Hayata Yön Veren Hikayeler...

Hayatın Anlamı

Hayatın anlamı nedir? Bu soruyu kendinize hiç sordunuz mu? Sorduysanız kaç kez sordunuz? Her sorduğunuzda kendi kendinize hangi cevapları verdiniz. Her sorduğunuzda verdiğiniz cevap değişti mi? Değişen bu cevaplar sizi mutlu mu etti yoksa mutsuz mu?

Ben uzun zamandır bu soruyu kendime çok sık olarak sormaktayım. Şu günlerde hayat benim için eskisinden çok daha önemli. Çünkü hayata bakış açımın çok değiştiğinin farkındayım. Hayat gerçekten çok güzel ve biz onun çok güzel olduğunu nedense çok geç anlıyoruz. Hatta çoğumuz onun güzelliğini anlamadan hayata veda ediyoruz.


Hayat neden çok güzel? Bu sorunun cevabı aslında hayatın anlamı nedir sorusunda gizli. Siz hayatı nasıl görüyorsunuz? Nasıl duyuyorsunuz? Nasıl hissediyorsunuz? Bu soruların cevabını kendinize yeterince verebiliyorsanız eğer zaten hayatın anl***** kavramışsınız demektir. Hayat çok güzel çünkü hayat çok kısa. Hayat sevmek ve sevilmek için bile çok kısa. Hayat o kadar kısa ki bu hayatta kavgaya, döğüşe yer yok. Hayat o kadar kısa ki sevdiklerimizi ihmal etmeye hakkımız bulunmamakta. Hayat o kadar kısa ki elimizde olanların kıymetini bilemeden elimizde olmayacak şeylerin peşinde koşuyoruz.

Düşünün ve kendinize şu soruları sorun. Hayatta en çok sevdiklerim neler? Ben onları gerçekten ne kadar seviyorum? Ben onlara ne kadar zaman ayırıyorum? Bu soruların cevabını verdiğiniz zaman HAYATIN ANLAMI nedir? Sorusunun da cevabını vermiş olacaksınız.
 
Henüz 18 Yaşındaydı...

Daha henuz 18 yasindaydi ama hayatinin sonundaydi.
Tedavisi mumkun olmayan olumcul bir kansere yakalanmisti.
Kahir icinde eve kapatmisti kendini...Sokaga cikmiyordu.
Annesi, bir de kendisi. O kadardi butun hayati...
Bir gun fena halde sikildi, dayanamadi, atti kendini sokaga...
Bir yigin vitrin onunden gecti, tam bir CD satan dukkani da
geride birakmisti ki, bir an durdu, geri dondu, kapidan iceri,
gozune hayal meyal takilan genc kiza bir daha bakti. Kendi
yaslarinda harika bir genc kizdi tezgahtar... Hani,ilk bakista
ask derler ya, oyle takilip kalmisti iste...iceri girdi. Kiz,
gulumseyerek kostu ona; "Size nasil yardim edebilirim?" diye.
Nasil bir gulumsemeydi o...Hemen oracikta sarilip opmek istedi
kizi... Kekeledi, geveledi, sonra "Evet!" diyebildi. Rastgele
birini isaret ederek; "Evet, su CD´yi bana sarar misiniz?"
dedi. Kiz CD´yi aldi, iceri gitti, az sonra paketle geri geldi.
Genckizdan aldi paketi, cikti dukkandan, evine dondu.
Paketi acmadan dolabina atti... Ertesi sabah gene gitti ayni
dukkana...Gene bir CD gosterdi kiza, sardirdi, aldi eve
getirdi, atti paketi dolaba gene acmadan...Gunler hep alinip,
sardirilan CD´lerle gecti. Kiza acilmaya bir turlu cesaret
edemiyordu. Annesine acildi sonunda...Annesi; "Git konus
oglum, ne var bunda?" dedi. Ertesi sabah,butun
cesaretini topladi, erkenden dukkana gitti. bir CD secti.
Kiz gulerek aldi CD´yi, arkaya gitti paketlemeye.
Kiz icerdeyken bir kagida "Sizinle bir gece cikabilir miyiz?"
diye yazdi, altina telefon numarasini ekledi,notu kasanin
yaninakoydu gizlice. Sonra,paketini alip
kacti gene dukkandan... iki gun sonra evin
telefonu caldi... Anne acti telefonu. Dukkandaki tezgahtar
kizdi arayan. Delikanliyi istedi, notunu yeni bulmustu
da... Anne agliyordu... "Duymadiniz mi?" dedi. "Dun kaybettik
oglumu." Cenazeden birkac gun sonra anne, oglunun odasina
girebildi sonunda. Ortaliga ceki duzen vermeliydi. Dolabi acti,
oraya atilmis bir yigin acilmamis paket gordu. Paketleri aldi,
oglunun yatagina oturdu ve bir tanesini acti. icinde bir
CD vardi, bir de minik not...
"Merhaba, sizi oyle tatli buldum ki, daha yakindan
tanimak istiyorum. Bir aksam birlikte cikalim mi?
Sevgiler... Jacelyn "
Anne, bir paketi daha acti, onda da bir CD ve
bir not vardi: "Siz gercekten cok tatli birisiniz,
hadi beni bu gece davet edin, artik.
Sevgiler...Jacelyn "
 
Anne Gözüyle

Küçük kız kendini bildiği günden beri annesinden büyük şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı. Ona göre nur yüzlü bağdem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman. Ama ilkokula başlayınca işler değişti. Arkadaşları onun hiçte güzel olmadığını hatta çirkin bile sayıldığı söylemektey di. Küçük kız ilk önce onlara inanmadı çünkü herkes birbirini kıskanıyordu. Ama birkaç yıl içinde gerçeklerle yüzleşti. Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü çiçek bozuğu bir cilde sahipti. Annesinin badem dediği gözleri ise şaşıydı. Demekki annesi onu aldatmış ve yıllar rılı çekinmeden yalan söylemişti. Genç kızın anne sevgisi kısa bir zaman sonra nefrete dönüştü. Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelikte gözleri bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu. Genç kız doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü. Ve kendisine hala çocukluk yıllarında ifadelerle seven annesinin bu yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi. Fakat annesi uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı. Ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip kızına bakmasını rica etti. Genç kız bir süre sonra göremez oldu. Karanlık dünyasıyla baş başaydı. Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Yalancıydı annesi ölse bile kayıp sayılmazdı. Bir gün doktorlar uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek kızı ameliyet ettiler. Ancak o gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu. Fakat kör olmakta zordu. En azından kimseye yük olmazdı. Genç kız ameliyat sonunda aynaya baktığında müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı. Yüzünde ki bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan burnu düzelmiş kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran saçları dalga dalga olmuştu. Genç kız yanında ki doktora sarılarak:
- sanki yeniden dünyaya geldim dedi. Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış. Estetik ameliyatı sizmi yaptınız.
Yaşlı doktor:
- böyle bir ameliyat yapmadık kızım. Diye gülümsedi. Annenin bağışladığı gözleri taktık sen onun gözlerinde gördün kendini.
Etrafınızdaki güzellikleri ya da çirkinlikleri sizin onları hangi gözle baktığınıza ve neyi görmek istediğinize bağlıdır.
 
Yaşama veda demeti...

Gün ağarmakta ufkunda bu isyanın…
Kaç yıldır karanlıktı sensiz bu şehir
Kaç yıldır hesapsız, sebepsiz bir bekleyiş,
Bağrına dayanmıştı biçare saatlerin…
(bitaneme...)

Penceresiz kalmak nedir, çocuktum ilk yaşadığımda, küçüktüm. Sonra ne oldu anlamadım, yaşar oldum tınıları. Korkar oldum bir insandan. kaçar oldum… susar oldum… “Duvarlar konuşmuyor anne”... Anlar oldum… Eğer bakacak bir dünyan yoksa neye yarar vâr olsa da penceren… görür oldum…
Nedir bu salık verilen acıların ardındaki duygular? Yok mu? Ya da yok mu oldu?
Anlamak ve anlatmak, bu muydu?..

