koştuğumda alevler heryeri sarmıştı. Birazdan yıkılacak gibi görünen eve yine de girmek için atıldığım anda Zeynep teyzen kucağına seni almış olduğu halde dışarı fırladı. O sahneyi hiç unutamam; onun kucağından seni aldığımda o çığlıklar atıyordu…
- Niçin ?
- Seni kurtarırken, sağ tarafı yanmıştı. Gelince görürsün sağ yanağında ağır bir yanık izi var. Çok acı çekti çook. Dur ağlama, seni bu kadar üzeceğini bilmiyordum. Tamam kızım, bak makyajın akıyor, ağlama. Hah !.. baban da geldi. Fakat Zeynep teyzen hala bizi bulamadı…
 
Yolcu


Yağmur çiseliyor.
Gecenin sessiz ve en karanlık saati.Otogar salonunun açılıp kapanan kapılarından, hoş bir yağmur serinliği uyku yüklü yüzlere çarparak küçük kıpırdanışlara dönüşüyor.Beklentiler, camlardan dışarılara,su akıntılarına karışıp gidiyor.Bekleyenlerse, akreple-yelkovan arasında hep bir ân’ın gelmesini gözlüyorlar..Bir türlü dolmuyor akreple- yelkovan arasındaki boşluk…Çaylar içiliyor…Acı, bayat demli çaylar,yanında simitler, poğaçalar...Olmadı akşamdan kalma gazeteler karıştırılıyor.Nafile!
Derken hemen yanında, kendisi gibi saatin karşısına dizilmiş bekleşen yabancı yüzlere, bir tebessüm ümidiyle uzanıveriyor gözler. Uykuya gömülmüş mağlup yüzlerde tutunacak tanıdık bir şeyler arayarak… Yarım bırakılmış yaşam parçacıkları belli belirsiz çırpınıyor valizlere yapışmış ellerde...Söylenememiş son sözler, kekremsi çaya rağmen boğazlara düğümlenmiş.Yutkunmak bile güçleşirken,şehrin damarlarına karışan hatıralar acıtıyor boğazları.Her şey tadını yitiriyor bekleyişin serinliği karşısında.
Yağmurun rüzgarla dansı sürerken bir poster asılıyor gözlerime.
Birkaç metre ötede kendi kendine konuşan o adam ….
Geriye kıvrılmış, biraz da ak düşmüş saçları ve bütün düğmeleri iliklenmiş paltosuyla bastırılmış bir isyanı andırıyordu duruşu.Aklıma Sait Faik ustayı getiriyor . “Hayatın ve gecenin bir öyküye sunduğu kahraman işte bu!” diyorum kendime. “Her mekanda bir öykü gizlidir...” Tipik bir şizofren olabilir.Çünkü insanlar daha baştan kapamışlar kapılarını.Dışlamışlar onu… “Sen bizden değilsin!”Diyorlar bedenleriyle. “Git, bir öyküye kahraman ol.Ama uyandırma bizi uykumuzdan!”.Kendinden başkasına tahammülleri kalmamış sanki bu insanların.O ise ne olduğunu bir türlü anlayamadığı ve haliyle uyum sağlayamadığı yapay ilişkiler ağından kendini soyutlamış içimizden biriydi sadece.Hepimiz gibi onun da bir hikayesi vardı.Bize anlatacak çok şeyi belki….Ama bir dinleyeni çıkmamıştı…Kim kimi gerçekten dinliyor ki zaten…Ansızın karşılaşmalarda bile bildik sorular dökülmüyor mu dilimizden,cevapları belli olan?..
Dışarıda inceden bir yağmur çiseliyor.Üstüne çekiyor bulutları üşüyen şehir.Kaldır şu sokak lambalarını.Işığı görmesin gözlerim.Mağaralara,mağaralara koşuyor şehrin insanı. Işığa koşacak bir meczup bile çıkmıyor içlerinden.
Yolculuklarla incelen yüreklerin kıyısına vuruyor yağmur.Sırası gelen yolcuyu karanlık sinesine çekerek…Her giden sonraki için bir muştu sanki.Çok geçmeden yenileri geliyor gidenlerin yerine.Geliyorlar, uzun yol yorgunu bedenlerini yağmurun saydamlığına tutarak.
Yağmur çiseliyor.
Bir rüzgar esse,uçup paltosuna yapışacağım o adamın.Bir kar tanesi gibi hafifliyor ellerim çantamı kavrarken.Amansız bir pusuda yitirilmiş bir yaşamın kokusu sinmiş olmalı bu paltoya.Dinlesem bin isyan şiiri çıkar ondan.Suskun ve birbirinden kaçan gözlerin göremeyeceği güzellikte şiirler…Ayağa kalkıyorum.Birkaç baş hafifçe bana çevriliyor.Ne önemi var ki…Haykırsan bile duymayacak kulakları olduktan sonra…
Gülümsüyorum.O da gülümsüyor.Tanıdık biri gibi bakıyor gözlerime.Bir şiirin iki ucundan tutuyoruz sanki.İçimi ısıtıyor gülen gözleri.
“Hancı !”diyor bana , yağmuru andıran içli sesiyle.Ürperiyorum.Ben hancı değilim.
“Uzaktan geldim yorgunum hancı…”
Gönlümün döşeğini açıyorum sana yabancı.
Döşeğine uzanıp ellerini ensesine atıyor sevinçle.Bağdaş kurup oturuyor,kalkıp üzerini düzeltiyor.
Siyah beyaz bir fotoğraf gibi kalıyorum duvarda.Gülümseyen solgun bir resim…O hiç durmuyor.Resmimin önünde ayak uçlarına kadar yükseliyor. Cebinden bir şeyler çıkarıp bakıyor-konuşuyor-gülümsüyor.Bir mektup olabilir mi?...Hani insanın alınacağı geliyor. “Ne var böylesine gülünecek?”diye.
Demiştim… O kendi dünyasında cânânıyla baş başa bir yağmur gezintisindeydi belki …Kadıköy sahilinde bir akşamüstü, hayatında sevdiği tek kadını takmıştı koluna.Aheste aheste yürüyorlardı.Yürüdükçe uzuyordu sahil.Bitmiyordu …Denizlere değmeden geçiyorlardı kıtaları.Yağmur kuşları konuyordu omuzlarına.Sarmaş dolaştılar.Saat falan yoktu bileklerinde. ‘Akreple –yelkovan arası’ diye bir şey de…Unutmuşlardı yeryüzünü.Hiç kimsenin bilemeyeceği kadar mutluydular...Hiç kimsenin bilemeyeceği kadar âşık…Değilse neden bu kadar çocuksu olsun gülümseyişi?
Çok geçmeden mavi önlükleriyle çocuklar doluşuyor içeri.
O mu çağırdı acaba?
Yağmur daha bir coşkulu yağıyor.Yılkı atlarıyla yarışıyor rüzgar.
Gülümseyen adama doğru koşuyor çocuklar,ellerinde çiçeklerle.Bir ışık demeti gibi süzülüyorlar yağmurdan ve geceden.Saati gösteriyor bir yolcu. “Daha vakit var!” diyor. “Zamanından önce nasıl giderler?”
Koşup yetişmek istiyorum onlara. “Beni de alın aranıza,beni de…” Aklıma bir mısra geliyor,çözemiyorum dilimin şifresini.Kalakalıyorum öylece yağmurun ortasında.
Gidenler, birer şiirdi daha çok.Ve daha çok kalabalıktı bekleyenler.
 
Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek

[align=center]Öğretmenin adı bayan Dicle'ydi ve 5.sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün onlara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Bu mümkün değildi, çünkü orada en önde,
sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı.
Adı Göksel’di. Bir önceki yıl, Dicle öğretmen, Göksel'i gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü ve Göksel mutsuz da olabilirdi.
Çalıştığı okulda Dicle öğretmen, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti ve Göksel'in bilgilerini en sona bırakmıştı. Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı.
[/align]
[align=center][size=medium]Çünkü; [/SIZE]
[/align]
[align=center][size=medium]Birinci sınıf öğretmeni: [/SIZE]
[/align]
[align=center]"Göksel zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi huylu... Ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı.

İkinci sınıf öğretmeni:
"Göksel mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor.." diyordu.

Üçüncü sınıf öğretmeni:
"Göksel annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer
bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek.“ diye yazmıştı.

Dördüncü sınıf öğretmenine gelince:
"Göksel içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti.
[/align]
[align=center]Şimdi Dicle öğretmen sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış süslü kurdelelerle paketlenmiş yeni yıl hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Göksel'in armağanı
kaba kahverengi bir kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı. Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi.
Bazıları, paketten çıkan sahte taşlardan yapılmış, birkaç taşı düşmüş bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar, fakat Dicle öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı.
[/align]
[align=center]O gün okuldan sonra Göksel Dicle öğretmenin yanına gelerek; "Öğretmenim, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi.
Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vazgeçerek onları eğitmeye başladı. Göksel'e özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekasının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Göksel sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu.
[/align]
[align=center]Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına karşın Göksel, onun en sevdiği öğrenci olmuştu.
Dicle öğretmen 1 yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Göksel'dendi. Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu.
[/align]
[align=center][size=medium]Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti. Notunda liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve Dicle öğretmen’in halâ hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu. [/SIZE]
[/align]
[align=center][size=medium]Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Göksel'den. O arada zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarfetmesi gerektiğini yazıyordu. Ve Dicle öğretmen halâ onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi. [/SIZE]
[/align]
[align=center]Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve halâ Dicle öğretmen onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi.
Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu.
Göksel ARMAĞAN Tıp Doktoru.

İlkbaharda bir mektup daha aldı Dicle öğretmen. Göksel hayatının kızıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Babasının birkaç yıl önce öldüğünü, Dicle öğretmenin düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu. Tabii ki oturabilirdi.
Dicle öğretmen törene giderken özenle sakladığı birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı, Göksel’in ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümden sürmeyi de ihmal etmedi.
Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Göksel, onun kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler öğretmenim, kendimi önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için de..." diye fısıldadı.
Dicle öğretmen gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Yanılıyorsun yavrum... Ben değil, sen bana öğrettin.
Seninle karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum..!!
[/align]
[align=center][size=medium]HAYATTA BAZEN BİLDİĞİMİZİ SANDIKLARIMIZ ÖĞRENECEKLERİMİZİ[/SIZE]
[/align]
[align=center][size=medium]BAZENDE ÖĞRETTİĞİMİZİ SANDIKLARIMIZI BİZE HEP ÖĞRENCİLERİMİZ GÖSTERİR.[/SIZE]
[/align]
[align=center][size=medium]HAYATTA ÖĞRETMENİNİZ KADAR ÖĞRENCİNİZDE DEĞERLİDİR.[/SIZE]
[/align]
[align=center][size=medium]ONA DEĞERİ VERECEK KİŞİ GENE AYNI KİŞİ...[/SIZE]
[/align]
 
Ateş Nevruzu

Yine bir mart sonu idi. Yüksek yerlerde kardelenlerin; kırlarda çiğdemlerin nevruzların, açıldığı ve yavaş yavaş kaybolmaya başladığı; otların bahar yağmurları ardından toprağı süslediği zamanlardı. Günlerin uzamasıyla birlikte, okuldan sonra kalan zaman içinde köye yakın olan yerlere arkadaşım Umut’la çıkardık. Misk gibi kokan rengârenk kırlarda koşuşturarak çiğdem, nevruz ve diğer çiçeklerden toplardık. Annelerimize ve ertesi gün öğretmenlerimize armağan olarak ***ürürdük. Önceki gün Umut’la hiç ve anlamsız bir konu yüzünden tartışmıştık. Öyle bir tartışmıştık ki, birbirimize küfürler ederek saldırmıştık. Araya başkalarının girmesiyle bu kötü gayeye ulaşamamıştık. Hani ya iyi de olmuştu, böyle olduğu. Ama aramızda bir kırgınlık doğmasına sebepti de bu. Gerçi darılsak bile, göz göze gelince eriyordu, içimizdeki bahar buzu gibi dargınlıklar. Ertesi gün, darılmış olmamıza rağmen, kavgadan önce kırlara yine beraber çıkma konusunda anlaştığımız Umut’u okul çıkışında bekledim. O kadar beklememe rağmen ortalarda yoktu. Teneffüslerde de karşılaşmamıştık. Sınıf arkadaşlarına sorduğumda, okula gelmediğini söylediler. Doğrusu çok meraklanmıştım, niye gelmediğini bilmediğimden. Ne olursa olsun mutlakâ gelirdi okula. Devamsızlık yapmazdı aslâ. Tek başıma gitmeye karar verdim kırlara o gün. Tertemiz hava ve misk koku rahatlatıyor ve dinlendiriyordu insanı. O gün yalnız topladım kırlardan, renk renk bahar çiçeklerini. Bu çiçekler içersinde en çok sevdiğim; bizim oralarda adına “ateş nevruzu” denilen ateş kırmızısı rengi çoğunlukta olan nevruzdu. Bu nevruz her yerde ve her zaman olmazdı. Adına “bellek” dediğimiz özel yerlerimiz vardı, oralarda olurdu. Sürekli oraları tâkip eder ve ateş nevruzunun çıkmasını beklerdik. O gün o nevruzlardan epeyce toplamış ve arkadaşımın da benimle olmasını ne kadar istemiştim, ama kısmet değilmiş. Zira Umut da çok severdi, ateş nevruzunu. Daha doğrusu büyük/küçük sevmeyen yoktu bizim oralarda. Eve geldiğimde annemden arkadaşımı sordum. Annem üzgün bir şekilde arkadaşımı, bir boğanın akşam sokakta vurduğunu ve çok ağır yaralı olduğunu söyledi. O kadar üzüldüm ki, anlatamam. Üzerimi bile değiştirmeden hemen onlara koştum, kavgayı ve dargınlığı unutarak. Hattâ “barışırız bu vesileyle” diye, aklımdan geçirerek kapılarını çaldım. Kapıyı annesi açtı. “Geçmiş olsun” diye başladım söze, olayın ve Umut’un nasıl olduğunu sordum ardından. Bizimkilerin anlattığı şekilde anlattı annesi. Umut’un yatağına doğru vardım. Umut kendinde değildi. Ne dediği de anlaşılmayacak şekilde sayıklıyordu. Yanına sokuldum ve kulak verdim ne dediğini anlamak için. “ateş nevruzu, ateş nevruzu” diye, sayıkladığını, çok hafifçe de benim adımı söylediğini işittim. Hayretten donakalmıştım. Annesi, babası, kardeşleri başucunda ve üzgün bir şekilde nöbetteydiler ama ne değini anlayamıyorlardı. Hemen oradan ayrılıp eve koştum. Topladığım ateş nevruzu demetini alelacele alarak Umut’lara geri döndüm. Başucuna bir su bardağına yerleştirdik. Umut’un, ayıldığı zaman görebilmesi için. Yarım saat kadar yanında kaldım ve daha sonra ayrıldım, içim parçalanarak. Ertesi gün babasının Umut’u kasabaya doktora ***ürdüğünü duydum. Doktor durumunu iyi görmemiş. Muayene ederek ve , bâzı ilaçlar vererek göndermiş. Sanırım bir hafta kadar yattı Umut, kendine gelemeden. Bir ara kendine geldiğinde, bardak içinde solmaya yüz tutan ateş nevruzlarını göstermişler, hafifçe gülümsemiş ve yeniden dalmış. Kendine geldiği günü tâkip eden günün sabahı, saat sekiz sularıydı sanırım, bir salâ sesi duyuldu, yürekleri ürperten. Hasta yakınları olanları korkutan. Salâ bitimini tâkiben Umut’un vefât ettiği haberi verildi. Umut’un öldüğüne inanamıyor, hattâ inanmak istemiyordum. Ölüm haberi beni o kadar üzmüştü ki anlatamam. Bizim köyde , hattâ çevre köylerde duyan ve üzülmeyen kalmamıştı. Çok sevdiğim arkadaşımla ebediyen dargın olarak ayrılmıştık, bu beni kahrediyordu. Diğer yandan da adımı sayıklamış olması beni mutlu ediyordu. Çok gece uykusuz kaldım bu yüzden; yıllarca normalleşemedim. “Ömrü o kadarmış ve hayat devam etmek zorunda” diyerek, kendimi teselliye çalıştım sürekli ama, çok zordu onsuz yıllar. O yıldan sonra çok istememe rağmen bir daha çıkamadım kırlara. Her bahar çocukların kırlardan topladığı ateş nevruzunu ellerinde gördükçe Umut’u hatırladım. Canım yandı ve gözlerim doldu. Çoğu kez gözyaşımı içime akıtarak ağladım. Ateş nevruzu ve Umut; yaşadığım sürece hiç unutamayacağım sevdiklerim, benim. 18.03.04
 
Maraşın Cezbeli Gülleri

Çoğu tanıdığınız olan ve tanımadıklarınızla da burada tanışacağımız Maraş’ın Cezbeli Gülleri’ne, neden “Maraş’ın Delileri” başlığı atamadığımızı, Onlarları tanıdıkça anlayacaksınız. Ayrıca belirtmeliyim ki, bu başlığın altına uzun bir giriş yazısı yazmıştım. Ancak onlarla pek uğraşılmayacağına karar verdim. Yorum yapmadan, sadece onları anlatmaya çalışarak, bahsettiğim giriş yazısını çıkardım. Şimdi sizi onlarla baş başa bırakıyorum[size=medium].