Küçüktüm o zamanlar. Ayağımda hâla dün gibi hatırladığım pantolonum. Peslik pörçük. Muamma bir kalabalık içindeyim. Bakışlara anlam vermek zor. Her yer, herkes zorakî yaşıyor. Hareketler ağırlaşmış.Konuşmalar fısıltının ardına saklanmış. Her baktığım yüz acı bir gülücük atıyor bana. Anlam veremiyorum.
Sonra biri geliyor yanıma. Kucağına alıyor. O tel tel saçlarımı seviyor, okşuyor. Ve anl***** bilmediğim bir şey söylüyor: “Deden cennete gitti yavrum. ~Ölmedi.”
Ölüm! Neydi acaba. Kötü bir şey olsa gerek. Herkes ağlamaklıydı çünkü. Akşamında o günün, bir mezarlığa ***ürdüler dedemi. Bir tahta kutu içine koymuşlardı. Bilmediğim bir sürü harf yazılı örtüyle de sarmışlardı. Derken namaz kılınacağını öğrendim. Gittikçe anlar oldum ölümü. Yaşama veda demetini. Herkes yerini almıştı. En önde ise dedemi koydukları kutu duruyordu (adı, tabutmuş). Öyle bir sıra vardı ki, yaşlıdan gence son buluyordu. Bense toprakla oynuyordum. Kafamı çevirdiğim bir yerde ise bir taş dikkatimi çekmişti. Üstünde bir şeyler yazmaktaydı. Ama neydi, bilmiyordum (adı, mezar taşıymış). Veda bittiğinde, bir çukura gömdüler dedemi. Herkes var gücüyle üstüne toprak atıyor, kapatıyordu. İşte o anda, anladım ölümü, anlamak istemeden anladım. Kaçtım, koştum bilmediğim bir yere doğru. Ağlıyordum. Ve tüm hızımı korurken, bir taşa takıldım birden bire, düştüm. Dizim kanamaya başlamıştı. Acıyordu. Etrafıma bakındım. Kimsecikler yoktu. Tüm dünya ıssızlaşmıştı sanki. Küçüktüm, korkuyordum. Bir feryat duydum yakın bir dağa çarpıp geri dönen. Ve gittikçe çoğalan. Herkes anne derdi ya. Ben, dedemi söylemiştim. Parmağım kanasa, yaşlı gözleri titrer, unuttururdu tüm acıyı. Kucağına alır severdi. Ve takıldığım taşı döverdi. Dedem böyle biriydi. Kambur beli tüm güçlüklerin karşısında dimdikti. Fakat o da gün gelince, ölüme yenik düşmüştü.
Aradan yıllar geçti. Okul sıralarında 7 yılı ardımda bırakmıştım. Büyüyordum. Yaşım ilerledikçe, sanıyordum ki dünyaya daha çok saplanıyordum. Bir gün okul çıkışı, insanın hiç aklına getirmediği (getirmek istemediği) ama insana çok yakın olan ölüm, yine can evimden vurdu beni. Çok sevdiğim bir arkadaşım, topluluğa aldırmadan tüm süratini toplamış bir arabanın altında kalmıştı. Gözlerimle görmüştüm savrulduğu ânı. Sımsıkı tuttuğu çantasını hiç bırakmamıştı. Dona kalmıştım. Bir saniye bir ömre bedelmiş, anlamıştım. Hayat! Meğer ne acı bir gerçekmişsin sen. Her gün dünü yaşatan, dün de önceki günü… Gün gelip, son günü… Annesi, zavallı kadın, bir insan ne kadar gözyaşı dökebilir, yaşarken ölmekten! nasıl beter olabilir, görmüştüm acı da olsa. Yaşama veda demetinde, yerimi almıştım bu kez. En arkadaydım, ve tabuta gittikçe yaklaşmaktaydım. Ölen arkadaşım olması gereken yerde değildi, yanı başımda değildi, yaşaması gerekliydi, ama… ama hayatta da değildi… Bu kez, bir avuç toprak atan ben oldum çukura. Yüreğimden bir parçayı da söküp gömmüştüm yanına. Ağlamıştım. Sıkmıştım dişlerimi, Azrail’i parçalarcasına... Mezar taşını görmekten en çok o anda nefret etmiştim.
Şimdi bakıyorum da hayata, yaş ilerledikçe, hayata veda demetinde git gide en öne geliyoruz. Yaşlandıkça tabutun çehresi daha da büyüyor gözümüzde. Ne yazık ki, yaşlanıyoruz. Ve yıllar önceki bizler, yani çocuklar geliyor ardımızdan. Dedemin cenazesinde toprakla oynayan ben, bugün tabut omzumda ölümü taşımaktayım. Tıpkı ben hayatla oynarken, tabutu taşıyan insanlar gibi.
Gün gelip ölüm demetinde en önde olacağız fark etmeden. Kimilerine baba, kimilerine dede, kimilerine amca olacağız. Fakat hep çocuklar gelecek ardımızdan. Yarının büyükleri. Yani bugünün bizleri.
Ve ne yazık ki, ölüm olacağız bir gün. Veda demetinin tek sahibi. Belki de daha yaşanmamış onca hayatımız olmasına rağmen. Dün 5 yaşındaydım, bugün 18. Yarın 30, sonraki gün 70… Dedem öldüğü gün anlamıştım ölümü…
------------------
"Ölümden niye korkacağım ki? Ben varken o yoktu, o gelince de ben olmayacağım"- lucretius*

 
Gül Soylu Aşk

Enez’ in güzel yaz günlerinden biriydi. Her sabah ki gibi ormana koşmaya gittim. En yakın arkadaşımda yanımda denize girdik eğlendik. Akşamüzeri can sıkıntısı 3 kişi bulduk. Okeye dördüncü aranıyor. Ya ben yanlış görüyorum yada karşıdan maviş gözlü, kumral, şirin mi şirin güler yüzlü bir masal perisi geliyor. O an sanki büyülenmiştim. Okey oynamayı bir yana bir yana bırakın iki de bir taşları düşürür, ıstakayı devirir olmuştum. Ama galiba ben onun pek ilgisini çekememiştim. Okey bitti arkasına bakmadan gitti.

Sonradan öğrendim ki arkadaşımın yeğeniymiş ve uzun süreli bir beraberliği varmış .
" E be kardeşim dedim içimden...

Yine bir yaz akşamı top oynamaktan geliyoruz. Kan ter içinde kalmışız, saç baş toz toprak içinde... Az ileriden birisi seslenir gibi oldu. Baktım aman Allahım yine o güzel gözlü kız. Tabii hemen havaya girdim bana "iyi aksamlar" dedi. Arkadaşım mavi gözü periye nasıl baktığımı görmüştü.

Yaz bitiyordu ve biz İstanbul'a dönnüyorduk. Mavi gözlü perim aklımdan çıkmıyordu. Fakat sonunda kafamdan atmayı zor da olsa başarmıştım.

Bir gün arkadaşımın ablası bizim bir yeğen var birbirinize çok yakışırsınız diye öyle bir söyledi. Ben pek önemsemedim meğerse abla arada aracılık ediyormuş. Tabiki bunlar sonradan su yüzüne çıktı. Bu arada bir detayı atladım. Uzun süre beraber olduğu gençten problemler dolayısıyla ayrılmış.

Arkadaşımda oturduğum günlerden birinde aablası "Haydi gel kahve içmeye misafirliğe gidiyoruz dedi." Bende "Gidelim bakalım dedim" Aslında biz ne bilelim her şey daha önceden planlanmış. Maviş gözlü perimin evine gittik. Ben onu görünce elim ayağım dolaşmaya başladı. Hatta kahve fincanını elimde unuttu benim güzelim. Gece eve gelince bu konuyu ayrıntılarıyla düşündüm. Sanki içime doğdu. İlk başından beri tahmin ediyordum uzun bir beraberliğe, hatta ölümüne beraberliğe adım atacağımı. İçimden bir ses "Neden olmasın be Serhat diyordu." Ertesi gün yine onlarınn evinde bir tesadüf yapıldı. Beraberliğimizin ilk cümlelerini kurdum sonunda. Eh zor da olsa, kan ter içinde kalsam bile şu an üç yıllık güzel bir beraberliğim var. Dile kolay üç uzun yıl. Aman Allah bozmasın tahtaya vuralım. Biz yıldızlara astık yüreğimizi... Bizim aşkımız gül soylu bir aşk. Allah' tan herkesin kaderine benimki gibi güzel, temiz ve gül kokan bir aşk yazmasını dilerim.
 
Kafes


Zaman bizler için o kadar da yavaş geçmezdi bu karalık duvarlar arasında.Çoğu aksini iddia etse de ben bazen eğlenirdim bile.Tabii o kadar sık olmasa da kendini eğlendiren ender kişilerdendim.Çoğumuz ıslak rutubetli toprağa bütün gün kıçını yerleştirir ve bir daha oradan ayrılmazdı.Kimi zaman uyur kimi zaman etrafındakiler izler ama genellikle düşüncelere dalardık.Herkesin kendine özgü bir hayali vardı.İçlerinden bazılarının orijinalliği aristokratların hatta imparatorun hayal gücüyle yarışacak düzeydeydi.Mesela koridorun sonundaki koğuşta kalan nereli olduğunu hatırlamadığım Antoine var.En büyük ideali buradan çıktıktan sonra Manş’ın karanlık ve soğuk sularına sakladığı altınlarla dolu olduğunu iddia ettiği sandığını bulup bir gemi almak.O gemiyle adalardan kıtalara, kıtalardan adalara silah ticareti yapacak taa ki Fransa’nın sayılı “aristokratlarından” oluncaya kadar.Sonra satın aldığı topraklarda büyük bir ordu meydana getirecekmiş.Tabii ki ordunun başında yine bizim bilmem nereli Antoine var.İmparatorluk ordusunu yenip Napolyon’u rezil ettikten sonra kendini imparator ilan ettirecek ve ilk iş olarak da Müslümanlarda olduğunu iddia ettiği harem diye bir odaya bir sürü kadın dolduracakmış.Her kadın için yarım saat diyor.Böylece hem çok fazla kadına sahip olabilecek hem de bütün gün ıslak toprakta oturmak yerine kendini eğlendirebilecekmiş.Hareminde bizler için de yer ayıracakmış.Biz de hepimiz Antoine’ı beklemeye karar verdik.
Bir de Sardunya’lı Enrico’nun hikayesi vardı.Aslında Enrico Sardunya adasında ailesinden kalan zeytin tarlalarını işletiyormuş.Söylediğine göre gerçekten burada işi olmayan biri.İyi de kazanmaya başlamış bu işten, ama bu sefer de açgözlülüğüne yenilmiş ve olmamış zeytinleri bir güzel boyadıktan sonra Parisli bir tüccara satmış.Foyası ortaya çıkınca İtalya’da daha fazla duramamış ama akıllılık edip Fransa üzerinden İngiltere’ye kaçmaya kalkmış.İşin komik yanı peşinde olan tüccarın gemilerinin biriyle kaçmayı planlamış.Tüccarla muhabbet etmeye da hikayesini peşindeki adama anlatınca tüm foyası ortaya çıkmış bizimkinin.Enrico devamlı kendisinin uyanık olduğundan ama nedense kaçış sırasında aklının hiçbir şekilde çalışmadığından yakınıyordu,bunu da Tanrı’nın kendisini cezalandırması olarak algılıyordu.Aslında bence de öyleydi.Her neyse Enrico buradan kurtulur kurtulmaz Sardunya’ya döneceğini tekrar edip duruyor.Adaya dönünce işinin başına geçip kazancının bir kısmıyla da kilise,okul,köprü falan yaptıracağını söylüyor.Bence de akıllık eder,yoksa Tanrı’ya verecek çok hesabı olacak gibi.
Sonra,benim en yakın arkadaşım Kemal var.Kemal ile aynı koğuşta kaldığımızdan paylaştığımız çok oluyor.Kemal aslında Mısır’lı ve buraya da oradan getirilmiş,savaş esiri olarak.Anlattığına göre savaş alanına hiç girmemiş.Cephe gerisinde Osmanlı askerleri adına çalışıyormuş.Aslında yaptığı da yerli halktan asker toplamakmış.”O zamanlar gençtim. İnsanlara biraz esaret öyküleriyle üzdükten sonra kahramanlık hikayeleriyle besliyordum.Bir de ağlamaya başlayınca kadınlar bile savaşa katılmak istiyorlardı.”diye anlatır o günleri.Her hikayesini belki on kere dinlemişimdir ama her anlattığında sanki ilk defa anlatıyormuş gibi heyecanlanması hoşuma gidiyordu.Tutunacak bu hikayelerden başka hiçbir şeyi kalmamıştı.Ne annesi ne babası ne de başka bir akrabası.Bir tek kızı olduğunu anlatır durur ne kadar gerçek olduğunu kestiremediğim bir üslupla.Hikayelerinin aralarına sıkıştırır kızını,bazen Yasemin der bazen Gül.Bir keresinde bana dönüp;”Bir çiçek ismiydi ama çıkaramıyorum tam olarak.”demişti.O zaman bu saçı sakalına karışmış orta yaşlı cılız Araba acımıştım.Ne uğruna buraya düşüp de hayatını mahvettiğini sorgular gibiydi devamlı. Hayatının amacını anlamaya çalışarak hayatını bu karanlık yerde harcamaya çalışıyordu.Ona bakınca gözümün önünde evimizin yakınlarındaki lagüne gelen ördekler gelirdi.Amaçsız gibi görünürlerdi.Sanki hayatta hiç amaçları yok da öyle yüzüyorlarmış gibiydiler.Aslında oraya neden geldiklerini öğrenince çok şaşırmıştım.Annemim bir zamanlar bana dediğine göre ördekler mevsimin değişmesiyle dünyanın serinleyen bölgelerinden rahat yaşayabilecekleri daha sıcak bölgelere uçuyormuş.Bu yolculuk sırasında daha cılız olan yavrularının dinlenebilmesi için yol üzerindeki su birikintilerinde mola veriyorlarmış.İşte Kemal de bir şeyin peşindeymiş gibi geliyor bana.Devamlı o durağan bakışlarının arkasında bir şeylerin planını yapıyor.Sanki bilerek kızının ismini hatırlamıyor,bilerek o hikayeleri uyduruyor.Yada ben çok şüpheci davranıyorum.Ama yine de bir sinsilik hissediyorum ne bakışlarında ne davranışlarında ama ruhunun derinliklerinde.
Onca zamanın benden alıp ***üremediği bu önyargıları kafamın bir kenarına attıktan sonra odamda-ben hücreme böyle seslenmeyi daha yeğliyorum-biraz dolanmaya kalktım. Onlarca yıl oldu herhalde buraya ilk geleli.Zamanın bu lanet , bu yaşlı, yıkık dökük hapishane de bile nasıl geçtiğini anlayamıyorsun bir süre geçince.Asıl mesleğim olan şairliği burada hiç yapamadım.Hapishane koşulları bana hiçbir zaman izin vermedi.Yumuşak kişilikli birisi olarak kimse algılanmak istemez böyle bir yerde.Kimseyle de paylaşamadım doğal olarak.Burada asıl ceza çeken benim aslında.Diğer hiçbir mahkum benim çektiğim acıları çekmemiştir.Mürekkebin keskin kokusu,kağıt yapraklarının parmağımda bıraktığı lekeleri özlüyorum hala her gece.Aklıma o kadar güzel dizeler,betimlemeler,tasvirler hatta bazen bir anda koca bir şiir bile geliyor ama gitmesi de kalması kadar çabuk oluyor.Bu şartların yaşattığı acımın, sonsuz ıstırabımın dinmesi için Tanrıya çok yalvardım ama yüreğimdeki beyaz çiçeklerin yasemin kokulu coşkusunu kaybettim yıllar önce.Sonra da bitmek bilmez sandığım,dağlara nehirlere sığdıramadığım inancımı.
İlk zamanlar çektiğim zorlukları aşabilmek için inancımı kullanmıştım.Bu kıstırıl-dığım karanlık odadan çıkabilmek için inancımın yüreğimden çıkarttığı aydınlık ile doğru yolu bulmaya çalıştım.Anlaşılan buldum da.Yoksa bugün burada sapasağlam dolanamazdım. Sonraki zamanlar nispeten daha kolaydı.Bu geçiş döneminde artık dışarıdaki dünyayı kaçırdığımın farkına varmıştım.Ziyaretçilerimden,aslında tek ziyaretçim vardı o da Jeanette’ti, aldığım haberler her zaman güncelliğimi yitirdiğimi suratıma çarpıyordu.Acıydı,ama dünya oturup ta benim için ağlamıyordu.Bunun farkına varmak benim için çok acı bir tecrübe olmuştu.Buradaki diğer insanlar bu duruma aldırmasa bile ben kendim yapraklarımı dökmüş hissediyordum.Daha sonra inancımın beni bir yere ***ürmediğini düşünüp kırık bir ahşap bavulu süsü verip yolun kenarına fırlattım.Bu sefer de elimde tek kalan Jeanette oldu.Her gece kafamı samanların üzerine koyduğumda onunla geçirdiğim güzel günleri hayal ederdim, kötülerine dokunmazdım.Sonra sonra Jeanette daha seyrek gelmeye başladı.Dün gibi hatırlarım son gelişinde bir adamla geldi.”Adı Marco.”dedi ve ekledi,”Biz evleniyoruz, Sebastian.Üzgünüm.”.Ve bir daha görmedim, her ikisini de.Başka ziyaretçim olmadı o günden sonra.Gerçi başka kimseye ihtiyacım da yoktu,sahip de değildim.Yapayalnız koskocaman bir okyanusun ortasında kalakalmıştım.Ne bir gemi ne de bir ümit.Jeanette de kalbimden kayınca içini dolduracak hiçbir şeyim kalmamıştı.Bu sırada kalan tek varlığımı fark ettim,Bastille Hapishanesi.İşin ironik tarafı bunca yılı hayatımdan çalmakla suçladığım, hayatımı kararttığı için nefret ettiğim bu dört duvar tek evim olarak avucuma yerleşmişti. Hapishane komutanı Binbaşı Garcia uslandığımı,yeterince cezalandırılıp ıslah edildiğime karar kılmış.Serbest bırakılmam için başvuruda bulunmuştu. Dediğine göre kuş kadar özgür olacakmışım.Bende asker olduğun her halinden belli dedim kendisine.Benim özgürlüğüm buraya girmemle uçtu gitti,ben ne kadar hızlı uçsam da kalemimi geri bulamam.Bu, Binbaşı Garcia’nın benden ikinci etkilenişi olmuş dediğine göre. İlki,buraya ilk geldiğim gün o zamanki hapishane komutanı Binbaşı Jean-Pierre ile olan konuşmamız sırasındaymış.O zaman Garcia sadece subaydı.Binbaşı bana neden burada olduğumu sorduğunda sadece sevdim,demiştim.Garcia hikayemden etkilenmiş ve şimdi de biraz onun etkisiyle,biraz yaşımın etkisiyle serbest kalmam için uğraşıyor.Aslında dışarıda köklerim dolayabileceğim hiçbir şey kalmadı.Nedendir bilmem kendimi bu suçluların arasında daha güvende hissediyorum.Bu duyguyu en son bir kadının koynunda hissetmiştim.Bunu bu mekanda bir daha söyleyebileceğim aklıma gelmezdi aslında.
Bej renkteki pantolonumun paçasını dizime kadar gelmeyecek şekilde kıvırmıştım mavi gözlü deniz ile sarışın kumsalın seviştiği çizgide ilerlerken.Ruhumun derinliklerinde sonsuz bir mutluluğa sahiptim.Sanki günler benim için hiçbir zaman sona ermeyecek gibi.İçimde bir coşku belirdi,piyano parmaklarımın arasında sakince,ağır ağır dans ediyordu ara sıra heyecanlanıyor daha sonra tempo tekrar düşüyordu.Hafif esen meltem sayesinde en kaliteli kumaşlardan seçerek özenle diktirdiğim deniz mavisi gömleğim pantolonumdan kurtulmuş özgürce çırpınıyordu.Bense buna aldırış etmiyordum, aksine daha da hoşuma gidiyordu oluşan bu görüntü.Beynimin içinde binlerce kelime dönüyordu koyu kahverengi bir keman eşliğinde.
Aşk,acı bir ihtiras gibi şu an dudaklarımdan damlayan,
Şehvet kaplı vücudumun her bir köşesi titrek,utangaç,
Şarabın kokusu sinmiş denizin uzattığı mavi gözlere,
Hüzün almış ***ürmüş aşka dair hangi yaprak kaldıysa bu kumsalda,
Şimdi sessiz ve usulca yatar yatağımın üzerindeki kırışık çarşafta.