HACASLANIN DELİSİ


Hacaslanın cezbelisi tabiri daha uygun olur sanırım. O mübarek ne soylu, ne onurlu, ne adil bir deliymiş. Geçmiş zaman kullanıyorum. Çünkü o şu anda yaşamıyor. Benim onun hakkında söyleyeceklerim, daha doğrusu yazacaklarım, o zamanın şehitlerinden dinlediklerim olacaktır.
Mübareğin en önemli özelliklerinden birisi, etrafına daire şeklinde çizgi çizildiği zaman içinden bir türlü çıkılmaz ve gördüğüne yakarırmış beni çıkart diye. Muzip çocuklar hemen etrafını çizerek onu dairenin içinde koydukları zaman bir daha çıkamazmış. Çizgiyi çizen ve diğer bir çocuğun merhametine kalmıştır artık zavallı. Ya da yanından geçmekte olan birisi olacak da Hacaslanın cezbelisini kurtaracak. Ceplerinde ve muhtelif yerlerinde asılı soğan ve sarımsak dolu olurmuş. “Beni çıkarın”diye yalvarırken en sevdiği sarımsak topunu uzatır, daireden çıkarılması karşılığı sarımsak veya soğan vermeyi teklif edermiş. Çizgiyi bir miktar silermiş ve oradan çıkmaya çalışırmış. Ama bir türlü sığamaz biraz daha silmeleri için yeniden yalvarırmış. Sonra (kendine göre) sığacağı kadar sildikleri zaman çizginin silinen yerinden, çizgi uçlarına değmemeğe çalışarak dar bir yerden çıkıyormuş gibi yavaşça çıkar ve çıkmasıyla da esaretten kurtulmuşçasına sevinçle oradan ayrılırmış.
Maraş belediyesi ilk defa bazı önemli caddelere sokak lambası takıyor. Ertesi gün bakıyorlar ki bütün sokak lambaları kırık. Yeniden değiştiriyorlar, ertesi gün bakıyorlar ki yine bütün lambalar yerde. Hemen bekçi koyuyorlar. Bekçiler gece bakıyorlar ki ne görsünler.Hacaslanın cezbelisi lambaları teker teker kırıyor. Alıp belediye başkanına ***ürüyorlar. Belediye başkanı. “Bunu kömürlüğe hapsedin diyor” bir gün kömürlükte yatırıp, ertesi gün bırakıyorlar bizimkini. Fakat bir sonraki gün, bakıyorlar ki lambalar yine kırık, haber belediye başkanına ulaşıyor. “Tutun getirin şunu”diyor kızgın bir şekilde. Zabıtalar dağılıyorlar şehre ama, ara ki bulasın Hacaslanın cezbelisini. Yer yarılıyor da yerin dibine giriyor. Ara ara yok. Ailesi de telaşlanıyor. Sonra polise haber veriliyor yok. Daha sonra şehir dışında aramalar için jandarmalar devreye giriyor ama ne çare, şehrin hiçbir yerinde, şehir çevresinde, bir yerlerde yok bizimki. Hemen hemen umudu kesiyorlar.
Ertesi sabah, belediyenin hademeleri sobaları yakmak için kömürlüğe giriyorlar ki ne görsünler Hacaslanın cezbelisi kömürlükte. İlk lambaları kırdığında ceza olarak, kömürlüğe hapsetmişlerdi. Tekrar lambaları kırıp, bu kez kendi kendini aynı cezaya çarptırıyor. Aman yarabbim ne soylu bir deli.



HORTUM


“Maraş’ın Cezbeli Gülleri”” dediğimiz bu mübareklerin ilginç olmayanı yoktur. Ama bunların içinde, en ilginç olanı ve en sırlısı HORTUM’dur. Maraş halkı bir çok kerametini anlatır.
Aslında merhum Şevket BULUT üstat Hortum’u en iyi anlatanlardandır. O söz ustası üstadın sözü üstüne söz söylemek haddimiz değildir. Ancak, bu zamana kadar yazılmamış olan ve o zamanın şehitlerinden dinlediklerimizi, bu dinlediğimiz hikayelerden de birkaç kişinin ittifak ettiklerini yazacağız.
Derler ki; Bir kamyonun Gavur dağından (Nurdağı) aşağıya inerken frenleri patlamış. Şoför; “Yarabbi sağlıcakla kurtulursam Hortum’a on lira vereceğim. Hortum’a sadaka, Yardım et yarabbi” diye dua etmiş. Nitekim kamyon bir vesile ile durmuş. Kamyonun şoförü Maraş’a gelmiş ve Hortumu bularak; “al şu on lirayı” demiş. Hortum adama bakmış; “bana beş lirasını ver, kalan beş lirayı da Adana Küçük saatdaki falan deliye ver” demiş. Şoför “niye” diye sorunca Hortum; “ben kamyonunun önünden tutarken, o da arkasından tutmuştu” demiş. Bunlar halk yakıştırmaları mı, gerçekten Hortum’un kerametleri mi. O tarafı başka. Kim ne derse desin ben bunlara inanmayı seviyorum.
Yine derler ki; Ulu camie Cumaya gelenler, giderken Hortuma sadaka verir camie girerlermiş.Camide namaz anında bakarlarmış ki Hortum ön saflarda bir yerde namazda. Sonra çıkınca dükkanlarda bekleyen çıraklara sorarlarmış “Hortum’u namaza girerken gördünüz mü” diye. Çıraklar gülermiş. “Hortum sürekli buradaydı. O sakat gidemez ki namaza”
Eczacı Lütfen efendi çok severmiş Hortumu. Ulu Camiin tam karşısında eczanesi varmış. Her sabah Hortumu kendi koltuğuna, masanın başına oturtur, kendisi de iskemle ile masanın bir kıyısına yanaşır, Hortumla beraber kahve içerlemiş. Bir gün, askeriyeden Lütfü Efendinin ahbabı olan bir Üst rütbeli subay geliyor. Oturuyor ama rahatsız hortumdan. “Lütfü Efendi”diyor. “sen Maraş’ın Münevverlerinden seçkin bir insansın. Seni anlayamıyorum. Bu pis deli ile kahve içiyorsun, nasıl bir arada olabiliyorsun. Misafirlerini ve müşterilerini hesaba kat kuzum. Bakalım rahatsız oluyorlar mı olmuyorlar mı.” Bu arada Lütfü Efendi. Hortumun ağzının kenarından kontrolsüzce akan salyalarını silmekle meşgul her beş dakikada bir. Hortum “ıııı ıh ıh ııııı” diyerek sert sert adama bakar. Lütfü efendi adama; “kusura bakma dostum. Hortum benim hem arkadaşım, hem de ahbabım. Yanımda kıymeti büyük. Anlatmaya kalksam anlayabileceğini de sanmıyorum.” Der.
Ertesi gün bir astsubay elinde bir reçete ile eczaneye gelir ve bu reçete bir gün önce hortum için Lütfü efendiye bir sürü laf söyleyen subaya aittir. Subay yüz felci olmuştur. Ağzı gözü bir yanda. Bir sene doktor doktor dolaşır subay. Bir türlü bir çaresini bulamaz. Ne ağzındaki tükürüğünü tutabilmekte ne dudaklarını kontrol edip de yemek yiyebilmektedir. Ne yapacağını bilemez. Bir ziyaretinde Lütfü efendi’ye anlatmıştır. Hortum için laf söylediği günün gecesinde rüyasında hortumu görür ve hortum kızgın bir şekilde bakar ve ağzının etrafındaki salyayı eliyle sıyırarak şak diye subayın yüzüne atar. Subay uyanır ki ağzı gözü bir yanda.
Subay bir yıl sonra, biraz etrafın baskısı, biraz da çaresizliğinden, Lütfü Efendinin sürekli “ Aziz dostum şu bizim Hortum ile seni bir araya getireyim de helallik dile, sana hakkını helal etsin, duasını isteyelim, belki faydası olur” ısrarına dayanamayarak “tamam” der ve bir sabah lütfü Efendi Hortumla kahve içerken subayı eczaneye davet ederler. Biraz Lütfü efendi yalvarır hortuma, biraz eczanedekiler ve biraz da subay “hakkını helal et efendi, bana iyileşmem için dua et “ der subay. İlk başlarda Hortum hayır anlamında “ ıııı ıııhhh ıııııhhhhh ıh” derse de. Lütfü Efendinin yalvarmalarını kıramaz ve başıyla evet manasında “ıh ıh ıh” der.
Derler ki albay o sabah yatağından hiçbir şey olmamış gibi eli yüzü eskisi gibi kalkmış. Buradan tayini çıkana kadar da, Lütfü efendinin eczanesinde sabah kahvesi üç kişi ile içilmiş.

Dedem rahmetli bir gün hortuma yanaşıyor eğilerek; “Bir miktar param var nasıl değerlendireyim” diyor. Hortum “samana ver samana ver samana ver” diyor. Dedem şaşkın şaşkın oradan ayrılırken içinden de söyleniyor “delimi divanemi adam, bu seneki kadar hiç bu kadar çok olduğu görülmüş mü kim yüzüne bakar samanın yükü kaç kuruş, bir de paranı samana ver diyor. Asıl deli benim ki gidip hortuma soruyorum.” Ama yine de bir miktar saman fazladan alıyor dedem hayvanları için. O yıl öyle çok kış olmuş ki bizim köyde nisan sonuna kadar kar kalkmadı ve samanın yükü dört katına çıktı diye anlatırdı dedem.


KAMINCI ALİ


Evlere şenlik bir adam Kamıncı Ali (Bu kamıncı, kimyoncu olsa gerek) hayır hayır evlere şenlik değil, sokaklara şenlik. Her geçtiği sokak şenlenir. Üzerinde, omuzlarında ve belinde tel yumağı, demir parçaları, aklınıza her ne gelirse en olmayacak dediğiniz şey elinde ve vücudunun bir yerlerde asılı olur. Yürürken her dakikada bir “avradını” diye yarım küfürle, burnu yerde gameti hafif öne doğru eğilmiş, yola devam eder. “Şaakkk” diye bir ses, bir demir veya tahta kapıya bir taş daha inmiştir. Etrafta sükut. “aman kızdırmayın” Aman yarabbim bir de kızsa daha ne yapardı acaba. İşte sokaklardan geçişi böyle bir merasim Kamıncı Ali’nin.
Bazan da burnu yine yerde, sessiz, ünlü yarım küfürünü biraz uzun aralıklarla tekrarlayarak, yavaş yavaş caddenin ortasından gider. Kimin haddine dokuna, yada bir şey diye. Gelen arabalar bazen kuyruk oluşturur. Zaten o zamanlarda şehirde pek araba da yok. Araçlar yanından yönünden yol bulursa yavaşca süzülür geçer. Bir araba yol bulmak için bir korna çalma yanlışını yapa, o zamanlarda araba camı parası malum. Şimdiki gibi gider gitmez parasını verip taktıramaz da. Önce parasını verecek, camı sipariş edilecek ve bir iki hafta da “arabamın camı geldi mi” diye soracak. Onun için Kamıncı Ali yoldan giderken arkasından korna çalmayı kim ister, ne çıkar bir iki dakika beklemekten. Tabi yiğitliğine güvenen varsa Kamıncı Ali’ye itiraz etsin ya da bir şey söylesin. Faturası malum. İşte sokaklardaki seyri bu Kamıncı Ali’nin.
Bir Pazar sabahı, müdavimi olduğum çayhanenin önünde oturuyorum. Yanımda zaten o mahalleli olan. Osos, oturup çay içiyoruz. Saat 11 falan. Ömrümde en sevdiğim ve sevindiğim günüm o gün. Osos ara ara “ arhadaş arhadaş, emmolu emmolu” diyor. Zevkli bir sohbetteyiz. Bakıyorum caddenin karşısından Salman geçiyor. Deli Salman. Hemen yerden kalkarak yanına gidiyorum. “Salman abi gel kola iç” dayanamaz Salman gazoza. “sarı” der. “ben sarı içerim” bu onun gazoz isterkenki söylemi. Yanıma oturuyor. Seviniyorum, seviniyorum müthiş bir haldeyim. Hemen sarısını söylüyoruz. Osos’a bakıyor ters ters. Osos ürkek ve korkak, çok çekinir salmandan. Salman “bu deli ne yapıyo burada” diyor. Osos Salmana hitaben “arhadaş arhadaş, emmolu emmolu, peh peh peh” diyor. Bu salmana “sen iyisin demek. Salman sanki onun dediğini anlamış gibi Osos’a aldırmaz oluyor.
Biz orada Osos ve Salman ile bir miktar oturduktan sonra. Karşı tahta kapıya bir taş değiyor “şaakkk” diye. Arkasından bir ses “avradını” evet bu o. Kamıncı Ali. (Burada anlatacağım hadiseyi, eğer mahalleden şahitlerim olmasa, anlattığım herkes “olmaz öyle şey” diyorlar) ben oturduğum yerden Kamıcı Ali’yi izliyorum. “ah” diyorum. “ah bir olsa” bilseniz aklımdan neler geçiriyorum. Dua ediyorum Allahıma. “Yarabbi şu mübarek’e bir sakinlik ver nolursun. Bir lütufta bulun yarabbi.” Kamıncı Ali’nin sesi duyulunca herkes pür dikkat Osos ile salman görülmeye değer. Bu arada Kamıncı Ali gelip önümüzde duruyor. Cesaret toplamaya çalışıyorum. Duaya devam. Çayhanenin önünde oturan nahırönü eşrafından birkaç kişi, onlar da dikkatli. Kimse elini bile kıpırdatamıyor. Hangi cam yere dökülecek hangi iskemle kimin başına inecek an meselesi. Cesaretimi iyice topluyorum. Belli belirsiz bir ses ile “Ali emmi gazoz içer misin” diyebiliyorum. Çayhanenin içindekilerde oldukları gibi donmuş durumdalar, garson dahil. Ali emmi bir dakika sessiz. Gayet yüksek bir sesle “ehh” diyor. Garson benim söylediğimi duymuş olacak ki hemen gazozu getiriyor. Kamıncı Aliye vermeye korktuğundan bana uzatıyor. Ben de sessizce gazozu önüne koyuyorum. Bir müddet sonra sigara verme düşüncesi ile elimi kıpırdatıyorum, dik dik bakıyor bana. Her an bir şey olabilir, korkuyorum. Cesaretimi toplayıp, masanın üzerindeki sigara paketinden bir sigara uzatıyorum. Sigaraya bakıyor bakıyor, ben dikkatliyim. “ohh” sigarayı aldı. Sigarayı alıyor da yakması var onu bir de. Kamıncı Ali’nin yanında çakmağı çakma cesareti kimde. Mecburum. Çakmağı yan tarafa dönerek çakıp uzatıyorum. Titreye yakıyor sigarasını. Yakar yakmaz da elime öyle bir tokat atıyor ki, çakmak beş metre fırlıyor. Ben ağrıyan ellerimi oğuşturmaya bile cesaret edemiyorum. Orada bulunan herkes, sanki kekliklerin uğrak yeri olan bir pınarın başında bekleyen avcı gibi. Keklikler suya iniyor da ürkütmemeye çalışıyor gibi herkes ve ortamın kralı da Kamıncı Ali. Bizler aciz ve himmet bekleyen talebeleriz.
Kamıncı Ali, Deli Salman ve Osos’a bakarken bin bir şükür ile bin bir hayal dolaşıyor gönlümde. Önce hemen garsonu çağırıp oraya bir şeyler getirtip onları beslemeyi, sonra karşı lokantaya kadar ***ürüp onlarla beraber yemek yemeyi düşlüyorum ama, keklikler her an uçabilir. Bir kalkarlarsa onları bir daha bir arada kimse tutamaz. Ne yapacağımı şaşırmış, dualar ediyorum içimden.
Kendi kendime “keşke bunları eve ***ürebilsem, anam bize yemek yapsa, beraber yemek yesek, oturup konuşsak. Sonra “neden olmasın” dedim ama nerde bende o cesaret. Salmanı razı etsem, Osos gelmez. Hadi onları razı ettim Kamıncı Ali’yi kim bir yerden bir yere sevk edebile. Dünyada görülmüş şey değil. Hadi Kemıncı Ali’yi ***ürebilsem diğerleri onunla gider mi. Hiç buna cesaret edebilirler mi.
Esas sır burdan ötede. Benim hayatımda her hatırlayışımda “elhamdülillaahhh” dediğim hatıralarımdan birisidir bu.
Nasıl olduysa oldu hala ben de anlayabilmiş değilim. Sadece bir Deli Salmana, bir Kemıncı Ali’ye, bir Osos’a dönüp, bizim ev... yemek... ev... annem.. gibi kelimeler düzenli düzensiz yakarır gibi söylediğimi ve Orman dolmuşlarından birini durdurduğumuzu, hatta çayhaneye para öderken orada bulunan ağalardan bazılarının hesabı ödemeye talip olduklarını ve kabul etmeyerek hesabı aceleyle ödediğimi, en önemlisi de dolmuşcunun bizim akrabalardan birinin olduğu ve “abi sen delimisin ya bu adamlarla ne işin var şimdi ben nasıl yolcu alırım. Bari sizi ***üreyim” diye mızmızlandığını. Sonrada ön camındaki levhaları kaldırarak bizi mahalleye kadar ***ürüşünü hala belirli bir mantığa oturtabilmiş değilim.
Bizim evin kapısını çalarken öyle seviniyor öyle seviniyordum ki, evde sadece anacığım vardı. Zavallı anacığım kapıyı açar açmaz az daha bayılacaktı. Öyle bir çığlık attı ki anlatamam. Meğerse, anacığım bir gün Mahalle hamamı dönüşü, Dumlu Pınar İlkokulunun yanındaki dik yokuştan yukarı kadınlarla topluca çıkarken salman onları taşa tutmuş ve anacığım hem yaralanmış hem de çok korkmuş. Salmanı yeniden görür görmen nerdeyse aklı yerinden çıkacaktı ve hemen içeri kaçtı. Biz ise hep birlikte içeri girip salona oturduktan ve bir miktar ortalığı kontrol ettikten sonra dışarı çıkıp, Anacığıma yemek yemeye geldiğimizi söylediğimde Anacığım bir daha bayılacak gibi oldu. Evde anacığımla ikimiz olduğumuz ve babamla kardeşlerim bağda olduğu halde meğerse anacığım beş kişiyiz düşüncesiyle yemek pişirmiş ve yemek piştikten sonra hatırlamış evde sadece kendisiyle benim olduğumu. İyi olmuş işte yemeğinin kısmetlisi dedim ve tekrar misafirlerimin yanına geçtim.
Hiçbir şekilde o kadar düzenli olacaklarına kimsenin görmeyince inanamayacağı kadar sakin bir şekilde herkes koltuklarına kurulmuş oturuyorlardı. Anam korkusundan içeri giremediği için yere sofrayı ben serdim ve yine kapıya kadar getirdiği yemek sinisini ben ldım ve sofraya buyur ettim. Yine aynı sakinlikte yemeklerini yediler ve herkes tabağında hiçbir şey koymamacasına yemeklerini yediler ve tekrar kalkıp koltuklarına oturdular. En son sofrayı mutfağa ***ürdükten sonra Anacığımdan kahve istedim. Anacığım “oğlum onlar nasıl içsinler kahveyi ellerini üzerlerini falan yakarlar” diye itiraz etti ise de ısrarıma dayanamayarak “tamam” dedi. Yanlarına geldiğimde yine her şey sakindi. Sadece Kamıncı Ali, Anacığımın çok sevdiği, içinde mevl****** döndüğü abajura bakıyordu. Bir dakika geçmemişti ki Kemıncı Ali Kocaman cam kül tablasını abajura çaaatt diye vurmasıyle abajur tuz-buz oldu ve kontak yapan fişi bir anda nasıl olduysa sanki dinamit fitili gibi duvara kadar yandı. Bir anda herkes ayakta ve kapıdan ilk Deli Salman çıktı ve çıkmasıyla da anacığım ile karşı karşıya geldiler ve anacığım kahveleri getirdiği tepsiyi ellerinden bırakıp feryadı bastı. Koridora çıkınca şaşırdılar, belli ki çıkış kapısını arıyorlar ama nereden çıkacaklarını bir anda bulamadılar ve kısa bir panik oldu. Anacığımın yan odaya geçmeye çabalarken kapı önüne yığılıp kalması eni de panikletti. Sadece dış kapıyı açtığımı hatırlıyorum. Oysa ben onları yeniden dolmuşa bindirip şehirden epey uzak olan mahalleden yollamak istiyordum. Kim tuta mübarekleri hepsi ayrı yönlere gittiler kapıdan çıkar çıkmaz. Sadece daha sakin olan Osos’a güle güle Osman emmi diyebildim. Bu arada anacığım, hem ayılmış, hem de arkamdan kapıya gelmiş; “sen akıllanmayacaksın. Vallahi sen bunlardan delisin. Allah akıllar versin oğlum sana” diyordu.