Birçok dize gelip gidiyor aklımın aynasına.Görebildiklerimi söküyorum aralarından. Ağzımdan döküle bu dizeleri hemen cebimdeki kağıda yazıverdim.Buranın havası gerçekten insanı derinden etkileyebiliyor.Güneş artık karşıda dümdüz duran denize dalmaya hazırdı. Derken arkamdan bana doğru koşan adımların denizde çıkardıkları sesleri duydum.Hafifçe omzumun üzerinden baktığımda görmek istediğim manzarayla karşılaştım.Uzun koyu renk saçları koşması ile bir sağ omzunda bir sol omzunda toplanıyordu.Ona bakınca karşımdaki enfes Marsilya günbatımını unutup kendisini seyre daldım.Uzun ve ince bacakları ıslak kumda narin ve kırılgan adımlar bırakıyordu.Her bir ayak izi arkasından gelen dalga ile süpürülürken benden de bir parça eksiliyordu sanki.Hepsi çok değerli birer şiir gibiydiler. İri dudaklarıyla gülümserken benim için bir güneş daha doğuyordu.Oysa o elinde tuttuğu şarap bardaklarını işaret ederken ben ondan büyülenmeye devam ediyordum.Şarap bardağını avucuma sıkıştırdıktan sonra kumların üzerine çökünce benim de dikkatim mecburen Jeanette ten tekrar batan güneşin son saniyelerine kaymıştı.Güneş tam olarak şafakta son bulmuyor fakat denizin hemen üzerinde oluşan mor renkte belki buhar belki bulut tabakasının içinde yok oluyordu.Elimdeki ince cam bardağa bir baktıktan sonra içindeki kan kırmızısı şaraptan bir yudum aldım.Şarap doğrudan boğazımı yakmıştı.İşin doğrusu şaraptan pek anlamazdım ama her zaman anlarmış gibi davranmaya bayılırdım.
Zamanımın çoğunu Jeanette ile beraber geçiriyordum.Onun yanındayken nehirler daha hızlı akıyordu,rüzgar yaprakları daha sert sarsıyor,güneş daha çok yakıyordu. Duygularımı en üst seviyede yaşatan bu kadın benim üvey kardeşim aslında.Benim dünyam asla başka birinin ki gibi olmamıştı,kimsenin de benim ki gibi.Zaman onlardan çok fazla ***ürüyordu bense zamanın alıp ***ürmesine seyirci kalmadan onları kalemime döküyordum.Bunu duyanlar beni hayalperestlikle suçladılar hatta bazıları sorumsuz bile demeyi cüret edebildi.Ama çoğu ailemin zengin olmasın bağlıyordu.Belki de haklıydılar annem o zengin adamla evlenmemiş olsaydı ben muhtemelen tarlalarda çalışan bir çocuk olurdum.Şimdi bembeyaz tenimle ortalarda dolaşıp, şiirler yazıp, üvey kardeşimi seyrediyorum.Jeanette tamamen bir şiir gibiydi.Her bir organı ayrı bir dizeydi benim için.Birbirinden eşsiz dizelerin,cümle biçimlerinin,kelime öbeklerinin,hecelerin bir araya gelmesi ile ortaya çıkmış paha biçilemez bir şiirdi bu çirkin dünyada.
İnce parmaklarını koluma geçirerek beni de yanına çekti tek kelime söylemeden. Yavaşça yanına oturduğumda bu sefer ince parmakları kollarımdan içeri geçti ve omzuma kafasını dayadı.Nefesim kesilecek gibi olduysa da hiçbir şey söylemedim ben de.Arkamızdan, görüntünün ne kadar güzel olduğunu düşünüyordum.Dalgaların gürültüsü eşliğinde aşkımın sahibi, habersiz aşkımı paylaşıyordu sessizce.Jeanette’in vücuduma dokunduğu her yer ateşler içinde yanıyordu.Daha da kötüsü ateş gitgide bütün vücudumu kaplamaya başlıyordu. Akşamın bana armağanı serin meltemi hissetmeye çalışarak sakinleştirmeye çalışıyordum kendimi ama başaramıyordum.
Zaman geçmek bilmesin benim için,
Kuşlar ötmesin,yapraklar dursun oldukları yerde,
Eğer düşerse bir günah, eteklerinden hüznümün,
Şarabıma damlarsa pervasızca ve ahlaksızca,
Tanrı huzurunda cezamı bulayım şimdi burada ölmektense.

Dizeler her daim kafamda uçuşuyor ve Jeanette’in her hareketinin rüzgarı yönlendiriyor onları.Karanlığı beklemiştik beraber selamlamak için yıldızları.Jeanette parlak noktaları izlerken benim yanımda ben yazdıklarımı izliyordum noktaları birleştirerek. Kumların üzerinde yatıyorum gizli sevgilimin yanında, derken demir parmaklıklar beliriyor ellerimle kavradığım ama soğukluğunu hiç hissedemediğim.Askerler tüm mahkumları dışarı çıkarmak için kapıları açıyorlardı.Demir anahtarların demir kapıları açma sesleri yüreklerimizde yankılanıyordu.
Ayakta durmuş parmaklıklarda öylece askerleri izlerken genç Joacquim gözümün önünde belirdi.Joacquim henüz 24 yaşında olmasına rağmen asker olarak bu hapishanede görevlendirilmişti.Yaşının bilincinde olan bir insandı.Mahkumlara,özellikle yaşlı olanlara asla emrivaki konuşmazdı.Bu genç bizlere bile saygı duyduğundan Jean-Pierre tarafından oldukça azarlanmış ve sonunda mutfakta görevlendirilmişti.Ardından Garcia göreve başlayınca Joacquim’i oradan kurtararak gardiyanlık görevini ona geri verdi.Aslın bakılırsa o mahkumlara saygı duyduğu için mahkumlarda ona saygı duyuyordu.Alsa bir “ricasını” tekrarlatmak zorunda bırakmıyorlardı.Garcia da bunu fark etmişti.Bazen mahkumlar en küçük sorunlarını yada isteklerini bile Joacquim’le paylaşır o da elinden geldiğince yerine getirmeye çalışır yada yerine getirilmesini sağlamak için üstlerine istekte bulunur, her zaman da sonuçlanıncaya kadar can sıkıcı bir baskıda bulunurdu.Amacı belki böyle bir yerde zayıflık göstermek değildi.Gözlemlediğim kadarıyla da böyle takıntıları olan biri değildi ama genç Joacquim çok temiz kalpli bir askerdi.
Bana biraz geri çekilmemi işaret ettikten sonra yanına başka bir asker gelerek acele etmeden demir kapı yanındaki parmaklıkların önüne geçecek şekilde açtıktan sonra yan hücrenin kapısını açmak için yana kaydı.Bu sırada ben ve Kemal kapıdan geçerek hücrelerin yan yana ve karşılıklı olarak sıralandığı holde diğer hücrelerden çıkan mahkumlar ile birlikte ikişerli sıraya girdik.Herkesin hücresini terk etmesini beklerken aklıma tekrar Jeanette’in o akşamki görüntüsü geldi.Acaba o akşam ne hissediyordu?Benim hislerimi paylaşıyor muydu acaba.O akşam beni kim olarak sarmıştı?kardeşim mi?sevgilim mi?Bu soruyu Jeanette’e ne o gece sora bildim ne de daha sonra.Bu zamandan sonra da sormamın, merakımı gidermekten başka bir yararı olacağını zannetmiyorum.
Mahkumlar hızla sıraya girdikten sonra önümüzde kapalı duran,hücrelerin bulunduğu holü dış hollere bağlayan demir kapı ağır ağır açıldı.Herkes kendini ağırdan satarak umursamazca yürüdü.Dışarıya çıkıp temiz hava almak herkese o kadarda lüks gelmezdi. Sonuçta özgür olmadıktan sonra özgür havası teneffüs etmenin bir anlamı yoktu benim için. Ama istemeye istemeye(!) çıkmaya razı olmuştum.
Hapishanenin avlusu üç tarafı binayla çevrili olup diğer taraf ise sade uzun bir duvar ile avutulmuştu.Daha çok büyük bir manastırın görünümüne sahipti ve buda gardiyanlar için mahkumları korkutmada iyi malzeme çıkarıyordu.Çoğu zaman da eski mahkumlar yeni gelenleri ölü rahip hikayeleri anlatarak korkutup kendilerinin bir bez parçasına iki küçük taş koyarak yaptıkları “muska” ve “hayalet uzaklaştırıcı büyüler” ile tüm paralarını alırlardı. Tabii, yutmayıp ta kandırmaya çalışan mahkumu, kendisinin eski bir manastır öğrencisi olduğunu söyleyip aslında bu hapishanenin o bölümünde gerçekten bir rahip hayaleti olduğunu ve bu hayaletin hiç kavuşamadığı sevgilisini bulma ümidiyle her dolunay gecesi mezarından çıkarak buraya geldiğini ve burada yatan kim varsa sevgilisini onun öldürdüğünü zannederek öldürdüğünü söyleyerek dışarıda gelmeden önce yerden almış olduğu kurumuş ve bayatlamış, bu arada bir iki kere de yağmura yakalanmış elma kabuklarını mahkuma sattığına da tanık olmuştum.
Vakit akşama doğru yaklaşırken bizler de bugün iş yapmamanın vermiş olduğu sıkıntı ile avluda geziniyorduk.Dışarıdan, akan Senne nehrinin gürültüsüne arada sırada çocuk sesleri karışıyordu.Birisi diğerine “biraz çek” diye bağırırken bir kız “sen kendi işine bak” diye sitem ediyordu.Aradan ince sesli,belli ki diğerlerinden daha küçük, bir oğlan “biraz da ben tutabilir miyim?” diye ricada bulunuyordu.Anlaşılan kim neyi tutuyorsa vermeye pek niyeti yoktu çünkü küçük çocuk bu cümleyi birkaç defa daha tekrar etti.Sonra belki aldı belki sıkıldı,sustu. Derken,avlunun binaların haricinde yükselen uzun duvarın üzerindeki dikenli tellere sarı turuncu ve yeşil renklerinde bir uçurtma takıldı.Ahşap uçurtmanın kuyruğu da vardı ve bunda diğer renklerden farklı olarak kırmızı,mavi ve mor renkler hakimdi.Sonradan öğrendiğime göre adı “Gökkuşağı” ‘imiş.Gökkuşağı bizim pençelerimize takılınca anlaşılan ki uçurtmanın sahibi, küçük çocuğu azarlayıp dövdü.Zannedersem büyük olan uçurtmanın akıbeti aklına gelince vurmayı kesti.Artık bağrış çağrış yerine düşünen küçük insanların sesleri geliyordu. Bir ara arkama baktığımda benim gibi diğer mahkumların da gözleri gökkuşağındaydı. Bizler için o kadar yabancı bir cisimdi ki tahminimce ne olduğunu şekillendiremeyenler bile olmuştur.Yanıma iki mahkum geldi.Biri diğerine uçurtmayı göstererek “Benim de vardı küçükken,kırlarda bayırlarda koşa koşa uçururdum.”dedi.Diğeri merakla ekledi “Şimdi nerde?”.Mahkum kafasını uçurtmadan alarak yere eğdi,kaldırdığında gözleri donuklaşmış “Babamı öldürmeden önce babam kırmıştı” dedi.Diğeri yanlış bir soru sorduğunu anlayarak özür diledi ve konuyu biraz olsun dağıtmak adına uçurtmaların nasıl yapıldıklarını ve nasıl uçabildiklerini tartışmaya açtı.Mahkum da fazla üzerinde durmadan arkadaşa hararetle teorilerini anlatamaya başladı.Tam onları dinlerken kulağıma küçük çocuğun “Az kaldı.biraz daha kaldırın” diye haykırışı geldi.Fazla olmadı uçurtma aşağıdan birisinin müdahalesiyle hareket etmeye başladı.Biraz daha,sonra biraz daha hareket etti.Derken küçük çocuk duvarın tepesinde dikenli tellerin berisinde belirdi.Küçük en fazla beş yaşında olabilirdi.Kahverengi uzun saçları mavi gözlerinin önüne bir perde gibi iniyordu.Önce uçurtmayla ilgilendiğinden bizleri fark etmedi.Bir ara gözü arka plana kayınca çocuk büyük bir şaşkınlık geçirdi.Yaklaşık iki yüz göz ona bakıyordu.O an oradan görüntümüzün nasıl olduğunu çok merak ettim.Küçük gamzelerini bize gösterdikten sonra uçurtmasını söküp aşağı attı.Sonra, tekrar bize bu kadar çok insanın burada ne yaptığını sorgular gibi bakmaya devam etti.Bizim durumumuzu anlayamayacak kadar küçük olduğundan ben, ya çalışıyorlar yada oyun oynuyorlar şeklinde kendince sonuçlandırıp aşağı indiğini düşündüm hep.Ve sonra gökkuşağı tekrar havalandı mavi, özgür göklere.Bu sefer avludan görülebilecek şekilde süzülüyordu gökyüzünde.O havada süzüldükçe ben kendim uçuyormuş gibi hissediyordum.Beyaz bulutlara dokunup mavi göğü boyuyordum,ay ile güneşe aynı anda tutup her ikisini de salıveriyordum.Zamana sarılıp tarihe dokunuyordum.Her elime aldığımda kalemi hissettiğim sadeliğe dokunuyordum ruhumun en ücra köşelerinde.