DELİ AHMET


Deli Ahmet, aslen Karadereli. Çok sevimli bir hali var, bakmaya, onunla konuşmaya doyamazsınız. Karadere de yaşarken, bir gün hastalığı nedeni ile Maraş’a getirmişler ve şehrin ihtiş***** görünce bir daha köye dönmedi. Deliler genellikle, köyde yaşarken, şehri bir gördü mü bir daha köye dönmezler. Ahmet de öyle yaptı. Birkaç kere köye getirdilerse de, kendisi tekrar şehri buldu. Zaten şehirde oldukça da fazla akrabası ve köylüsü var ki hiç bir sıkıntı da çekmedi şehirde. Bir süre sonra da ailesi şehre göçtüler.
Ahmet, yürürken sanki bir şeye siniyormuş gibi, ya da elinde tüfekle bir avcının keklik sürüsüne yaklaşmaya çalışması gibi yürür. Bu örneği veriyorum, çünkü Ahmet’in bir miktar da gameti eğri ki uzaktan bakıldı mı biraz eğilmiş sine sine bir noktaya doğru yaklaşıyor sanırsın.
Hiç unutman; bir şubat günü her yer buz ve dehşet bir ayaz var. Yani her yer cam kırığı. O zamanlarda Barbaros mahallesinde oturuyoruz. Ahmet de o mahellede oturuyor. Zaten bizim Karadere tarafından şehre gelenlerin çoğunun evi bu mahallededir. Bakkaldan geliyorum ve bizim eve inen yol yokuş, biraz da acele ile eve iniyorum, felaket soğuk çünkü. Ayağımın kayması ile kafamın yere çakılması bir oldu. Tabirin tam manası ile yıldız saydım. Tam ben o acı içinde kıvranıken, Başımda birinin “ıııhhıhıhıııııı hıııı” diye güldüğünü duydum. Başımın ağrısı yetmezmiş gibi bir de başımdakinin gülmesi. Bakıyorum Ahmet. “Ahmet git işine” diyorum. Ahmet “ıııhıhıhıııhıııı bakkaldan yumurta alsaydın düşmezdin” diyor. Git Ahmet başımdan diyerek kalkıyorum. Tam eve gelip kapıdan girerken bende jeton düşüyor. “Bakkaldan yumurta alsaydın düşmezdin” Tabi ya Ahmet haklı elinde yumurta olan birinin yürüyüş dikkatini düşünün, hele buz üzerinde. Tabi Ahmet bana “ yumurta alsaydın düşmezdin” derken bunları düşünerek bir hesapla mı söyledi onu bilemem ama Ahmet’in söyledikleri tamı tamına doğru.
Ahmet ile ilgili hikayelerin en önemlisi ve trajik olanı da, babasıyla olanı. Babası birkaç ay köyden uzak gidip çalıştıktan sonra eve gelir. Ahmet de bir sevinç bir sevinç uçuyor Ahmet. Babası gelirken karpuz almış somun almış, Ahmet’e yeni giyecek almış. Ahmet sevinçli. Bu sevinç içerisinde dolanırken, babasına birden; baba tavuk yer misin “ der. Babası da sanır ki, evde tavuk pişirilmiş de artanı vardır, Ahmet bana onu getirecek düşüncesi ile, “yerim oğlum” der. Ahmet kaybolur ve beş dakika sonra elinde bir tepsi ile gelir. “Buyur baba” Adamcağız bir bakar ki ne görsün. Ahmet aşağı iner, kümesteki tavuğun altında henüz çıkmış civcivleri alıp bıçağı ile boynunu keser keser tepsiye dizer ve babası tepside civcivleri görünce, lahavle çekmekten başka çare bulamaz.


DELİ MUHSİN


Deli Muhsin çok ilginç bir deli. Çok kültürlü biriymiş gibi konuşur. Belki bir miktar kültürlü de denilebilir. En çok elbisesinin omuzları göğüsleri gibi muhtelif yerlerine düğme dikmekten hoşlanır. En hayran olduğum hali de, birimi öğretti, kendisi mi akıl etti bilemiyorum. Sürekli bir şeyler satar. Ya birinden alır, ya bir yerlerden eline geçirmiştir bakarsın elinde bir tesbih, onu dolandırır satmak için. Satarken de diyelim fiyatı iki yüz elli bin lira ise, “sen bunu al zamanı gelince bir milyon eder” der. Düşünürsün. Evet Muhsin doğru. Bir yıl geçse öyle bir tesbihi almaya kalksan gerçekten bir milyona alırsın. Sürekli sattığı her şey için böyle mantıklı bir şey söyler. Bana çok fazla şeyler satmıştır. Hele birisi var ki bir miktar keramet olarak bakarım ona. O günlerde sürekli evden “kibrit al, çakmağın taşı nemlenince yanmıyor,veya bitiyor öyle kalıyoruz, bir miktar kibrit al bir yerlere koyalım sigorta olarak dursun” diye sürekli tembih ediyorlar. Ben de sürekli unutuyorum. Aradan 2-3 ay geçmiş olacak ki, o sabah biraz alını çizerek söylediler “kibrit al” diye. Nerdeyse evde ciddi bir tartışma çıkaracaktı benim bu unutkanlığım. Haklılardı tabi. İşte o gün Muhsin çalıştığım daireye geliyor ve masanın önünde durarak. “yanından iki yüz bin lira ver şunu eve ***ür bacıma da selam söyle, bu ona lazım olur” diyor ve parayı alır-almaz çıkıp gidiyor. Muhsin gitmeden ben koltuğa yığılıp kalıyorum şaşkınlıktan.
Tabi Muhsin’in beni şaşırtması sadece bu hadise ile sınırlı değil. Bir gün ayaklarımı, masanın ikinci çekmecesini açarak üzerine uzatıyorum. Canım oldukça sıkkın. Hiç de öyle edepsizlik sayacağım şekilde ayağımı uzattığım vaki olmadığı gibi düşünemem bile. İşte tam o andan Muhsin kapıdan giriyor ve “kalk ayağa” diye bağırıyor bana ve daireden çıkıp gidiyor kaşla göz arasında. “Lan sana ne diyerek kapıya çıkıyorum, vali ile burun buruna geliyoruz adeta. Odaya alıyoruz daireyi gezdiriyoruz, sorduğu soruları cevaplandırıyoruz ve verdiği talimatları dinledikten sonra yolluyoruz. Vali’yi Yollar yollamaz Aklıma Muhsin geliyor “ Aman yarabbi. Bir kerameti daha Muhsin’in” diyorum. Gerçekte o halimiz de vali içeri girseydi ve ayaklarımızı uygunsuzca uzattığımız halimizle bizi görseydi ne olurdu. Bir şey olmazdı aslında. Belki vali bir kelime bile etmez, belki de bir laf dokundururdu ama. O anda vali değil odaya kim girse ne kadar ayıp olacağını, hele beni tanıyan birinin, o halimle görse ne sevimsiz olacağını düşündükçe Muhsin’e dua ettim.
Yine bir keresinde yanıma geldi Muhsin çalıştığım daireye. “Abi şu dışarıda bekleyen benim kardeşim, o biraz deli işi olursa yapın olur mu” dedi. İnanın gayet normal ve hatırı sayılır bir adamdı kardeşi. Gülmeden edemedim ve “tamam Muhsin başım üstüne” dedim, adamcağızı çağırttım. Oturduk tanıştık çay içtik, biraz sohbet ettikten sonra gitti adamcağız. Muhsin’e kalırsa kardeşi deli. İşte o gündü, Muhsin; “abi canım sıkılıyor, anam ölücü 30 gün sonra” demez mi ağzından yel alsın Muhsin, o nasıl söz Allah hayırlı ölümler versin dedim. Yıl başının ilk günü idi.
Bir sabah Muhsin’i mahallesinde oturan memur arkadaş telefon açtı sabah işe henüz gelmiştik. “Abi ben bu gün biraz gecikeceğim. Bir cenaze var, defnettikten sonra geleceğim müsaadenizle” dedi. Başın sağ olsun kimdir dedik. Telefondaki memur arkadaş “Abi Deli Muhsin’in anası geçindi sizlere ömür, cenazeyi define hazırlayacak aklı başında kimse yok, kardeşi de İzmir de imiş, benim ilgilenmem gerekiyor” dedi. Ben, karşıdakinin “Muhsin’in anası geçindi” demesi ile donup kalmıştım. Zaten gayri ihtiyari takvime baktım ve 30 ocak. Ne kadar donakalmışım ki karşıdaki “alo, alo… Abi orada mısın” diye ikaz etmek durumunda kalmıştı.
Başta Muhsin için biraz da kültürlü sayılır dedim ya. Muhsin sürekli roman ve senaryo fabrikası kurma hayalinde idi. Nereden duydu ya da okudu bilemiyorum. Sürekli “Abi güzel bir konak, yazarları en üst katında güzel mi güzel odalara koyacaksın, odalara bağlı alt kattaki odalarda daktilograf kızlar, kulaklarında sorumlu oldukları odaya bağlı kulaklıklar. Yazar oradan söylemeye başladı mı takır takır yazacaklar. Al sana yığınla roman ve senaryo. Gönder İstanbul’a çeksinler filmlerini” Ama bir şartı vardı Muhsin’in. Bunu söylerken, öyle bir özlem, öyle bir mahcubiyetle söylerdi ki, “Amma İstanbul’a geldim mi garşılanacam tama mı abi” derdi. O kadar çok karşılanmak isterdi ki, bunu söylerken bile iyice kasılırdı yarı mahcubiyetle.