Hissediyordum.Tıpkı O’nunla olduğum zaman gibi,tekrar hissediyordum havadaki yaşamı.Zamanın kokusunu ciğerlerime çekip kuşların melodilerini duyuyordum.Hayat. benim için anlam kazanmaya başlamıştı sanki,tıpkı…..eski günler gibi.Jeanette’in kokusu kokuyor bu uçurtma, ama ne kadar kötü daha anlayamadım.Ayağımın altındaki kahverengi toprak ile her an baktığım aynı renk duvarlardan başka hayatım kalmamış benim.Ne yaşadığımı bildim ne de yaşama amacımı.Bazı insanlar her insanın bir yaşam amacı olduğunu savunurlar.Herkes doğumundan ölümüne kadar bazı görevleri yerine getirmek için yaratılmıştır.Bu düşünce aslında basit bir düşünce değil.Sonuçta herkes kendine göre istediği gibi yorumlayabilir. Kimisi bunu kadere dayandırıp yaptıkları hakkında herhangi bir vicdani hesaplaşma yapmaz. Bu da toplum içinde ahlaksızlık ve güvensizlik yanında çürümüşlük ortamı sağlar ki bir toplumun sonunu hazırlayan başlıca etkenlerdir bunlar kanımca.Mesela,buradaki insanlar yaptıklarının suç olduğunu bilerek cezalandırılmak amacıyla buraya kapatıldılar.Eğer bu mahkumlar yaptıklarının kader olduğunu savunup burada bulunmalarının belli bir amaca dayandığını savunurlarsa bu büyük bir tehlike oluşturur.Bu adama göre buraya eninde sonunda gelecektir ve bu önüne geçilemez bir olgudur, asla müdahalede bulunulamaz, aksini iddia edenler de Tanrı’ya karşı çıkmakta, O’nun düzenine karşı gelmektedirler.İşte,ilk bahsettiğim tehlike buradan kaynaklanmaktadır.Suçlu,yaptığı hareketin suç teşkil ettiğine inanmamaktadır,aksine ilahi bir olay olduğunu savunmaktadır.
Kimisi de aynı düşünceyi alıp yine işine geldiği biçimde fakat araya ahlaki görevlerini, gelenek ve göreneklerini de katarak yorumlar.Bunlar daha ılımlı bir kesimdir.Düşünceleri ne kadar tehlikeli olursa olsun kendi içlerinde bir oto kontrol mekanizması oluşturabilmişlerdir. İlk bahsettiğim düşünce sistemine nazaran bu adamlar hayata bir amaç uğruna geldiklerine fakat dünya üzerinde yaptıklarından tamamen Tanrı huzurunda kendilerinin hesap vereceğine inanırlar.Tanrı onlar için oyunlar hazırlamıştır, bunlara katılmak yada hangisine katılacağına karar vermek tamamen bireyin iradesinde olan bir olgudur.Buna da dindeki tabiriyle özgür irade demektedirler.Bu insanlar hayatları boyunca yapmış oldukları hareketlerden sorumlu olduklarına inandıklarından kendilerine bir çeki düzen vermişler ve diğerlerinin aksine deha çok iyilik yapmaya ve yardımlaşmaya özen göstermişlerdir.Yine, her ne kadar kendilerinin bencilce hedefleri adına iyilik yapıyorlarsa da en azından suç işleyip ve bunu meşru kılıp toplum düzenini tehlikeye atmıyor aksine yardımlaşarak ve sahte iyiliklerde bulunarak hem düşüncelerini yayıyor hem de toplum için faydalı davranışlarda bulunuyorlar.Mutlaka bu düşünceyi daha başka yönlere çekenler,ortaya çıkan iki düşünce arasında bir sentez yapanlar hatta ve hatta antitez üretenler bile olmuştur.Ancak şu an için en büyük sorunum bu değil.
Dışarıda, avluda geçirdiğimiz zamanlar bana çok hızlı geçermiş gibi gelirdi.Zaman normalde bu kadar hızlı akmıyor da bizim dışarı salındığımızı görünce hızlanıyormuş gibiydi. Gökkuşağı hala avlunun duvarının üzerinde rüzgarla dans ediyordu.Duvarın diğer tarafında özgürlük çocukları kanatları altına alırken bizim yüzümüze dahi bakmıyordu.
O akşamdan sonra hemen Paris’e dönmem gerekiyordu.Jeanette’ten ayrılmanın verdiği acı yetmiyormuş gibi bir de onu bir daha ne zaman görebileceğimin sorusu vardı.Belirsizlik halinde kalmaktan nefret etmeme karşın şu an at arabasının penceresinden dışarı,ormanın derinliklerine bakarken bunları düşünmek hoşuma gitmişti.Ağaçlar tüm yapraklarını neredeyse dökmüşlerdi.Ormanın tabakası sarı ve turuncu renklerden oluşuyor,arada bir de beyaz renkteki mantarlar göze çarpıyordu.Marsilya’dan Paris’e yol üç gün sürüyordu.Ancak şu an arabamı altın atın çektiğine güvenerek iki günde Paris’e ulaşabilmeyi umuyorum. Dışarıda ki renkli zemine bakarken içimden bir ses Jeanette’in de burada olup bu manzarayı benimle paylaşabilmesini diliyordu.Şimdi o, burada,hemen yanımda oturuyo olsaydı muhtemelen yine koluma girer ve omzumun arkasından bu manzarayı seyrederdi.Ben de arabacıya seslenip durmasını emrederdim.Jeanette ile ormana dalıp kurumuş değişik tonlardaki yaprakların içinde yuvarlanıp eğlenirdik.Yaprakların çıtırtısı sustuğunda ona doğru eğilir ve kiraz kokan yumuşacık dudaklarına yavaşça dudaklarımı dokundururdum.Ormanın derinliklerinde, yerde yaprakların arasında öylece yatıp birbirimizi izlerdik.Bunları düşünürken bir huzursuzluk kaplı içimi.Bunlar düşünce bile olsaydı üvey kardeşime karşı ne kadar doğruydular?Acaba kendimi sırf bu yüzden suçlu hissetmeli miyim yada suçlu hissetmediğim için gazaba düşmeli miyim tam olarak bilemiyorum ama Jeanette’in kurumuş yapraklar arasındaki hali gözümün önünden bir türlü gitmiyor.Aşkımdan doğrunun ve yanlışın ne olduğuna karar veremesem de, ne ilerisini ne de gerisini şekillendirebilsem de kalbimin doğruyu söylediğine inanmaya devam edeceğim.
Marsilya’dan ayrıldıktan uzunca bir süre sonra bir gölün kenarında mola verdik. Arabacı hemen atlarını gölün kenarına ***ürüp dinlenmelerini sağlamaya çalıştı.Ben de arabacı da acıkmıştır diye yanımda ne varsa iki kişilik olarak hazırlayıp göl kenarında büyükçe bir taşın üzerine oturdum.Adam atları göl kenarında bir ağaca bağladıktan sonra tüm köylülerin yaptığı gibi beni rahatsız etmemek için arabaya doğru gitmeye başladı.Bunu fark edince bende herkesin yapmadığı gibi onu yanıma yemek yemeye davet ettim.Adam içi sıkıla sıkıla yanıma geldi.Ellerini önünde kovuşturarak “siz yalnız yeseniz?” dercesine bana baktı. Anladığımdan ona hazırladığım tabağı gösterdim ve biraz yana kayarak oturması için yer açtım.
Adam neredeyse kırklarındaydı.Saçlarının yanları beyazlamıştı ama benim dikkatimi en çok yüzündeki derin çizgiler çekmişti.Adamın yüzü sanki altmış yaşındaymış gibiydi. Kırışıkları o kadar derindi ki keskin olan yüz hatlarını daha da keskin hale getiriyordu. O derinlikler ne kadar zor bir hayat sürdüğünün kanıtıydı.Gözleri çökmüş ve yüzü de artık itip kakılmaktan aciz bir hal almıştı.Zaman onun zamanı değildi.Aslında onu yemeğe kendisine acıdığım için değil sadece acıkmış olabileceğini düşünerek çağırmıştım.Ama yüzüne daha dikkatli bakınca ona gerçekten acıdım.