SALMAN


Tanıyan herkesin onu Deli Salman olarak bilmesine rağmen, Deli Salman demeye yüreğim elvermedi ve başlığımı Salman olarak attım. O’nu size anlatınca niye Deli Salman diyemediğimi anlayacaksınız.
Mahalle aralarında yapılan düğünleri bilirsiniz. Düğün evinin önüne sokağın uygun bir yerine tahta sandalyeler, ortada halay çekilecek şekilde dizilir. Düğün Tekke (Yusuflar Mahallesi) veya Dumlupınar mahallesinde ise, bu manzaranın kıyısında bir yerde, çocuk kalabalığı ve bir hareketliliği gördüğünüz zaman çocukların ortasında oturuyor bulursunuz Deli Salmanı. Büyük bir meşakkatle.
Düğünde her öğün yemek olduğundan, Deli Salman, Düğüne sabah dokuzda gelip gece, düğün o gün sona erinceye kadar oturduğu yerden kalkmaz, etrafında değişen, düğüne yeni gelen ailelerin çocukları olur. Eli sürekli çalışır. Çocukların ellerinde kağıtlar, kartonlar sıra beklerler tabanca yaptırmak için. Salman önce kağıdı orta parmağına sarar ve parmağını çekmesiyle silahın namlusu oluşur. Arkasından kalan kağıtları. Hayranlık duyulacak bir ustalıkla sara sara, tabancanın gövdesini kabzasını meydana getirir, en son kalan ucu ise, yine büyük bir ustalıkla kabzanın sonlarında bir yerde geri kıvırıp kaybeder ve tabanca yapılan çocuktan bir sevinç çığlığı o zaman kopar ve salman da tebessüm ederek tabancasını çocuğa verir.
Her tabancayı bitirip verişinde çocuklar arasında küçük bir kargaşa olur. “Salman emmi sıra bende. Salman emmi sıra bende” diye. Bu hal bazen kavgaya bile varabilir. İşte o zaman salmanın sesi duyulur, hatta buna müşfik gürlemesi, paylaması da diyebiliriz. “döööş yok, dööööş yoookkk” diye. Çocukları hemen ayırır. Bu dalaşma esnasında düşen küçük çocukları hemen yerinden kaldırır ve çevresindeki boş sandalyelere oturtur.
Normal yaştaki insanların yanına yaklaşamadığı hatta yanından yakın geçene, sebepsizce yumruğu, yumruğu ulaşamayacak kadar mesafede geçenlere ise eline ilk geçirdiği taşı, kafa göz neresi gelirse esirgemeyen bu adam, çocuklarla o kadar dost idi ki, Sandalyeye oturttuğu çocukların yüzüne; elini tokat atacakmış gibi yaparak belli belirsiz okşarcasına dokundurur. Bunu yaparken salmanın yüzüne baktığınız zaman ölüyor sanırsın. Öyle sevgi dolu olur ki, bayılacakmış gibi bir hal alır, sevdiği okşadığı çocuğa “canım, canıııımmmmmm” derken. 13-14 yaşının üstündekilere, özellikle erkeklere ne kadar acımasız ise, küçük çocuklara karşı o kadar sabırlı ve müşfik, hatta onların esiri olurdu. Zarar vermese de 8-12 yaş arasından da pek hazzettiği söylenemezdi. Ama ancak onlara yaramazlık yaptıkları zaman zarar verirdi. Fakat her şeye rağmen belirli bir dozda olurdu her zaman bu yaş grubuna vereceği zarar.
Bir gün bulunduğu düğüne bir deli geldi. Delinin, düğün sahibinin köyünden geldiği belli idi. Eşraftan birkaç kişi bu garibi ortaya çıkarmışlar, davul çaldırarak oynatıyorlardı. Aslında esas niyetleri oynarken cebine koynuna para koyup sevindirmekti. Deli Salmanın deliye verilen para dikkatini çekmiş olacak ki, biraz da kıskançlıkla; “bu deliyi niye oynatıyorlar” dedi. Bir müddet sonra, düğün seymeninin dikkatini çekti salmanın huzursuzluğu ve birkaç kişi Salmana da para vermek için “ Salman gel beraber oynayın” dediler. Bu arada oynamakta olan köylü deli demez mi “ben onunla oynamam o deli” diye. Başta ben şaşırmıştım, bu daha önce hiç görüşmemiş adamlar birbirinin deli olduklarını nereden bilmişlerdi diye.
Şimdi bu insana, insan güzeline Deli Salman demekte güçlük çektiğimi anlamışınızdır.
Hemen her düğünde çocuklara yönelik sanatını karşılıksız icra eden Salman, henüz genç yaşında (30 yaşında ya var ya yoktu) bir su arıza çukuruna düşerek ayaklarını kırdı ve yatalak oldu.
Ayakları kırılmadan hemen bir iki ay önce benim de şahidi olduğum bir vakıa var ki aktarmalıyım; Sık sık uğradığım bir dükkan vardı Dumlupınar ile Yusufları birbirinden ayıran dik yokuş da. Bir gün salman geldi ve dükkan sahibinden yirmi lira istedi. Dükkan sahibi “git işine Salman sabah sabah ne parası” deme bahtsızlığına düştü. Salman o günden yatalak oluncaya kadar her sabah çarşıya doğru inerken o dükkanın kapısına gelip “paranı bilmem ne yapayım” tekrar akşam dönüşünde yine aynı dükkanın kapısına gelip “paranı bilmem ne yapayım” diye küfretti. O esnaf o günlerde Salman’a ne paralar teklif etti ne diller döktü ama nafile, hiç o adamdan para almadı salman. Dükkan önünde olan yabancılardan aldığı halde. Tek bildiğim o dükkanın şimdi orada olmaması ve o dükkan sahibinin soyundan Maraş da kimsenin kalmamış olması.
Zavallı salman uzun süre yatakta yatmaya tahammül etmeyip de kırık ayakları tam kaynamadan üzerine basınca bir demlik yatalak oldu ve çok yaşamadan genç yaşta vefat etti. Cenaze alayını görenler arkasından, “acaba hangi zengin ölmüş” dediler.


OSOS (OSMAN)

Osman emmi konuşamaz. Onun için, tanıyanlar ona kendi diliyle osos derler. Tatlı bir dili vardır. Çok az şeyi anlatabilir, o da kendi dilinde. Anlatabildiklerinin en ünlüleri; adını sorduğunda “osos, osos, osos” der. Bu Osman demek ve tekrar tekrar söyler. Bir de, “emmolu,emmolu, arhadaş arhadaş,” ne diyorsun yerine ise, uzun bir “hıııııııııhh” Bu söyleyişlerinden dolayı onunla konuşanların çoğu “emmolu” diye konuşunlar. Emmolu da, hemen hemen bir başka adıdır. Osos ile, aynı mahallede bir miktar oturmuş olmam, bir de yakın akrabalarından birinin, benim uzaktan akrabam olmasından dolayı iyi tanırım ve biraz fazla hatıralarım var.
Bu hatıralar içinde biri var ki hala gülmeden edemem. O ramazan çalıştığım daireden mahallelerde bulunan, ve muhtarlar ile bizim daireden görevlendirilen tespit komisyonun bildireceği muhtaçlara yardım yapılıyordu. Önce ilan edilmiş müracaatçılar daireye gelip müracaatını yapıyor, ilgili araştırma yapıldıktan sonra ertesi gün. Pirinç, mercimek, çay, şeker, yağ, makarna v.s. den müteşekkil gıda paketleri veriyordu ve halk arasında buna, en önemli kalemi pirinç oluşturduğu için pirinç yardımı da diyorlardı.
Müracaatların ilk günü mahşeri bir kalabalık, tabiatıyla yardıma muhtaçların çoğu sakat, hasta ve yaşlı. Hiç laf anlamıyorlar ve çok hassas olunması gereken bir durum. Üstelik bir de ramazan öğleden sonrası. Orada sıra bekleyenlerin canı sıkkın, oruç olmaları da var tabi, bizlerde kısıtlı sayıda memur ile onlardan pek farklı değiliz. Çarçar çabalıyoruz ki kimseyi üzmeyelim, az zamanda oruç ağız çok kişinin işini yapalım. İşte bu hal içinde masamın önünde Osos bitiveriyor. Beni görür görmez tanıyor ve sevinçle gülerek, “emmolu piiç, piiç” diyor. Bu emmolu pirinç demek yani pirinç istiyor. “be be be aç aç emmolu piiç piiiç” diyor. Bunu da anladık bebeler aç emmolu pirinç ver diyor. Tamam da hadi Osman’a anlat müracaatını verip yarın alacağını. Ne mümkün. Bebelerini anlatmadan geçemeyeceğim.
Osos oldukça geç evlendi. Mahalleden birkaç hayır sahibi ve bazı akrabalarının himmetiyle bir hatun bulundu ve osos’u everdiler. Kısa zamanda da eşi hamile kaldı ki, osos’u görmeye değerdi mahalle mahalle dolanıyor, her gördüğüne kendi karnını sıvazlayarak “ be be be, kız ol ana oğ, oğ baba” diyor. Yani bebe bekliyoruz. Çocuğum kız olursa anamın, oğlan olursa babamın adını koyacağım diyor. Kurban olduğum Allah görüyor ve biliyor. Nitekim osos’a rabbim aynı anda hem ana hem de baba veriyor.
Biz yine daireye dönelim. Osos’a ne kadar “Osman emmi sen evraklarını bırak git yarın muhtar seni getirip yardımı alacak” diyorum. Nafile, kime diyorsun. Osman emmi “piiç piiç piiiççç” diyor da başka bir şey demiyor. Sıra bekleyenler homurdanıyor. Bazı aklı başında olanlar da izaha kalkıyor ama ne fayda. Allahım affetsin bir kusurum olduysa, aklıma bir fikir geliyor ve bir parça kağıt alıyorum. Hasan KEKLİKÇİ’nin adını, çalıştığı şirketin adresini yazıp eline veriyorum ve “Osman emmi buraya git sana pirinç verecekler” diyor ve sıra bekleyenleri osos’dan kurtarıyorum. Osos’u gönderince de Hasan beyin talebe ve bazı gariplere ramazanda bir takım yardımlar yaptığı aklıma geliyor ve teselli oluyorum yaptığından.
Osos gidiyor, eliyle koymuş gibi buluyor Hasan KEKLİKÇİ’nin şirketini. Zavallı Hasan bey çok önemli bir ihale dosyası üzerinde çalışıyor birkaç kişi ile. Karışık ve önemli bir hesap, hem ramazan ve ikindi üzeri. Üstelik Hasan bey de odada bulunanlar da sigara tiryakisi. Bir de o gün yetişmesi gereken 8 ihale dosyası ile akşam mesai bitmeden önce bilmem kaç banka ile mutabakat v.s. Osos kapıyı çalıyor ve kapıyı açan görevli kağıda bakıyor ve Hasan beyin yardım yapacağı gariplerden biridir diye sevabına bekletmeden Osos’u Hasan beye ***ürüyor. Hasan bey şaşkın, Osos aradığı adamı bulmaktan dolayı sevinçli, kağıdı uzatıyor. “piiç piiiççç” diyor. O sinir içinde Hasan beyin yanındakiler kahkahayı basıyor, “Hasan bey bu adam sana ne diyor” kinayeli kinayeli takılıyorlar. Hasan bey yan gözle yazıya bakar bakmaz yazının bana ait olduğunu hemen anlıyor. Osos’un cebine hatırı sayılır miktar bir para koyarak, “Al Osman emmi pirinci bununla alırsın başka şeyler de alırsın güle güle” deyip kapıdan yolluyor.
Osos oldukça sevinçli iş hanından aşağı iniyor ve birinci kattaki dükkanların önünden, benim yazdığım not bulunduğu halde, her gördüğüne “selam selaaammm selam” diyerek giderken berber kalfası kağıdı alır, okur ve bakar ki Hasan bey’in adı yazıyor “gel” der osos’a, asansörden Osos ile çıkarken de Hasan bey’in ilk tıraş olmaya gelişinde, hem de ustasının yanında nasıl bir minnettarlıkla, bu garibi getirmesinden dolayı teşekkür edeceğini düşünür ve gayri ihtiyari boynunu büker mahcubiyet ve gururla. Bu arada asansör durur ve kapıyı açar açmaz Hasan bey ile burun buruna gelirler. Kalfa “Abi bu amca seni arıyordu getirdim” der ve Hasan bey şaşkın, “tamam biz onunla görüştük” der ve asansöre de binmeden, işi çok yoğun ve acele olacak ki aceleyle merdivenlere yönelir.
Akşam telefonum çalıyor ve telefonda Hasan KEKLİKÇİ “Sağ olasın gardaş, eline geçen deliyi bana göndermeye devam et sen. Bir gün Maraş’da ne kadar deli varsa toplayıp, o oturduğun büronun camlarını başına döktüreceğim senin” diyor.









CİP ALİ



Gençliğinde o kadar yiğitmiş ki. Herkes bir yola at ya da araba ile giderken, gidilecek yere Cip Ali elinde bir çubuk bacaklarına şak diye şaklatır, kendi kendine “iiiihhhihihihhhiii” der at gibi kişneyip, bazand a cip gibi “hırn hırrrrnnnnn” der yola çıkar atla yada cip ile gidenlerle aynı zamanda varılacak yere varırmış. Herhalde o zaman yolların bozuk olması ve kendisinin kestirmeden olacaktır at ve ciple beraber varması.
Bir gün bir iddiaya girerler Cip Ali ile. Bir eşeği bir telefon direğinden öbür telefon direğine kadar ***ürürse, yiyebildiği kadar lahmacun ısmarlayacaklar. Cip Ali eşeğin karnının altına boynunu sokup, sağ elleri ile ön ayaklarından sol eli ile arka ayaklarından kavradığı gibi eşeği beş telefon direği arası ***ürür ve namı da o günden sonra artar.
Epey uzun bir süre uzak yerlere ***ürülecek bir haberi ***ürmekte kullanılır ve işini gerçekten de hakkı ile yapar anlatıldığına göre. Sonra bir süre tellallık yapar Maraş da. “Duyduk duymadık demeyin, karamanlı mahallesinden Ahmet ağanın küçük çocuğu kayıp olmuştur. Duyan duymayana haber versin. Gören gördüğü yeri söylesin, bulan getirsin” diye uzun uzun ve kendine özgü çeşitli sayıştırmalarla ilan edermiş.
Bir gün kayıp olan bir inek için tellal tutmuşlar Cip Ali’yi. Çağıra çağıra, dolana dolana ineği bulur sahibine getirir. Getirir de, bir buçuk günden beri kayıp ineğin memelerinin süt ile dolduğunu tahmin eden evin hanımı bakar ki ineğin memeleri bomboş. “Amanın der hanım gavurun adamları sütünü de sağmışlar ineğimin” Cip Ali de bir rahatsızlık başlar. “Keşke ben sağıp içseydim değimli bacı” diye yoklar kadını. İneğin sahibi hanım, “ben zaten sağıp sana verecektim Ali ede” der biraz da sütün başına geleni tahmin ederek. Cip Ali; “zaten sütü bana versen de burada içecektim bacı. İneği bulunca sağıp içtim sütü” der. İneğin sahibi hanım şaşırmadan da edemez o kadar sütü nasıl içmiştir Cip Ali diye.
Derler ki; bazı düğünlerde iddia ile Cip Ali; bir teneke suyu içer, sonra da dışarı çıkıp boşaltırmış ağzından.

Maraş’ın Cezbeli Güllerinden bir-kaçı idi bunlar. Ne cezbeli Güller gelip geçti bu şehirden. Nice cezbeli güller de gelip geçecek. Çoğunun sırrını ve kıymetini bilmediğimiz gibi belki şehre onların getirdiği bereketin farkında bile olmayacağız. Deli deyip geçeceğiz belkide. Hiç gülün yanından ilgisizce geçilir mi. Hele gül cezbeli ise.Üstelik biz gül medeniyetinin çocukları güllere ilgisiz kalamayız değil mi.
[/SIZE]
 
ÖTEKİ BENLE SOHBET


- Ruhunun derinliklerinden kopan sessiz çığlıkları duy! Hayatın dış
sesleri bu derinden kopan çığlıkları bastırır çoğu zaman. Haydi,
birleştir işaret parmaklarının ucunu ve durdur zamanı. Kendini
dinle! Kendini bilmenin yolu, kendini dinlemekten geçer çünkü.

- Ama insan kendine hiç vakit ayıramıyor, ne olduğunu bilmediğin bir
kargaşanın içinde yaşayıp gidiyorsun. Bazen `yeter, ben oynamıyorum'
demek geliyor içimden. Yalnız kalmak istiyorum, kimse bana birşey
söylemesin, benden birşey istemesin, telefonu kapatayım inzivaya
çekileyim. Peki olası mı bu? Olasıdan da öte, sağlıklı mı?

- Hayat sana kurallarını dayatamasın, sen kendi kurallarını koy
hayatın önüne!

- Olmuyor her zaman işte, çevrendekilere göre de yaşamak zorundasın…

- Öyle bir mecburiyet yok aslında, o bizim kendimize sunî olarak
dayattığımız bir şey, bir vehim, bir yanılsama. Ama bu kadar çok
kişi tarafından paylaşılınca aynı vehim, de facto gerçeklik
kazanıyor.

- Ama insan çevresine karşı ne kadar duyarsız olabilir???

- Çevre dediğin; televizyon, gazeteler, bestseller'lar, markalar,
sermaye piyasaları, internet…Bunlar modern çağın ilahları! Bizden
kendilerine secde etmemizi falan istemiyorlar belki ama sahip
olduğumuz en kıymetli şeyi talep ediyorlar: ZAMAN!! Hani ilkel
insanlar yiyecek, altın, vs. sunarlardı tanrılarına. Biz de modern
çağın ilahlarına ZAMANIMIZI sunuyoruz!

- ……

- Bu bir duruş meselesi, istenirse karşı koyulabilir. Özgur irade ve
akıl…Bu iki gücüne yeniden sahip çıkmayı öğrenmeli insan! Hayır
demek istiyorsan "Hayır!" , Evet demek istiyorsan "Evet!"

- Ya bak, ben senin dediklerini yapmak için o kadar savaştım ki
ailemle, ama görüyorum ki insanları değiştiremiyorum. İnsanlar
senden ilgi alaka bekliyorlar, senin de onlar gibi olmanı
istiyorlar. Yani senin dediğin, benim de çok istediğim birşey; ama
ütopik!

- Bu bir tercih meselesi. Matrix'i beraber izledik senle. Orada
Neo'yu hatırla. Hangi hapı alacağına sen kendin karar vereceksin.
Kırmızı veya mavi, karar senin!

- Peki ya ikisini de istiyorsam?

- Ayaklarin zincirlerle bağlıyken göklere kanatlanamazsın! Bak, sana
bu konuyla ilgili çok anlamlı bir mesel anlatayım: Köyün birinde
suyundan içenlerin delirdiği bir kuyu vardır. Gün olur, zamanla
köyde bulunan herkes bu kuyunun suyundan içe içe delirir, sadece bir
tek kişi kalır geriye. Fakat o da dayanamaz sonunda ve delireceğini
bile bile o kuyunun suyundan içer…

Durum bu değil mi sence? Türkiye'yi düşün, bizim 1830'lardan beri
Batı medeniyetine dühul etme arzumuz mesela, bu değil mi? Söyle!

- Yalnız kalmak korkusu…

- Evet, aynen öyle. Yalnız kalmaktan korkuyoruz. Türkiye de yalnız
kalmaktan korkuyor. Dünya nezdinde, konuşmaları hiçbir anlam ifade
etmeyen bir kocakarı olmaktan korkuyor. Ya da şöylesi daha doğru,
evde artık lafları ciddiye alınmayan bir yaşlı nine gibi
İslam. "Batılı dostlarımız alınmasınlar diye hazinelerimizi
gizlemeye çalıştık. Sonra da unuttuk hazinelerimiz olduğunu..."
Yalnız kalmanın alternatifi, af buyur `******laşmak' olmamalı!
Plato'nun mağara alegorisini bilirsin, değil mi?

- Gölgeler..

- Evet. İnsanlığın durumu, o alegoride ayaklarından zincirlerle
bağlı olanlar degil mi? Hayatın rutini dediğimiz, -izlediğimiz bile
diyemeyeceğim- bize izlettirilen gölgeler. Hepimiz zincirlerle
bağlıyız. Marx, eksik söylemiş doğrusu.

Matrix'te kalmak ya da kalmamak, işte bütün mesele bu. İnsanlık
olarak ya lağıma doğru gideceğiz, ya da…

Geleceğe dair ümitvârım yine de. Referansım Mevlâna: "Bu kainatta
insanların suyu aradıkları gibi su da insanları arar…"

Hepimiz suyu arıyoruz. Su da bizi. Gün gelecek, kavuşacağız…

Şimdi, o vuslat anı için hazırlanmak vaktidir.
 
Kanser Hastasının Son Anı

Dünya hayatının en çetin imtihanlarından biri de, gerçeğe yaklaşmakta çekilen zorluklardır. Çünkü beyinlerimiz maddi olaylarla yıkanmış, gözler görmediğine inanmaz olmuş, bu yüzden de dualarımız bile samimiyetini kaybetmiştir. Aslında her insan, başta rüya gerçeği olmak üzere bir çok kere madde ötesindeki esintileri farkeder. Veya birçok kere madde ötesinden yansıyan mânâ gücünün varlığına şahit olur. Fakat kuvvetli bir imana sahip olmayan insan, madde ötesi gerçekleri nefsin ve şeytanın tesiri ile ya görmezlikten gelir, ya da "tesadüf" der geçer.

Ben, kırk yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya şahit olanlarla birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım. Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size nakletmek istiyorum.

Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurtdışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkânı bulamamıştı. Serap'ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da Allah'ın izniyle iyileştiğini gördüm. Ancak Serap'ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk beş yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir işkadını olan Serap, dört yıl kadar sonra bir ihale için İzmir'e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine altı saat karda mahsur kalmış. Dönüşünden kısa bir süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap, bacak kemiklerindeki metasaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu.

Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:

- “Doktor bey” dedi. “Ben size...dargınım.”

- “Niçin” diye sordum.

- "Siz... dindar... bir... insanmışsınız... niçin... bana... da, Allah'ı... ölümü... ahireti... anlatmıyorsunuz?"

Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için, bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. Onu üzmemeye çalışarak:

- "Doktorlara ulaşmak kolaydır”dedim. “Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın..."

Konuşmaya mecali olmadığından "ben o isteği duyuyorum" mânâsında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbî tedavinin yanısıra, ebedî hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve son günlerini yaşayan Serap için bu dersler "hızlandırılmış öğretime" dönüşmüştü.

Anlattığım iman hakîkatlarini bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.

Vefatına bir hafta kadar kala:

- "Doktor bey” dedi. “Ben...ölürken... ne...söylemeliyim?"

- "Senin durumun çok özel" dedim.

Kelime-i şehâdet sana uzun gelir. O anı farkedince Muhammed (s.a.v) sana yeter."

O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı.

Çok ıstırabı olduğu için Serap'a sürekli morfin yapıyor ve O'nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim.

Dönüşümde annesi telefon ederek :

- "Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor." dedi.

- "Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor."

Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hâlâ unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum.

- "Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste "Muhammed" diyemezsem?"

İşte Serap, böyle bir hanımdı.

Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer birkaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmamasını rica etti. Ben hiç âdetim olmadığı hâlde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap'ın âcizliği hürmetine olacak ki, salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim.

Ertesi gün ona: -"Hiç korkma!" dedim. "İğneyi vurdurabilirsin."

Ve Serap, bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde, son sorusunu sordu:

- "Doktor bey...Azrail...bana ...nasıl...görü..necek?"

- "Kızım," dedim. "O bir melek değil mi?

- “Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir."

- Salı günü Serap'ın ağırlaştığı haberini alınca hemen evine gittim.

Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam mânâsıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:

- "Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!" dedi ve devam etti:

- Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve "yataktan kalkması imkansız" denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık.

Ve kelime-i şehâdet getirerek vefat etmeden biraz önce de:

- "Doktor bey'e söyleyin, dedi. Azrail, O'nun söylediğinden de güzelmiş !!!”
 
Bırakınız Işığınız Yayılsın

Uzaklarda küçük bir kasabada genç bir adam kendi işini kurdu. Bu, iki caddenin köşesinde bir perakendeciydi. Adam dürüst ve dost canlısıydı, insanlar onu seviyorlardı. Ondan alışveriş yapıyorlar ve arkadaşlarına tavsiye ediyorlardı. Adam bir yıl içinde bir dükkandan, Amerikanın bir ucundan diğerine uzanan bir zincir yarattı.



Bir gün hastalanıp hastaneye kaldırıldı. Doktorlar az zamanı kalmış olabileceğinden endişe ediyorlardı.Üç yetişkin çocuğunu yanına çağırdı ve onlara bir görev verdi:



İçinizden biri yıllar boyu uğraşarak kurduğum şirketimin başına geçecek. Hanginizin bunu hakkettiğine karar vermek için, her birinize birer dolar vereceğim. Şimdi gidip bu birer dolarla ne alabiliyorsanız alacaksınız, ama bu akşam geri döndüğünüzde paranızla aldığınız şey hastahane odamı bir uçtan bir uca doldurmalı.



Çocuklar bu başarılı şirketi yönetme fırsatı karşısında heyecana kapıldılar. Üçü de şehre gidip parasını harcadı.



Akşam geri döndüklerinde babaları sordu:



"Birinci çocuğum, bir dolarla ne yaptın ?"



Çocuk cevap verdi:



"Arkadaşımın çiftliğine gittim, bir dolarımı verdim ve iki balya saman aldım."



Sonra odadan dışarı çıktı, saman balyalarını getirdi, açtı ve havaya savurmaya başladı. Oda bir anda samanlarla dolmuştu. Ama biraz sonra samanların tamamı yere indi ancak babanın söylediği gibi odayı bir uçtan öbür uca dolduramadı.



Adam sordu:



"Peki ikinci çocuğum, sen paranla ne yaptın ?"



"Yorgancıya gittim. İki tane yastık aldım.



Bunu söyleyen çocuk, yastıkları içeri getirdi, açtı ve tüyleri bütün odaya dağıttı. Zaman içinde bütün tüyler yere düştü, böylece oda yine dolmamıştı.



"Sen üçüncü çocuğum, sen paranı ne yaptın ?" diye sordu adam.



"Dolarımı cebime koyup senin yıllar önceki dükkanın gibi bir dükkana gittim.Dükkanın sahibine parayı verdim ve bozmasını istedim. Dolarımın 50 centini çok değerli bir şeye verdim. 20 centini şehrimizdeki iki yardım kurumuna bağışladım. 20 centte kiliseye verdim.Böylece bir onluğum kaldı. Bununla iki şey aldım.



Çocuk elini cebine atıp bir kibrit kutusu ve bir mum çıkardı. Işığı kapatıp mumu yakınca oda mumun yaydığı ışıkla dolmuştu. Oda samanla veya tüyle değil, bir uçtan öbür uca ışıkla dolmuştu.



Baba memnundu;



"Çok iyi oğlum. Bu şirketin başına sen geçeceksin, çünkü yaşam hakkında çok önemli bir şeyi, ışığını yaymayı biliyorsun. Bu çok güzel.

 
Sağlam Taşlar

Hikayemiz, Kellog Business School’da (Northwestern Üniversitesi) iş idaresi master öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer :



Profesör sınıfa girip karşısında duran, dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra, Bugün Zaman Yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan kürsünün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve bu kavanoz doldu mu? diye sordu. Öğrenciler hep bir ağızdan Doldu diye cevapladılar.



Profesör Öyle mi? dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırıkn taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha bu kavanoz doldu mu? diye sordu. Bir öğrenci dolmadı herhalde diye cevap verdi. Doğru dedi.



Profesör gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve bu kavanoz doldu mu? diye sordu. Tüm sınıf bir ağızdan "Hayır" diye bağırdılar. "Güzel" dedi Profesör kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı. Sonra öğrencilerine dönerek bu deneyin amacı neydi diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır diye atladı.



Hayır dedi Profesör, bu deneyin esas anlatmak istediği Eğer büyük taşları baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsın gerçeğidir.



Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken Profesör devam etti;

Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayalleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin.
Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiçbir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Buda iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacaığınızı gösterir...
 
Asıl Fakirlik


Günlerden bir gün bir baba ve zengin ailesi oğlunu köye ***ürdü. Bu yolculuğun tek amacı vardı, insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek. Çok fakir bir ailenin çiftliğinde bir gece ve gün geçirdiler.

Yolculuktan döndüklerinde baba oğluna sordu,

"insanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?"

"Evet!"

"Ne öğrendin peki?"

Oğlu cevap verdi, "Şunu gördüm: bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlarınsa sonu olmayan bir dereleri. Bizim bahçemizde ithal lambalar var, onlarınsa yıldızları. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlarsa bütün bir ufku görüyorlar."

Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı.

Oğlu ekledi, "Teşekkürler, baba, ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!"
 
Eski Aşk Yaraları

Yoksun işte, ölümüne özlemini çekiyorum şimdi. Gittin, hayatımdan düşlerimi, anılarımı sarsarak ve tekmeleyerek kalbimin kapılarını ardına kadar... Yağan yağmurlara, esen rüzgarlara, açan güneşe de aldırmıyorum artık. Günlerin tadı yok, sular da akmıyor.

Göçüp gitti uzak diyarlara sevgi kuşları... Yağmurla da konuşmuyorum artık, nehirlere de anlatmıyorum derdimi. Ayrılık denizine düşmüş, tersine kürek çeken şaşkın bir denizci gibi kalakalmışım yorgun dalgalar arasında... Rüzgar da esmiyor, kahretsin...
Yokluğun ölüm gibi, yokluğun işkence. Sensiz ellerim, bedenim, ayaklarım üşüyor, buza dönüyor hayatım … Uçup gidiyor kırlangıçlar, uzaklara giden hayallerimin peşinden. Turnalar da gidiyor, bir ben kalıyorum bir ben, böyle çaresiz, böyle kimsesiz. Kahretsin...

Omuzları düşmüş basamaklardan inerek hiç bir mutluluk kıtasına varılamıyacağını anladım. Anladım ki, herkes kendi yarasını kanatır içinde ve her acı bir başka acıya açılan kapıdır aslında...

Bir zamanlar saçların gönül bahçemin çiçekleriydi; okşadıkça, dokundukça kokulu güller açardı yüzünde. Bakmaya, dokunmaya kıyamazdım... Ellerini her tuttuğumda sonsuz bir sevinç kaplardı yeryüzünü, gökyüzünün bütün yıldızlarını tutup başına taç yapmak geçerdi içimden, yetmezdi gücüm...

Bir zamanlar sevdası vardı bu dağların, yüreğimi ısıtan, acılarımı yumuşatan, dünyayı mutlu gösteren bana, her yüzüne baktıkça dinlendiren beni, ısıtan buza kesmis ellerimi, gözlerimi ufuktan doğan güneşe bağlayan. Bir sevdası vardı bir zamanlar bu dağların, unutamayacağım, gençliğimi paylastığım, sevincini yaşadığım... Gittin, hepsi terkedip gitti beni...

Yoksun işte, yitirdim içimde gülen o sevdalı çocuk gözlerini. Anladım ki, içinden kayıp bir adamın dalgın bakan gözleridir hüznün diğer bir adı, bu karanlık soğuk gecelerde.

Hani sözcüklerin bile yetersiz kaldığı zamanlar vardır ya, ordayım işte. Anladım ki, bütün yıldızların karardığı gece sevinçlerin tükendiği yerdir.
İç çekmenin başka bir anlamı var mı başka dillerde? Ben susuyorum, öpülmemiş zaman girdapları kemiriyor dudaklarımı. Anladım ki, bütün iççekişler sevgililerine kavuşmayan sevdalıların hüzünlü gözlerine benziyor, yaşamın kıyısında kırılmış tomurcuklara...

Yoksun işte, uzandığımız her nehirde bir mutsuz yaşamın tortusu seyrediyor şimdi. Sen ki, benim yaz yağmurumdun, güz güneşimdin. Şimdi eski aşk yaraları dökülüyor ömrümün kıyılarına, terkedilmişliğin hüznü vuruyor sulara... Anladım ki, her gidiş bir dönüşü anlatmıyor... Her aşk bir mutluluğu...

Gözlerime bakan herkes anlıyor acı çektiğimi. Sır tutamıyorum artık yüzümün hüznü ele veriyor içimdeki fırtınayı. Yalnızlığı vurup sırtıma karda üşüyerek, düşe kalka yollarda gidiyorum işte bilmediğim, tanımadığım dönüşü olmayan bir yere... İstedim ki beklemesin, bilmesin beni hiç bir hatıra...
 
Avuçlarımızın Arasından Kayıp Gidiyor Aşk

Avuçlarımızın arasından kayıp gidiyor aşk....
Hadi! Koşsana arkamdan, durdursana beni, çekip alsana girmek üzere olduğum dönüşü olmayan yollardan... Sarılsana, tutsana ellerimden sımsıkı, yakalasana avuçlarımızın arasından kayıp gitmekte olan aşkı... Şimdi uzanıp tutmazsan yitireceğiz onu. Ve öyle bir acı, öyle doldurulması imkansız bir boşluk kalacak ki geride; bir daha asla eskisi gidi olamayacağız ikimizde... Ve koyamayacağız bu aşkın yerine bir daha hiçbirşeyi ve hiçkimseyi... Güzel günlerimiz de olacak belki, mutlu da olacağız... Ve hatta yeniden aşık bile olacağız başkalarına ama bu başka! Ne olur göz göre göre bu aşkın avuçlarımızın arasından kayıp gitmesine izin verme... Bak! Sana hala yalvarıyorum; hem de yaptığın bunca şeye, ve içimdeki onca kırgınlığa rağmen... Çünkü ben bu aşkın büyüklüğüne, güzelliğine ve sonsuzluğuna acıyorum... Çünkü ben emek verdim bu aşk için! Gözyaşlarımla yaşattım onu, acılarımla, umutsuz umutlarımla, kalp kırıklıklarımla, fedakarlıklarımla büyüttüm... Kanımla, canımla, soluğumla taşıdım onu bu güne... Ve şimdi böyle basit kayıp gitmesine seyirci kalmak istemiyorum avuçlarımdan... Sen emek nedir bilir misin? Hiç emek verdin mi bir aşkı koruyup yaşatabilmek için? Hayır! Eğer vermiş olsaydın senin için bu kadar kolay olmazdı herşey... Emek vermiş olsaydın bir aşkın kaderi dudaklarından çıkan birkaç acımasız söz tarafından belirlenmiş olmazdı... Emek vermiş olsaydın sen de mücadele ederdin! Biliyor musun, hayatta insanın emek verdiği, olmasını çok istediği ve bunun için deli gidi uğraşıp didindiği bir şeyin acuçlarının arasından kayıp gitmesini seyretmesi kadar acı bir şey olamaz! Ama sen nereden bileceksin ki? Hiç gerçekten emek verdiğin bir şeyi kaybettin mi? Hayır! Eğer kaybetmiş olsaydın bazı şeylerin değerini çok daha önce anlardın... Yine de herşeye rağmen ben razıydım kabullenmeye.. Ömür boyunca bu aşkın yükünü tek başıma çekmeye razıydım! Hiç şikayet etmeden, senden yardım etmeni beklemeden bu yolda yürümeye razıydım.. Ama olmadı... Son kez yalvarıyorum sana; ne olur izin verme bu aşkın avuçlarımızın arasından kayıp gitmesine...
 