Beraber oturup yemeğimizi yedik ondan sonrada biraz muhabbet ettik.Adının Francis olduğunu öğrendim.Bir karısı ve yedi çocuğuyla Marsilya’da yaşıyormuş.O kadar kişiye nasıl baktığını çok merak ettim.”Bizim evde iki kızım ve üç oğlum da karımla birlikte çalışır.O yüzden biz bi yolunu bulup yaşıyoruz,beyim.” Dedi.Takdir ettim kendisini o an.O kadar zorluğa ve yokluğa karşın hepsi birlikte aile olarak çalışıyordu.Konu döndü dolaştı.Bir ara hiç unutamadığı bir an olup olmadığını sordum.Adam,biraz alayla karışık “Sen de bizi hayvan yaptın be beyim.”dedi.Sonra da hafif tebessümle o anı tekrar yaşayarak ekledi ”Herhalde üç yada dört yıl önce Noel’di.O gün de üç gündür uyumadığım halde maden ocağına çalışmaya gitmiştim.Tabii o kadar yorgunlukla inan neye uğradığını şaşırıyor.Eve gittiğimde çocuklarla karım bana sürpriz yapıp bir at almışlar.Sordum,bütün yıl kazandıklarının bir kısmını kenara ayırmışlar.O da birike birike baya bir para yapmış.Hepsiyle de bana Noel hediyesi olarak şu atı almışlar.”parmağıyla atların arasından en yaşlı olanını işaret ederek, ”O gün sabaha kadar ağlamıştım.O günü hiç unutmam.”derken sesi gitti.Adam gözlerini ufka kaçırdı bir müddet sonra ben konuşmayınca kendini mecbur hissetmişçesine at işine girişini anlattı.”İlkin o atım vardı sadece.Sonra diğerlerini aldım.Şu küçük olan da benimkinin yavrusu, şimdiden yetiştiriyorum,beyim.”.Ben bir şey anlatmama rağmen adam da sormadı.Sonra kendimi onu aşağılarmış gibi hissedince rahatsız oldum ve kendimi tanıttım.Şair olduğumu duyunca çok şaşırdı.Pek şekillendiremedi.Sonra dayanamayıp ne demek olduğunu sordu.Jeanette’in yanında aklıma gelen dizeler hala cebimdeydi.Çıkarıp onları okudum.Karısına söylemek için izin istedi.Düşündüm, kime ne zararı olabilirdi?Boş bir kağıda yazıyım mı diye sorunca adam gülmeye başladı.”Beyim sen de bizi hayvan yaptın dedikte o kadar adam yap demedik.” diyince hemen okuma yazma bilmediğini anladım.Bütün yol ezberletmeye de çalışacağımı düşünürken Francis ikinci okumamda dizeyi ezberlemişti bile.Küçük köylü adam, büyük zengin bilgini acımasızca mağlup etmiş ve egosunun kırılmasıyla özgüvenini sarsmıştı.Neyse ki egoları olan biri değildim.Bu adam zengin olsaydı kim bilir nelerle uğraşıyo olurdu.Gelin görün ki adam seyislik yapıyordu.
Zamana karşı yarıştığımdan Francis’e gitmemiz gerektiğini söyledim.O da “Aklınızla çok yaşayın beyim.Ben de size gitmemiz gerektiğini söylesem diye kıvranıyodum.”dedi.Çok geçmeden atları bağladığı yerden alıp getirdi.Kısa zamanda tekrar yola koyulmuştuk.Ben yine arkadaki yerimi alıp camdan dışarı bakmaya ve tekrar Jeanette’imi hayal etmeye devam ettim. Sonra Francis aklıma geldi.Hayatı bizimkilerden ne kadar da farklıydı.Onun tek derdi geçim kaygısıydı.Akşam eve ekmek getirmese bile bir yolunu buluyorlardı.Fakat benim kaygılarım bir üst seviyedeydi.Ne geçim zırvalıkları ne ekmek kavgası içine giriyordum.Hayatın monotonluğu, tekdüzeliği daha büyük bir sorundu benim için.Kendimi bir kafese kapatılmış gibi hissediyordum, bir kısır döngü içinde kavruluyordum yıllardır.Francis beyin böyle sorunları olmadığı açık.O her gün aynı işi yapmaktan, her gün aynı yüzleri görmekten, aynı kişilere aynı cümleleri kurmaktan sıkılmıyordu.Belki hayatın böyle olduğuna inanıyordur. Ahşaptan yapılma bir bardaktan su içer gibi tükeniyor hayatı arada bir sakallı dudakları arasından akıp gidiyor ama umursamıyor.İçmek için acelesi olmadığı gibi daha da yavaşlatamıyor suyun akışını.Bu tekdüzeliğe inanıyor o.Çünkü düşünmüyor, beynini kullanmıyor, okuyamıyor ve yazamıyor.Bu adamın hayatın kısır döngüsüne kafa yormasını da beklemek kedisine haksızlık olur bence.
Akşam olmaya başlamışken artık avludaki mahkumları yemek için hücrelerine tekrar kapatıyorlardı.Yine hep birlikte sıra olduktan sonra yavaş adımlarla tekrar demir kapılardan geçerek hole geri döndük.Bizi hücremizde aynı saman yataklar ve pis bir tuvalet karşıladı. Buraya her dönüşüm bana daha da acı veriyor artık.Bu lanet yerde nereden bakılırsa on beş yılımı geçirdim ama hiçbir şey değişmedi aksine tuvalet daha çok kirlendi.Buradan bir gün çıkabilmeyi umuyorum ama daha on yıl yatmam gerekecek.On yıl daha bu cehennemde canlı kalabileceğime aslında pek inanmıyorum.Gençken sahip olduğum imkanların ve gücün hiç birine sahip değildim ne de olsa.Hücremde her gün olduğu gibi yemeğimin gelmesini beklerken dışarısını düşünmeye başladım.Eskiden akşam yemeğine tüm aile birlikte otururduk.Şimdi ise Kemal ile daha önceden defalarca konuştuğumuz, tartıştığımız konuların tekrar bir kez daha üzerinden geçerek yemeye çalışıyoruz.Bir süre sonra yemek dağıtan asker hole girerek sırayla tüm hücrelere yemeklerini dağıtmaya başladı.Kokudan anlaşıldığı kadarıyla bu gece de patates vardı,tıpkı üç akşamdır olduğu gibi.Kırık ve biraz da kirli ahşap tabağın içinde bir parça ekmekle servis edilen yemek burada kimseyi doyuracak nitelikte değildi.Ama elimizde olmadan uyguladığımız bu sıkı rejime harfiyen uyuyorduk.
Sokak ışıkları yeni yakılıyordu ki Paris’in karanlık sokaklarından şehre girdik. Yolculuğumun ikinci günü bitmek üzereydi.Francis oturduğu yerden arabanın içine eğilerek tem olarak nereye gitmek istediğimi sordu.Şöyle bir Paris sokaklarını düşününce burayı ne kadar özlemiş olduğumu fark ettim.Ayrılalı neredeyse yetmiş gün oluyordu.Ona en kısa yolu tarif ettim.Okuluma çok yakın olan evim kentin en güvenlikli ve gece lambası sayılı olan mahallelerinden biriydi.Tek başıma yaşadığımdan iki katlı küçük bir evdi.Marsilya’ya gitmeden önce evlerine yolladığım iki hizmetçim vardı.O zamanlar daha Paris İmparatorluk Yüksek Üniversitesi’nde Güzel Sanatlar okuduğum için ev yaşamında daha mütevazı davranmak mecburiyetindeydim.Okuldan da fazla arkadaşım yoktu, yalnızca dört yada beş kişi.Okuldan başka zamanımızı da beraber geçirmeye özen gösterirdik.Devamlı gittiğimiz Paris’in göbeğinde bir bar vardı.Biraz arka sokaklarda kalsa da çok uğrak bir mekandı. Geceleri oraya gündüzleri de Senne nehrinin kenarında oturur, bir iki çay içerdik.Çay satan çok az yer vardı o yüzden fazla seçici davranamıyorduk.Beraber kütüphaneye gitmeyi ve önemli konuları tartışmayı severdim.Ara sıra konuşmalarımız devlet yönetimine kadar uzanırdı.Jacques böyle tehlikeli sayılabilecek konularda ileri geri konuşmasına bayılırdı. Bazen konuştuklarımızı dinleyenler tarafından azarlanırdık, ama Tanrı’ya şükür büyük bir problemle karşılaşmadık şimdiye kadar.Zaten dengelerin çok hassas bir ortamda yaşıyorduk. Napolyon çıktığı seferlerden büyük kayıplarla dönmeye başlamıştı ve halk huzursuzlanmaya başlamıştı.Yani yönetim kademesinde hiçbir şey iyi gitmiyordu.Tahminimce gelirler düşmüş ve yakında vergileri arttırmayı kararlaştıracaklardı.Çünkü koca Fransız İmparatorluğu tüm parasını savaş ekonomisine yatırmış fakat alınan başarısız sonuçlar yüzünden büyük bir dengesizlik meydana gelmişti.Bu durumun aksine Bonaparte ailesi büyük saraylarına her geçen gün yenisini ekliyordu.Halkın huzursuzluğu yüzlerinden okunuyordu.Jacques’ın da her konuşmamızı o yöne doğru kaydırması beni korkutuyordu.