Başlamadan Nasıl Biter?

Radyodaki müzik kasmış dı iyiden iyiye.Zaten bir huzursuzluk vardı ikisinde de.üstüne trafiğin sıkışıklığı,havanın sıcaklığı,birde kadının kadınsal rahatsızlığı da eklenince iyice ortam çığırından çıkacak durumda gözükmekteydi…

Bu gün önceden planlandığı için geri dönüşü de yoktu bu akşamın..

Aslında ikisi de ne konuşulacaklarını önceden biliyorlardı,ama birbirlerine söylememişlerdi ve bu gece de her şey ne olacaksa olacağına varacaktı..arkada korna sesi öküzzz diye bağırmalar adamı iyice çileden çıkardı ….yarım yamalak okkalı bir küfür savurdu arkadakine ve oralı olmammış gibi davrandı….kız şaşkın bir vaziyet de aaaaa diye şaşırdı…sen.sen neler duyuyorum,nasıl küfredersin,,ne kadar ağzın bozuk diye adama çıkıştı.adam kızdan daha şaşkın, ya ne demek…araba kullanma psikolojisi diyecek oldu….kız daha da abart dı…gerçek yüzün bu galiba…dedi belli belirsiz.

Trafiğin rahatlamasıyla ok gibi fırladı adam.deli gibi araba sürmeye başladı..Biran önce gitmek varmak niyetinde gibi…kız daha da paniklemeye başladı ..ne yapıyorsun sen,düzgün kullansana,ne biçim adamsın,delirdin mi diyerek ağlamaya başladı..

Aslında hiç bunlar hesap da yok du ikisi de ne güzel konulardan bahsedecek,sevgiden aşkdan yana paylarına düşenleri konuşup paylaşacaklar,duygularını söze dökecekler.başlangıc kesinleşecek di.

Adam ben…diyecek oldu,kız konuşacak bir şey kalmadı diye sözünü kesdi…kız gerçi …dedi…adam da evet gerek yok dedi…adam arabayı uygun bir yerde durdurarak peki dedi…kız kapıyı açtı indi ve gitti.
 
Bir Gurbet Hikayesi

Ali İle Kezban çilek topladıkları bahçenin kenarında duran çam ağacının gölgesinde dinleniyorlardı. Yaptıkları işin yorgunluğu ile çocuklarının özlemi onları alıp ***ürmüştü. Ali üzelerinde uçuşan ve sonra koluna konan kör sineğin acısıyla irkilirken, körsineği öldürmek için olanca gücüyle koluna bir şaplak indirdi. Tokatın çıkardığı ses Kezbanı dalıp gittiği düşten çekip çıkardı bir anda. “Ne yapıyon?” dedi Zeynep, umursamaksızın ‘’kendini mi dövmeye başladın şimdide.’’ “Nasılda bildin gız!” “Seni de döveyim istiyon mu?” dedi Ali öfkeli öfkeli. Bu söze Kezban’ın biraz içerlendiği belliydi. “Sende heç şakadan anlamıyonki be gadın, seninle konuşmak da olmuyo vala.’’

Öbür Faslı ve Türk aileleri çoluk çocuklarıyla, ellerinde sepetlerle durmaksızın çilek topluyorlardı. Ali, “şunlara bak” dedi “Avrupa’yıda geldiği yerlere çevirdiler, gebermecesine çalışıyolar, Hollanda’lının gözüne girmek için sankinem eşek yarışı yapıyolar’’ deyip kızgınlığını belirtti.

Sonra aralarında derin bir sessizlik oldu. Şimdi ikisi de köylerini ve köyünde bıraktıkları çocuklarını düşünüyorlardı. Karın tokluğuna çalışan ırgatları, yazın her tarafta vızıldayan sinekleri. Ne kadar da çok sinek vardı köylerinde, sinekleri bile özlemişlerdi. Buram buram tütüyordu köyleri gözlerinde.

Baharda yaylabaşının yamacında davarın inişini, gübre kokusunu, sonra munzur’un yaylalarına oba oba göçüşü, yaylalarda hayvanları sağmaya giden kadınların bağrışmaları, süt bakraçlarının çıkardığı sesler, toza belenmiş üstü başı yırtık çocuklar, keçilerin, koyunların, kuzuların meleyişleri doluyordu kulaklarına. Gün batımında çağıl çağıl akan suların sesi, serin serin yellerin esişi bile bin özlem tutuşturmuştu yüreklerinde. Şimdi düşlerinde yalnızca köylerine gitmenin sıcaklığını yaşıyorlardı...

Sessizliği Ali’nin köyünde iken eski pilaklarda öğrendiği bir türkü böldü, Bülbül ne gezersin garip ellerde/ yokmudur vatanın illerin hani. Eşinin söylediği bu türküye katılırcasına “ya biz ne arıyok bu ellerde gurban, bizim işimiz ne ki buralarda.’’
‘’Ekmek, yaşam, çoluk çocuğun geleceği’’ diye ekledi Ali...

‘’Bırakalım ekmeği, yaşamı Hollanda’nın olsun, biz köyümüze dönek gurban olduğum’’. ‘’Bir tas çökelek, bir kuru ekmeğe razıyım, yeterki çocuklarımla olayım, kimsenin açlıktan öldüğü görülmemiştir’’ deyip gözyaşlarını tutamadı Kezban.

‘’Varalım yalvaralım ağalara, beylere, toprağımıza, yalvaralım munzur suyuna, tanpınara, derelere, çeşmelere sulayın diye toprağımızı, verin rızkımızı. Bir selam bile vermeden geçip gitmeyin yanımızdan, boşuna akmayın denizlere. Kezban’ın bu sözleri çölde esen bir yel gibi yitip gitmişti uzaklara...’’

“Olmuyo Kezban gadınım olmuyo yalvarmak çözüm değil ki, yalvarmaynan çorak toprağımıza akmazki zap, fırat, munzur suyu, merhamet inmez ki gökten yüreğine beylerin, ağaların. Memlekette bütün çarklar onlardan yana dönüyor. Zamanında yedirmişler, içirmişler hökumat adamlarına tapulamışlar köylünün taşını, toprağını üzerlerine...”

Ama bir yolu olmalı bunun, bir çözümü olmalı, zap, fırat, munzur suyu topraklarımıza fışkırmalı kıraç topraktan, umutlarımız boy vermeli toprağa, çekip gitmeli ağası, beyi. Atalarımızın terleriyle yoğrulan ve şimdi kuruyan topraklarımıza düşmüş tohumlarımız bitmeli kadınım... Bitmeli gurbetliğimiz, hasretliliğimiz, acımız...’’

Ali Hollanda’ya geleli tam 10 yıl olmuştu. 5 yıl çalışıp ancak karısının başlık parasını ödeyebilmişti. Kezban da 10 yılı aşıyordu kocasının yanındaydı. Henüz çiçeği burnunda gelin iken iki çocuğunu da yazıda çalışırken doğurmuştu... Çocuklarını anasının yanında bırakıp Kezban’ıda almıştı yanına Ali. Kaç yıldır Ali işsizdi Zeynebin fabrikada çalışıp aldığı maaşla ancak geçimini sağlayabiliyorlardı, gerçi İstanbul da yıkık bir gecekondu satın alabilmişti ama ne yapabilirdi ki, kupkuru evle. İstanbul da iş lazımdı, aş lazımdı, para lazımdı, neye ve kime güvenip dönecekti, neye güvenecekti...

Ali uzandığı yerden doğruldu, yanıbaşında duran termostan bir su doldurup kana kana içtikten sonra, karısına uzattı. Karısı yüzünü yıkamakla yetindi, ‘’şu memleketten çekip gidebileydik bir kere’’ dedi, ‘’çekip gidebileydik çoluk çocuğumuzun içine. Allahtan başka bişeycik istemezdim...’’

‘’Al�*, nasıl gideriz Kezban gadınım ne yüzle, gitgide batağa gömülüyok, ah bir kaç kuruş para edebileydik dururmuyduk buralarda dersin’’ ... ‘’Sen ne diyon Allahını seversen! Benim yüreğim yanıyo, yüreğim.’’ dedi, Kezban kocasına çıkışır bir şekilde...

Ali oturduğu yerden karısına öyle bir anlamlı ve çaresiz baktı ki. Ali nin bakışları Kezban’ın yüreğini yakıp geçti. ‘’Biraz daha bekleyelim be kadınım Allah kerimdir...’’ ‘’Bende biliyom, taş taşımıyom ya kalp taşıyom herhal, benimde yüreğim yanmıyomu sanıyon, bende bu dinsiz imansız yerde kahrolmuyom mu dersin?. Ama başka çare mi var, elden ne gelir ki...’’

Kocasının öyle ezik bakışı Kezban’ın yüreğini burktu, içinde sanki bir ses cız etti, yüreğinin derinlerinde sanki bir parça koparılıp alınmıştı... Oysa gerçeği kendiside biliyordu. Gözgöze geldiklerinde hafif bir ürperti bütün vucudunu sarstı Kezban’ın, Yüzündeki tebessüm, dudaklarının altındaki ince kıvrım, yüreğinin derinliklerinde ince bir sızı bırakıyordu. Tuh dedi kendi kendine hayıflandı, kocasını üzdüğüne pişman olmuştu...
Yanı başlarında hızla geçen bir trenin sesi duyuldu ama sessizliği bozan bu gürültüyü duymuyorlardı bile. Anılarına gömülüp gitmişlerdi yine...

Gözlerini alabildiğine uzanan verimli bahçelere ve düz arazilere dikmişlerdi. Sönmeye yüz tutmuş anılar uyanıyordu belleklerinde, çok gerilerde kalmış yaz günleri canlanıyordu...

”Haydi herif toparlan da gidelim, bu günlük yeter bu kadar, Allahın günü bitmedi ya...” Akşam olmak üzereydi ama Ali hala çilek topluyordu sepetine. Topladıklarının kilosuna göre para alacaklardı. Kezban’ın seslendiğini duyunca ‘’oh’’ diyerek doğruldu. Kocasının bu öldüresiye denilebilecek çalışma temposuna bir türlü ayak uyduramamıştı Kezban. Sabahın köründe kalkıp yemeği ve azığı hazırlıyor, kocasını çağırıyordu, ardından bir kaç dilim peynir ve ekmekle çaylarını çabucak yudumlayıp çıkıyorlar, gün batımında dönebiliyorlardı ancak.
“Karanlık basmasa dahada çalışacak bu herif” diye geçiriyordu içinden.
Bunaltıcı nemli havanın etkisiyle ikisi de terden sırılsıklam olmuşlardı. Arada bir dikilip derin derin soluk alıp rahatlamaya çalışıyorlardı.

Ali, güneş batmak üzereydiki, çantasını omuzuna asıp, ağacın altında duran termosu da alarak, kendinden önce evin yolunu tutan Kezban’ın peşine takıldı. Her ikisininde yüreklerinde tarifi imkansız bir huzursuzluk ve sıkıntı vardı, ama biribirlerine açılmaktan korkuyorlardı. Aralarında geçtikleri bahçelerin her bir meyvesi üzerinde bir dünya kurup, umutlar içinde kurdukları bu dünyaya, fasulyelerin kargıya sarıldığı gibi sarılıyorlardı...

Evin kapısını açtıklarında bir kaç resmi zarfın dışında birde telgraf içeri atılmıştı. Kezban’’ın okuma yazması olmadığı için böyle şeyleri pek bilmezdi. Ali, karısının uzattığı telgrafı görünce yüreğinin içinde bir tel koptu sanki. Tedirginliğini karısına yansıtmamak için tüm cersretini toparlamaya çalıştı. 10 yıllık gurbetlik hayatında ilk olarak bir telgraf alıyordu. ‘’Yoksa kötü bir haber mi var’’ dedi. ‘’Aman be dedi ‘’bende neler düşünüyorum..’’ Allah esirgesin ded�* içinden, ama bir kez korku düşmüştü Alinin yüreğine, tedirginliğini Kezban’a belli etmemek için tüm gücünü toplayarak titreyenn elleriyle telgrafı açmaya çalıştı, açar açmaz benzi sapsarı oldu, dizlerinin bağı çözüldü ve düşmemek için olduğu yere çömeldi...

Telgrafta ‘’Oğlun Ahmet gölde boğuldu acele gelin yazılıydı’’. Kocasının durumunda bir şeyler sezinleyen Kezban avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

Ali, bu haber karşısında acıdan kaskatı kesilmişti. Ne duyuyor, ne konuşabiliyor, ne de ağlayabiliyordu. Karısının haykırışı karşısında ne yapacağını bilmeden yığılıp kalmıştı evin orta yerine. Gözleri bir noktaya çakılmış dalgın dalgın duvarlara bakıyordu, biten umutlarının tüm soğukluğu ile...

O an içinin yandığını hissetti, utandı kendinden, dirayetli olmadığından, karısını teselli edemediğinden utandı... Dedesinin sözlerini anımsadı Ali. ‘’Hayat derdi bir garip yeldir, bazen tatlı eser, bazen acı. Acıyı tatmadan tatlıyı, tatlıyı tatmadan acıyı bilemezsin’’... Ama her şeye rağmen direnmek vardı...

Kezban’ın feryatları betonların ürkünç yankıları arasında bir yerlere ulaşmadan kaybolup gidiyordu. Kezbanın gözlerinden süzülen yaşları evin altı bile kabul etmiyor, manalı ağıtlara hiç bir şey cevap vermiyordu.

‘’Vay kara yazgım vay!.. Ne olacak şimdi benim halım! Yaban ellerde şimdi ben ne yaparım!..’’ diye ağıtlar yakıyordu Kezban...

Kezban’ın feryatlarından tedirgin olan Hollanda’lı komşuları, polisi arayarak bu acılarını bilmedikleri, ağıtlarını anlamadıkları insanları karakola çektirmek zahmetinde bulunmuşlardı. Taa ki bir tercüman bulunup duruma açıklık getirilinceye kadar...

Polisler yardım etmeye çalışsalarda, onlar tedirgin, şaşkınlık ve diken üstünde gibiydiler. Türkiye’ye gidip gitmeme konusunda kararsız dolaşıp durdular.

‘’Nedir bu başımıza gelenler’’ deyip biribirine sarılıp epeyce ağladılar. Karı koca en kara günlerini yaşıyorlardı.
Ağlamaktan yorgun düşüp uyuya kaldıklarında fecirdi.
Ve gün yavaş yavaş ağarıyordu. Kuşlar her zamanki gibi ötüyor, güneş her zamanki gibi yine evin içine doluyordu.

Kara haber tez duyulur derler, az sonra hemşeri, tanıdık, ahpap ve dostları teselli etmeye çalışacaklardı.

İki sarhoş kahkaya atıyordu biraz ilerde.
 
Güvercin



Belki de ressam olmalıydım. Güzel resimler çizebilirdim tuvallere. Van Gogh kıskançlıktan çatlardı belki, tuvaldeki renklerimin göz alıcılığını görünce. Peki ya Dali ne yapardı? Saçını başını yolardı belki, rüyalarını kendinden daha iyi resmeden biri var diye. Papirüs kâğıdına yazılmış bir mektuptu yaşamım. Rengini yaz bulutlarından almış kadar beyaz bir güvercinin kanadı altında sakladığı, ta uzaklardan getirdiği bir pusulaydı belki de yaşam. Resim, doğanın taklidi değil miydi? Ama isterdim boyamayı doğayı doğallığına dokunmadan.

Sanat, haksızlığa karşı kullanılan bir silah mı? Yoksa kabullenmek mi içinde yaşadığımız haksızlıkları? Her mevsimden ayrı bir oyun çıkaran çocuklar gibi koşuşturarak yaşıyorum.
Havanın soğuğu her şeyi kendi içine gömmüş, sıcak yaz gecelerini bekliyordu pusuda. Etrafta ne bir kuş sesi ne de bir sinek vızıltısı vardı, garip bir mezar sessizliği sarmıştı her yanı. Aşklar da uyumakta, kuşlar da, yaşamdaki canlılık da... Yorgun bir günün dinletisi ile meşgul tüm canlılar. Yüzüme fırlatılan bir bardak soğuk su ile ayılmışım şizofren sıkıntılarımdan. Hava kasvetli, günün başlamasını istemiyorum. Yorgunum, vakitsiz uyandırılmış gibi sinirliyim. Bungun derbederliğimle yokuşlara tırmanmanın zorluğuyla solumaktayım. Parklarda sessizlik, doğada suskunluk, dışarıdaki kalabalık, evdeki yalnızlık içimde uğultulu kasırgalar estirmekte. Sonbahar vurmuş ağaçların dallarını.

Yürüyorum, yavaş yavaş.
Yarı ormanlık yarı dağlık bir tepenin eteklerindeyim. Yolumun üzerinde, bir ağacın altında oturmamı bekleyen eğri büğrü, kayadan kopmuş kocaman bir taş görüyorum. Hava soğuk. Üşümüyorum, ellerim buz kesmiş, ama soğuğu hissedemiyorum. Ağacın altına, sanki oraya benim için konmuş taştan koltuğuma kuruluyorum. Ağzımdan çıkan buhar, üşümem gerektiğini hatırlatıyor bana. Nereden, hangi ağaçtan kopardığımı hatırlamadığım bir çöple eşelemeye başlıyorum nemli toprağı nedensizce. Rüzgar, perçemimi savurup yüzüme atmakta. “Olsun,” diyorum, “ isterse, burada donarak öleyim....” derin derin nefes alarak kendimi doğanın kucağına salıvermişken. “Bu kadar güzel bir müziği uzun süredir dinlememiştim.” Rüzgarın tınısı enstrümantal bir müzik gibi ruhuma işliyor. Güzel şeyler düşünmem gerektiği için mi mutluyum, yoksa güzel şeyler düşündüğüm için mi mutluyum, anlamayamıyorum. Kendimle söyleşmekteyim bu dağın eteğinde bir başıma. Dağın tepesinde kar var. Düşüncelerim ulaşılmaz bir doruğa çıkma telaşında, sürekli gerileyerek tırmanmaya çalışan dağcılar gibi. Vazgeçmek yok. Üşümeye başlıyorum. Sırt çantamdan çıkardığım eşarbımı başıma dolayınca, yalancı bir sıcaklık yayılıyor içime.

Allı güllü bu eşarp, hamamda eşyalarımın arasına karışmış, bir Kürt kadınındı; ondan yadigar diye saklarım o gün bu gün. Kadının adı, Heval’di. Birlikte paylaşmıştık bir avuç bulguru aynı locada.
Soğuktan morarmış parmaklarımı umursamıyorum. Bir film setinde gibiyim. Yaşamın o en anlamlı film setlerinden birinde geçirmekteyim sanki zamanı, keyifli, mutlulu, öfkeli...

Önümde bir okyanus şekillenmeye başlıyor; dalgalar, Magellan’ın gemisini devirircesine azgın ve öfkeli. Öyle, gözümü dikmişim bir noktaya, kıpırdamadan bakıyorum, donmuşum sanki.
Ayağa kalkınca görüyorum, iki adım ötedeki beyaz güvercini. Yalnızlığımın yanı başında büyüleyici güzellikte bir güvercin. Sırt üstü yatmış. Yanına gittiğimde fark ediyorum ölü olduğunu.
Tekrar oturuyorum yerime. Termosumdaki çayı içmek istedim birden. Yere indirdiğim sırt çantamı açıyorum. Şeker de katmıştım termostaki çaya. Çalkalıyorum termosu, şeker karışsın diye. Çaydan aldığım yudumlarla kendime geliyorum, nerede olduğumu unutmuşum sanki; dağılmış düşüncelerimi toparlıyorum. Sahi neden gelmiştim buraya? Kendi ellerimden tutup kendimi yalnızlık tünelinin bir köşesine getirmiştim. Beni buraya sürükleyen hikayem neydi? Belki de bir anının peşinden sürüklenmişimdir ta buralara...

Yanımda sevgilim, omuzlarıma dayanmış. Elimi tutmak istiyor; istemiyorum ben. Yanımda olsun yeter, diyorum. Başımı dayayınca omzuna, yüreğimi titretsin istiyorum. Mutluyum, ürperiyorum da. Ruhumu ısıtıyor sevgilim, şu an yanımda olmasa da.
Bıraktığım yerde unuttuğum bakışlarımı, bir karıncadan peşine taktığımı fark ediyorum. Başımı kaldırıp, yanı başımda yatan güvercine ***ürüyorum sonra, bir tören havasıyla. Beni kendisine çekiyor adeta. Bir sigara yakıyorum, ayağa kalkıp yakınına gidiyorum güvercinin. Başka bir gökyüzünde tek başına uçuşan güvercinleri görüyorum düşüncelerimde. Sürüler halinde uçuşuyorlar. Yakınlaştıkça içime bir korku yayılıyor. Neden ölmüş bu güvercin? Neden? İşte cevapsız sorularıma bir yenisi daha ekleniyor. Sonra, onu incelediğimi fark ediyorum. Büzüşmüş iki bacakta sekiz parmak. Hala güçlü kanatlar. Küçücük, cansız kafası masumca yana kıvrılmış. Nereleri görmüş kim bilir, nerelerde kanat çırpmış yaşarken? Belki de bir haber dönüşü evine ulaşamadan toprağın çekiciliğine yenik düşmüştü. Ne haberler saklıydı küçücük bedeninde kim bilebilir ki... Bütün sırlarını da kendisiyle toprağa gömmüş işte. Geride bir sürü soru uçurarak etrafındakilerin düşlemine. Ser verir sır vermez bir güvercin miydi acaba? Belki de çırpınıp durmuştu ömrü boyunca. Mücadeleyi okuyorum aralık göz kapaklarının arasından, zoraki görülebilen gözlerinde. Kanatları sapasağlam, biraz şişmiş bedeni... Uyuşmuş parmaklarımın arasına alıyorum güvercini. Soruyorum, “Ne oldu? Anlat hadi…” Sessiziz ikimiz de. Rüzgar, benim saçlarımla yaptığı dansın aynını güvercinin yumuşacık tüyleriyle de yapıyor.
Yaşam kendini kullandırma hakkına son vermişti belki de. Hani derler ya, miadı doldu, işte öyle. Hayat yapacağını yapmıştı ikimize de ve şimdi, aynı noktada farklı alemlerde birleştirmişti bizi. Olanlar olmuştu ikimize de. “Yeniden canlandırıp, Mısır’da, palmiyelerin üzerinde uçurtmak isterdim seni,” diye söyleniyorum duyulur duyulmaz bir sesle. Ruhu, “Beni rahat bırak,” diyor bana. İkimiz de inatçıyız. Sen dirilmemekte, ben ölmemekte. Rahat uyumaktasın, anladım seni, rahat.
Haberler sende. Kaç mektup taşıdın hangi ilden hangi ülkeye? Kaç aşık sana bakıp sevgilisini hatırladı? Kaç çocuk seni kovaladı? Kaç çiçeğin dallarından yere akmış çamurlu sular besledi seni? Kaç kediden sakındın kendini? Peki, tahmin edemediğim gizemli sırların... Onları sormayacağım. Hiçbir iyiliğin boşa gitmeyeceğini anlatıyor suskun duruşun. Rahat ve huzur dolu duruşun nedense incitmedi yüreğimi. Anladım ki huzurlusun, gelip durduğun bu sonda. Sinsi, bencil olmayışından da iyice emin oldum. Ölmüşsün, dayanamamışsın artık, belli. Çırpına çırpına yaşasan da temiz olan sonu bulmuşsun kendine. Tembel de değildin herhalde. Tembel olsaydın bu ağacın altında ölmezdin ki... Bir soğuk günde ikimizin de yolu bu yapraksız ağacın altında kesişti senle. İkimizin de yaşamına gölge düşmüş, artık kimsenin gölgeleri umursamadığı bu günlerde. Işık var yine de, değil mi? Gölge, ışığı karartmakta, ama olsun diyorum, olsun. Gölgede olsa da yaşamım, yaşamın o esrarengiz büyüsü ayakta tutmakta çırpınışlarımı.
Beyaz güvercinleri düşünüyorum. Gökyüzünden sürüler halinde uçuşan beyaz barış güvercinlerini. Bir güvercin olmak isterdim, özgür; engin bir gökte süzülmek... Ağzımda bir zeytin dalı olsun, uçarken, zeytin dalını düşürmek isteyen onca bencili umursamadan.
Üşüdük, bu soğuk kış ayazında. Senin tüylerin, benimse kalın giysilerim var. Bu soğuk nasıl işlemez insanın içine?! Kara kış bunun adı. Kara kışlar yaşanacak ki baharlara ulaşalım. Çırılçıplak ağaçların altında donakalmış biz, yeşil dallarla güleceğiz. Ağız dolusu kusacağız öfkemizi, kahkahaya boyayarak. Sen başka bedende bir kuş; ben kendi bedenimde başka bir bahar olacağım.
Burnumun ucu morardı herhalde soğuktan. Eşarbımın ucuyla siliyorum damlayan göz yaşımı. Titriyorum, ruhum da donacak burada birkaç dakika daha kalsam. Bir kutup havasını solumaya başladım. Termosumun ağzını açtım, cephede üşüyen bir asker gibi kafama diktim birkaç yudum, biraz canlanayım diye, ancak yüreğim yorgun. Kaç kat giyinmiştim. Bacaklarımın cansızlaştığını hissediyorum, güvercinim gibi.
Toprağı eşelemek istedim güvercini gömmek için. Vazgeçtim. Hep özgür uçmuş bir canlıyı toprağa hapsetmekten ne fayda?.. Öylece, olduğu gibi bırakıyorum. İçim de elvermedi hani. Biliyorum ki ben gittikten sonra bir it gelip yiyecek güvercinimi. “Yesin,” diyorum, “hiç olmazsa ölüsü de işe yarasın.” Onu itlere, nankör kedilere yem etme fikri galip geldi bu düşünceme. Toprağı eşelemeye başladım. Ojeli tırnaklarımla güvercinime bir mezar kazdım. Hep yanımda, sırt çantamda taşıdığım köşesi işli beyaz bir mendil vardı. Annemin çeyizime koyduğu mendillerden. Bir kaçını sevdiklerime armağan etmiştim. Belki de birini en sevdiğime uzatmışımdır. Sonuncusu da işte bu, çantamdaki mendil. Sevgilere, ayrılıklara, sevdalara ve... Çıkardım çantamdan mendili, açtım yere, kundak açarcasına üçgen şeklinde. Nasıl da yakıştı mendil yere, sanki karda açan bir kır çiçeği gibi hoş görünüyor toprağın üzerinde. Mendilin nakışlı köşesine güvercinin başını koyuyorum, kundağa sarılan bebekler gibi. Önce ayak ucunu örttüm, sonra da yan taraflarını. Çiçekli işleriyle yüzünü kapadım sonra. Ve avuçlarımın içine alıyorum kundağıyla güvercini; burnuma ***ürüyorum, koklamak istedim bebeğim gibi. Güzel kokusu. Yoksa yeniden mi doğmuştu güvercinim? Tüylü yüzünü yüzüme sürüyorum usulca. Yüreğim sızlamaya başladı yine. İki damla gözyaşımı mendile siliyorum. Yatırıyorum mezarına zavallı bebeği. Üstünü toprakla kapatmaya içim el vermedi. Üzerine birkaç tane kağıt mendil koyuyorum. Birkaç tane de taş topladım etrafına yerleştirmek için. Bir kulübe gibi çattım temiz taşları kenarına. Sonra toprakla örtüyorum bütün beyazlıkları. Başına beyaz bir taş dikiyorum, yazısız. Elimi çantama uzatıyorum. Kullanmadığım halde yanımda taşıdığım rujumu çıkarıyorum çantamdan. Başucu taşına bir lale çiziyorum. Altına da N.G. yazıp ayağa kalkıyorum. Kendimi bir usta mezarcı gibi hissettim şimdi. Kadından mezarcı olur mu diye düşünüyorum. Neden olmasın?..
Termosumda kalan son çay damlalarını da güvercinin toprağına döktüm. Artık vedalaşmam gerekiyor arkamda bırakacaklarımla. Burnumdan akan suyu eşarbımın ucuyla siliyorum; sonra, ayağa kalkıp içimden bir dua okuyorum. “Hadi güvercinim iyi uç!” deyip çantamı toparlıyorum ardından. Yün eldivenlerimi, hissiz parmaklarıma geçiriyorum. Donmuş ayak parmaklarımın ucuna basa basa ayrılıyorum güvercinimin mezarından. Yuvada bekleyen iki güvercinime doğru yola koyuluyorum…
Kulaklarımda, “Karlı Kayın Ormanı’nda” parçası uğulduyor. Ayaklarım donmuş; beynimse arınmış pek çok kirden, pislikten.

Yoksa ölüm bütün acıları gerçekten kesip dindiren son uyku mu?
 
Baba ve Oğlu




Yaşlı bir çiftçinin genç bir oğlu vardı. Tarlalarını eker biçer ekmeklerini tarladan kazanırlardı. Tarlaya sabah gider akşam dönerlerdi.

Bir gün tarladan dönerlerken çiftçi oğlunu denemek maksadıyla:
- Oğlum, bu gün her nedense çok yoruldum; yürümeye takadim yok. Yaşlılık işte! Biraz daha yaşasak, itin, köpeğin eğlencesi oluruz. İyi ki senin gibi delikanlı oğlum var. Bu gün beni omzuna al, eve sen ***ür.

Oğlan biraz isteksizce babasını sırtına bindirdi. Çiftçi yolda aklına gelen her soruyu oğluna sormaya başladı. Oğlansa hep duymazdan geliyor hiç bir soruya cevap vermiyordu. Sonunda:
- Oğlum şu çalılıklardan gelen ses nedir? dedi.
Oğlan kızdı:
- Baba, lütfen saçmalama! Bunadın mı sen? dedi. Çiftçi, cevap vermedi. Uzun müddet de hiç konuşmadı.
Bir çeşmenin yanına yaklaştıklarında çiftçi tekrar:
- Oğlum, çeşmede dur da su içeyim; çok susadım.
Çeşmeye geldiklerinde oğlan dolu bir çuvalı yere bırakır gibi babasını sırtından indirdi. Sert ve kabaca:
- İç baba! Acele et! dedi.
Çiftçi tebessüm ederek oğluna, "sen, bu hale kendin gelmedin" der gibi baktı, suyunu içti, elini oğlunun omzuna attı ve gülerek:
- Ah oğlum, baba olmadan babanın kıymeti bilinmez. Sana hiç kızmıyorum. Senin iyiye kötüye aklın ermezken ben güçlü kuvvetli bir delikanlıydım. Hiç kimseye muhtaç değildim. Sense yiyecek ekmeğe içecek suya muhtaçtın. Ben kendimden çok seni düşünürdüm. Yemezdim yedirirdim, giymezdim giydirirdim. O zamanlar bu yollarda sen binerdin benim sırtıma, ben hiç gücenmez bir dediğini iki etmezdim. Öylesine sorular sorardın ki akla hayale gelmeyecek sorulardı bunlar, kimi mantıklı kimiyse mantıksızdı. Ben sorularına cevap bulabilmek için akla karayı seçerdim. Her soruna cevap vermeye çalışırdım. dedi.
Oğlan "özür dilerim baba, ben hala bir çocuğum, beni bağışla!" demek istiyordu; ama utancından hiçbir şey söyleyemedi.
Çiftçi:
-Haydi gidelim! dedi. Yürüdüler.
 
Umut Yener

Solgun yüzü her geçen gün biraz daha soluyor, sanki hayat omuzlarına her geçen gün biraz daha yükleniyordu. Yaşamdan bıkmıştı, gözleri yılgın bakıyordu. Işıl ışıl olması gereken o gözler sönük ve bitikti sanki... Umut, her gün ölümü biraz daha yaklaşmış olarak, daha 21'nde ölümü ensesinde hissediyordu. Umut ölüyordu... Aldığı o kemoterapi denen illet onu daha ölmeden öldürüyordu.. İlaç sonrası çektiği acıyı bir tek o biliyordu.. Umut ölüyordu..

Bir seferinde "ölmek istemiyorum" demişti doktoruna. "Basket takımında idim, yeni bir klubten transfer teklifi gelmişti, sonra gitar çalıyorum. Daha çalmasını öğrenmek istediğim çok parça var. Ben bir psikolog olacağım sonra. Bunları 6 aya nasıl sığdırırım söyler misiniz bana?" diye bağırdı Umut.. Sitemi sadece kaderineydi.. Koskoca doktorun gözleri doldu. Umut ölüyordu..

Kendini çok kötü hissettiği bir gün ailesi onu gene apar topar hastaneye kaldırdı. Acil kan gerekiyordu, aileden kimsenin kanı uymadığı için, kan anonsla arandı. Yener o sırada hastanede yatan bir arkadaşını ziyaret etmekte idi. "Bu kan benim kanınla aynı" dedi arkadaşına. Kan vermek için aşağı kata koştu.. "Kan vereceğim dedi,anons için geldim." Yener ve Umut bu vesile ile tanıştılar. O gün Yener kan verdiği hastayı ziyaret etmek istemişti. Nereden bilecekti ki o gün tanışacağı bu kişinin hayatının sonuna kadar onun en iyi dostu olacağını.

"Geçmiş olsun" dedi Yener Umut'a.. Umut "bana kan vermişsiniz. Sağ olun ama zahmet olmuş" dedi. "Uğraşıp durmayın!! Nasılsa ben yakında ölüp gideceğim, ha bir gün önce, ha bir gün sonra? Ne fark eder değil mi?.." Yüzünde ki açıkça okunan hüznünü, umursamaz tavırlara bırakmak istiyordu Umut. Ama pek başarılı olamıyordu.. Yener elinde ki gitarı yatağın kenarına bıraktı. Umut o zaman gitarı fark etti.. Demek gitar çalıyordu.. Umut'ta çalıyordu ama şu illet hastalığa yakalandığı son 9 aydır, eline gitarı almamıştı.. "Sen daha yaşarken pes etmişsin, dostum" diye başladı söze Yener. "Bak hayat savaş demektir. Kimi ekmek parası için savaşır, kimi bir parça toprak için, sen yaşamak için savaşmazsan, bu hastalık seni, sen ölmeden gömer, unutma !!" diye bitirdi sözünü.

Umut savaşmaktan yorulmuştu. Artık şu ölüm gelse de alsaydı onu, herkesin ona acıyarak bakmasından bıkmıştı. Aldığı ilaçlara bağımlı yaşamaktan nefret ediyordu. Hayattan buz gibi soğumuştu. Sanki boş bir mezar bulsa orada ölümü bekleyecekti, o denli bitmişti.Yener bunları düşündü.. Umut'u çok iyi anlıyordu. Çünkü 2.5 yıl önce kaybettiği kız arkadaşı, canı, kelebeği de aynı Umut gibi gözleri önünde daha ölmeden, ölüp gitmişti. Yener ona yardım edememişti, hem onsuz geçecek yıllarını düşünüp kendine acımaktan buna vakit bulamamış, hem de Ayşegül'de, kelebeğinde tam olarak bu hisleri anlayamamıştı. Çünkü Ayşegül ile Yener'in de bir parçası ölüyordu.. Yener kelebeğini kaybediyordu. Ayşegül'üne yardım edememişti Yener, ama Umut'a edecekti.. O gün buna karar verdi. Çünkü Umut'un gözlerinde ki o sönmüş o ışık tanıdıktı.. Ayşegül'ün kilerle aynıydı..

"Bende gitar çalıyorum" dedi Umut. "Ama artık pek zamanım olmuyor.. Çünkü hayatım yatakta geçiyor." Yener gitarını aldı, "Şimdi gidiyorum, annenlere söyle gitarını getirsinler. Yarın uğradığım da bir konser veririz ne dersin?" dedi. Umut gülümsedi.. Bu çocuğu sevmeye mı başlamıştı ne?

Gitarı ellerine aldılar. Yener öyle neşeli parçalar çalıyordu ki, Umut'un yüzü uzun zamandır böyle gülmemişti. Ne tesadüftü ki ikisi de aynı yaşta idi. Yener milli bir voleybolcu idi, Umut ise bir basketçi. İkisi de gitar çalıyordu ama Umut ölüyordu.. Bu düşünceyi bir türlü aklında çıkaramıyordu Umut. Gülümsemesi yüzünde dondu kaldı. Yener Umut'un yüzün de yeni yeni parlayan ışığın yine sönüp gittiğini fark etti..

"Ne zaman çıkıyorsun hastaneden?" diye sordu. "Yarın" dedi Umut, yazlık evimize gideceğiz. Sonra tekrar yüzünü gülümseme sardı. "Sende gelsene." Umut'ların evi denize bakan güzel bir villa idi. Kayalıklar arasında ki ev kuş bakışı tüm körfezi görüyordu. Yener "Hadi yüzmeye" dedi. Umut "Ama ben çok halsizim" dedi. Yener "Evde oturmaya devam edersen daha da halsizleşeceksin." "Haklısın" dedi Umut. Kayalara ulaştıklarında en yüksek kayanın uçunda durdu Yener. "Sence burası kaç metredir?" dedi. "Bence 3-4 metre var ve su sığ." dedi Umut. Yener "Ben buradan atlayacağım" dedi. "Saçmalama" dedi Umut, "Çok tehlikeli" Yener kayaların uçuna gitti bir iki dakika durdu ve hiç tereddüt etmeden atladı. Umut'un rengi atmıştı. Kayanın uçuna koştu. Bir iki dakika soluk alamadı ve Yener'in su yüzüne çıkıp ona el salladığını görünce bulunduğu yere çömeldi ve ellerini başını arasına alıp öylece kaldı..

Yener kıyıya çıkmış gülerek geliyordu, Umut'a yaklaştı. Nasıl atlayıştı diye sordu gülerek. Umut cevap vermedi yine."Umut???" Dedi. Umut başını kaldırdı, ağlıyordu. Bağırmaya başladı. "Sen delirdin mi?..ölebilirdin..." Yener Umut'a baktı önce, sonra elindeki havluyu yere atıp üzerine, Umut'un yanına oturdu. "Gördünüz mü? Umut Bey, insanın gözlerinin önünde bir sevdiğinin ölüme gitmesi ne kadar zormuş? Tamam, sen kendini düşünmüyorsun, peki anneni de mi de düşünmüyorsun? Dostun Yener'ide mi düşünmüyorsun? Varını yoğunu sana harcamaya hazır babanı da mı düşünmüyorsun? Gördün mü sevdiğinin eridiğini görmek ne zormuş? Sen ölmeden gömülmeyi, seçmişsin. Ölümden korkma demiyorum, ben de atlamadan önce bir iki saniye korktum, ama korkunun ilacı üzerine gitmektir korkunun.. Savaş bu korku ile üzerine git, daha savaşa başlamadan yenilgiyi kabul ediyorsun? Üzülme bana bir şey olmazdı" dedi Yener ve şaka ile ekledi "Yener, ölümü bile yener." Sonra son derece ciddi şöyle dedi "Ve Yener ile Umut bu hastalığı da yenecek... Söz veriyor musun?" Ağlamayı kesmişti Umut, Yener'in söylediklerini dikkatle dinliyordu. Yener bugüne kadar hiç düşünmediği bir şeyi anlamasına yardım etmişti. Onu sevenlerde çok acı çekiyordu. Kendisi ve sevenleri için yaşamalıydı.

Yener ayağa kalktı, umuda elini uzattı... Kenetlenen bu eller bir illeti, kanseri yenecekti...

O yıl yapılan ilik nakli ile Umut hayata döndü, ama asıl Umut'un hayata dönüş gününü sadece Yener ve Umut biliyordu. Sıcak bir yaz gününde kayaların üzerinde Umut tekrar doğmuştu.

Umut ve Yener dostluğu her yıl çığ gibi büyüyerek gelişti. Ta ki geçen sene Yener bir trafik kazasında son nefesini veren dek.. 43 yaşında ki Umut, onsuzluğa alışmanın ne zor olduğu bilerek, ama sevdikleri için hayatın acılarına katlanarak bir yılı doldurmuştu. Yazlık evlerinin balkonunda yıllar önce hayata yeniden doğduğu kayalara baktı.. Ve seslendi "Yener!!!"
Küçük çocuk koşarak geldi "Evet, baba" "Gitar çalmayı öğrenmek istiyorsundur, değil mi?" Çocuk sevinçle bağırdı "Evettttttttt" "Koş o zaman, yatağımın baş uçunda asılı olan Yener amcanın gitarını getir, o gitar bu günden sonra senin gitarın olacak" dedi..

 
Çocuktuk

Küçük küçük fırtınacıklar kopardı içimizde. İkimizde birbirimizden gözlerimizi kaçırır, bir çocuk gibi hırçınlaşırdık. Öylece susardık sanki suçlu iki yabancıymış gibi. Zavallı gemiler yapardık kağıttan sonra, o yağmurlu havada dışarı çıkıp yüzdürmek için küçük sellerde. Yaptığımız kağıttan gemileri umutlarımıza, düşlerimize yollardık farkına bile varmadan. Anlam veremezdik batmalarına. Çünkü yağmur yağardı, içine dolardı yağmur suları kağıttan gemilerimizin. Şimdi hatırladığım zaman küçük tebessümlerim doluyor hayallerimin içine… Ne kadar saf duygularla yaparmışız gemileri; hiçbir şey onları yolundan alıkoyamaz sanırmışız…

Sonra hayat boyu umutlarımıza ve düşlerimize gemiler değil, öpücükler gönderdik; gökyüzüne. Anladık ki ulaşamayacaktı gemilerimiz umutlarımıza ve hayallerimize; batmasa bile yağmurdan. Çünkü gökyüzündeydi umutlarımız, düşlerimiz yıldızlarda. Ve kimbilir ki ulaşmış mıdır öpücüklerimiz umutlarımıza ve düşlerimize…

Sonra sonra öğrendim ki, ne hayattan bir beklentisi vardı düşlerin ne de umutların gemilerimize ihtiyacı vardı. Düşler bilirlerdi ulaşılmadık yerlerde yatmayı ancak ve ancak umutlar anlayabilirdi: bir çocuğun düşlerindeki bilmeceleri. Ama ikisi de uzaklarda, dağların yamacında mesken tutmuştu. Ağlamaya ve özlemeye inat, bir daha gelmeyeceklerdi bu şehre.

Daha sonraları sen gittin bu şehirden. Çekip gidecektin, umutları bulacaktın, düşlere ulaşacaktın... Bana da getirecektin geri gelirken eteğine doldurup. “Bir parça da güneş getir bana, bir parça ay ve bir küçük yıldız tutuver benim için!” diye bağırmıştım arkandan giderken. Dokuzumda. Hayatın en başındaydım ben, sen yirmi dokuzunda, kayıp zamanların eşiğine adım atıyorduk o gece; aslında çocuktuk ikimizde…

Sen, gittin. Ben kaldım... Sonra yıldızlar kayarken onarlı yakalayıp, kuyruklarına tenekeler bağladım. Tenekelerin içine senin için öpücük doldurdum. Seni seviyorum diye bağırıp kapaklarını kapadım. Kalbimi koydum birinin içine. Zor oluyordu bazen yakalamak yıldızları, bazen de teneke bulamıyordum, kimi zaman ise tenekeleri yıldızların kuyruğuna bağlayabileceğim tel olmuyordu çöp tenekelerinde… Canım sıkılıyor, içim daralıyor, oturup bir şiir yazıyordum öfkeme…

Sen giderken yirmi dokuzundaydın. Dünya yirmi dokuzundaydı senin için. Her şey yirmi dokuzunda... Ama biliyordun. İkimizde büyümeye direnen iki çocuktuk. Büyük umutlara gitmiştin. Geri döndüğünde ise bulamamıştın umutlarını. Sonra yine gittin. Ama ben hala çocuktum. Sen ise...

Ama sen benden daha da çocukmuşsun. Anlayamazsın içine hapsolduğun bir çocukluğu... Bir çocukluğu anlayıp, o günleri anmak için; büyümek gerekirdi...

 
Dost Kara Günde Belli Olur

Olmuş mu, olmamış mı? Geçmiş zamanlarda mı veya yakınlarda mı? Şehirde mi ya da köyde mi? Bilmiyoruz,ama iki kardeş varmış. Birisi zengin mi zengin birisi çok fakirmiş. Fakir olanın tam yedi çocuğu varmış ve gece gündüz demeden çalışıp ailesini kıt kanaat geçindirirmiş. Zengin kardeş ise hiç çalışmıyormuş, fakat zevk sefa içinde yaşıyormuş. Yan gelip yatarak göbeğini büyütüyormuş. Bütün işleri hizmetçileri yapıyormuş. Malı mülkü, koyunu çokmuş, fakat hiç çocuğu yokmuş. Bir çok arkadaşı varmış. Onları her zaman evine davet eder, yiyip içip eğlenirlermiş.
Onun güzel mi güzel, tatlı sözlü, güler yüzlü ve zeki bir hanımı varmış. Kocasının, arkadaşlarını öz kardeşinden üstün tutmasından hoşlanmazmış, bu nedenle arkadaşlarına gösterdiği aşırı hürmetten rahatsızlık duyarmış. Bir gün kocasına:

- Arkadaşlarınla yiyip içmektense kardeşine yiyecek bir şeyler versen, ona yardım etsen, onu zor durumdan kurtarsan daha iyi olmaz mı? Bak ailesini geçindirmek, ellere muhtaç olmamak için gece gündüz demeden çalışıyor. Bizim kazancımızı ise huyunu suyunu bilmediğimiz insanlar yiyor, demiş. Bunun üzerine kocası:
- O benim arkadaşlarımın dengi değil, demiş.
Sonra hanımı tekrar:
- Sen, hastalandığın zaman o arkadaşların sana arka çıkacaklar mı? Yanına gelirler mi? diye sormuş.
Kocası da:
- Tabi ki arka çıkarlar! Tabi ki gelirler, demiş.
Bu cevabı alan kadın söz bulamamış kocasına söyleyecek. Kocasının arkadaşlarını ve kardeşini denemek için hemen hizmetçileri çağırıp:
- Kocam sıtma hastalığına tutuldu, gidin kardeşine ve arkadaşlarına haber verin, demiş.
Onlar da tez gitmişler tez dönmüşler.
Zengin kardeşin arkadaşları:
- Bize hastalık bulaşır, deyip gelmemişler; ama fakir kardeşi, bu haberi duyar duymaz işini bırakmış, çocukları ve hanımıyla gelmiş. Bunun üzerine zengin kardeş hiçbir şey söyleyememiş. Hanımı ise fakir kardeşin vefasına karşı besili bir koç kestirmiş, kayınına eltisine ve çocuklara yedirmiş, artan eti de hediye etmiş. Fakir kardeş, kardeşlik vazifesini yaptıktan sonra evine dönmüş. O döndükten sonra zengin kardeşe:
- Dost kara günde belli olur, demek kalmış.
 
Hayatın Boyunca Unutma

UNUTMA..!!!!!
Kendini sevilebilecek bir insan haline getirmeyi ve ondan sonra da kendini sevip
kendine sarılmayı unutma.

Gözlerinin içi gülsün gülerken, bakışların pırıl pırıl olsun ve her zaman nemli
kalsın göz pınarların bunu sakın unutma.

Zamana güven ve onun senin en büyük dostlarından biri olduğuna inan. Acılarının
ve felaketlerinin ancak onun koynunda uyuyabileceğini unutma.

Başına gelenlerin günün birinde kişisel tarihin ayrıntılarından biri olmaya
mahkum olacağını unutma. Her çiçek sevgilin olsun, her sevgilin ise bir çiçek.

Açık tut gönlünü tüm güzelliklere. Aydedenin sihrini gönderdiği gecelerde,
uyuyarak çalma hayatından saatlerini. Gecenin içinde yolculuğa çıkmayı unutma.

İçinde hiç ölmeyecek bir gençlik virüsü yarat ve kaç yaşında olursan ol, her
zaman yirmibeş yaşında kalman gerektiğini unutma. Seni sen yapan yanlarından
asla taviz verme. Onunla bir yaşam sürebilmen için, şartlar ne olursa olsun
direnmeyi sakın unutma.

İçindeki seni katletmeye kalkma sakın.
Kendine vuracağın her darbenin seni senden biraz daha uzaklaştıracağını unutma.
Korkma mahallenin delisi olmaktan. Doğrucular ne kadar çoğalırsa, hayat mutlaka
daha iyiye gidecektir, unutma.

Hatanın affedilmeyecek olanından kaç, ama hata yapmayayım diye de ziyan etme
yıllarını. Unutma ki, hiç hata yapmayan bir insan, hayatta yapabileceklerinin en
iyisini yapamamış demektir. Korkma insanca korkularından ve korkunun kendisinden
çok, onun beklentisinin daha korkutucu olduğunu unutma.

Bir anlamı olsun kendinle yaptığın kavgaların. Ve hep ileriye taşısın seni.
Kendin ile kavgalara attığın adımlardan korkma.

Açık bırak pencereni ve sabah güneşinin rüzgarı önüne katarak perdelerle
yapacağı raksa dönük olsun bakışların.
Küçücük mutlulukların görkemine inandır kendini ve gülümse.
Umutların bitmesin asla izin verme.

Ve şairin şu sözlerine kulak ver;
"Senden bir tane daha yok bu dünyada. Gülümsemeyi unutma."
 
Geri
Üst