Evime ulaştığımda içeriden ışık geldiğini görünce kendimi iyi hissettim.Hizmetçiler önceden söylediğim üzere gelip evi temizlemişler,ısıtmışlar ve mutlakadır yemek hazırlamışlardır diye düşündüm.Francis,eşyalarımı indirdikten sonra evine gitmek için izin istedi.Ben de elini sıkarak on altın uzattım.On altın için belki bir ay çalışıyordu, aldığında yüzüne düşen minnettarlık ifadesi de gerçekten görülmeye değerdi.
Uzun yoldan gelmiş olmanın verdiği yorgunluk bende olduğu kadar atlarda da göze çarpıyordu.Francis evine doğru uzaklaşırken,at arabası sokağın sonundaki beyaz sisin içine doğru yavaşça girip kaybolmuştu.Orada dikilip arabanın arkasından baktım öyle, taa ki gözden kaybolup nal sesleri sönmeye başlayana kadar.Bu sırada atların gürültüsüne hizmetçiler dışarı çıkıp bavullarımı içeri taşımaya başlamışlardı.Kadın olduklarından ağır işleri onlara yaptırmazdım ve bana göre bavul taşımakta hiç kadınlara göre bir iş değildi.En ağırları olarak gözüme kestirdiğim dört bavulu yüklenerek içeri ***ürdüm.Julia ve Mary-ann eşyaları içeri yığmama yardım ettikten sonra gelip beni karşıladılar.Onları gerçekten özlemişim aslında.Şimdi onları görünce fark ettim.Onlar da özlemiş olacaklar ki çok candan ve sıcak bir kucaklaşma yaşadık.Julia da Mary-ann de her fırsatta benim yanımda çalışmaktan ne kadar mutlu olduklarını söyler dururlar.Bunun sebebi onlarla aramda her hangi bir sınıf farkı görmememdir belki de.Çoğu aristokratın köle olarak kullandığı bu insanlara her zaman iyi davranmışımdır.Sonuçta onlar da bizler kadar şanslı olup da zengin bir ailede doğmayan ve hayatlarını kazanmaya çalışan insanlardı.Sırf onlara iki kuruş para verdiğimden dolayı onlardan sınıfımı ayırıyor olmuyordum.Benim annemden öğrendiğim kim olursam olayım insanları aşağılamamamdır.Belki bu öğüdü verirken aklından hizmetçiler geçmiyordu ama ben böyle bir sonuca varmıştım.
İkisi de çok iyi insanlardı.İki kardeşten Julia büyük olandı.Babaları İngiliz’di ve bu konuda bende dahil olmak üzere kimseye bir şey anlatmıyorlardı.Anneleri ise Paris’te çalışan bir hizmetçiymiş zamanında.Daha sonra yaşlandıktan sonra birkaç yıl önce öldü.O günü ben de hatırlıyorum.İki kardeş de benim için yeni çalışmaya başlamışlardı.Cenazeye hep beraber gitmiştik.Fazla olmayan bir akraba kalabalığı vardı ve arkasından da pek ağlayanı yoktu.Beni çok etkileyen bir cenaze olmuştu.
O günden sonra her cenazeye aynı hüzünlü gözlerle bakar olmuştum.Tıpkı geçen günlerde vebadan ölen karşı hücredeki Alessandro’nun cenazesinde baktığım gibi.Donuk, ifadesiz ve hayatı sorgular bakışlar.Yaşam döngüsünü açıklamaya çalıştığım zamanlar yani yirmili yaşlarımda da aynı soruları sormuştum.Aradan neredeyse otuz yıl geçti ve ben hala aynı sorulara cevap arıyorum.Cevapları belki çok basit gibi görünen sorular ama bugüne kadar bulduklarım tatmin edici olamadı.Alessandro,kutsal ateş ile kucaklaşırken son defa hayatın anl***** sorgular buldum kendimi tıpkı Julia ve Mary-ann’in annesinin cenazesindeki gibi.Neden doğuyorduk?Peki ya neden ölüyorduk?Öldükten sonra ne oluyordu?Nereye gidiyorduk?Görüp hissedebiliyor muyduk, yoksa ne oluyordu?Nasıl yok oluyorduk,ruhumuz nereye kayboluyordu o zaman?Aslında başlayınca arkasını getirmek hatta kelimelerle ifade etmek gittikçe güçleşiyordu.Cevaplar da bir o kadar uzuyor ve zorlaşıyordu.Bunlara kafa yorarak insanların delirmeleri içten bile değil aslında.Soruların karmaşıklığı kimi zaman insan beyninin sınırlarını aşacak yanıtları bulmaya insanı zorlayabilir.Bu durum,kişinin aklında durumu ifade edebilmek için hayal kurmaya çalışmasını sağlar.Hayal kurmaya çalıştıkça kafasında şekillendiremez ama şekillendiremedikçe daha zorlanır ve çözüme yaklaştığı hissine kapılır.Kişi böylece bir kısır döngüye girer ama ne o bunun farkına varır ne de farkına varmak ister.Çünkü, aslen düşünmeyi kendisi istemiştir ve devamlı da çözüme ulaşana kadar da düşünmek isteyecektir.Bu şekilde bataklığa gitgide daha çok batacaktır.Ateşin içinden yangının boyutunu asla kestiremeyecektir.Durumun farkına vardığında ise…aslında farkına delireceğinden dolayı hiçbir zaman varamayacaktır.Şöyle bir düşününce adam ölene kadar kendince aynı problem üzerine düşünüp duruyor.Bence dahilerin,mucitlerin hepsi deli, devamlı aynı fikir üzerinde düşüne düşüne sonunda,şans eseri, bir çözüme ulaşıyorlar.Tabii başka kimsenin aklına o fikir hakkında düşünmek gelmediği için bunlar mucit olarak sahneye çıkıyorlar.Nitekim başkaca da icatları olmuyor.Nitekim, Gutenberg sadece matbaayı icat edebilmiştir.Gerçi Rönesans döneminde çok büyük üstatlar yetiştiği de olmuş ancak günümüzde icat edilecek pek bir şey kalmamış kanımca.Yoksa gençliğimde ki Bonaparte döneminde çok icat olurdu imparator tarafından.Gerçi o zamanlar her zaman Napolyon’un arkasında durmuştum ama bunu da gençlik hatalarıma,Beatrix’in yanına katıyorum.
Alessandro, yattığı yerde yani kazıkların ve tahtaların üzerinde gayet sessizce ve gayet çıplak yatıyordu.Artık hiçbir şeyin umurunda olmadığı belliydi.Son zamanlarında yani hücresi ayrılmadan önceki zamanlarında acı içinde kıvrandı günlerce ve gecelerce.Sonra tek başına ölüme terke edildiği sessiz bodrum katından geceleri sadece acı içinde haykırışları geldi titrek kulaklarımıza.O geceler Kemal ile ben kalkar dua ederdik acılarının dinmesi için ve bir gece Tanrı bizi belki de ilk defa dinledi.Hiç sesi gelmedi Alessandro’nun.Kimisi öldü dedi,kimisi iyileşti dedi.Ama ben biliyordum ki acıları dinmişti artık.O’na bakınca, yattığı yerden huzurlu ve rahat olduğunu düşünüyorum bunlardan dolayı.Yüzü artık açık mor gibiydi ve sakalları da çok acayip bir renk,güneş doğudan vurunca morumsu, batıdan vurunca kömür siyahı gibi bir renge bürünüyordu.Bu zamanlarda Paris sokaklarında veba salgını vardı.Her gün onlarca evden cenazeler çıkıyor ve her gece Paris’in dışındaki tepeler alevleriyle aydınlatıyordu şehri. O gece de tam kalbinden aydınlatmıştı bu nankör şehri alevler.Bizler demir parmaklıklı pencerelerimizden olup biteni takip ederken kırmızı üniformalı askerler de tören için son hazırlıklarını yapıyorlardı.Bütün gün ceset arka bahçede bekletilmişti ve artık Alessandro bizim hemen yanımızda gibiydi.Karanlık tüm yalanları hızla örttükten sonra insanoğlunun acı gerçeğini birden yüzümüze vurdu Alessandro.Hastalık karşısındaki acizliğimiz ve dayanılmaz bir koku. Mahkumlarım hemen hemen hepsi kusmuştu kokudan dolayı. Ne yazık ki ceset çürümüştü ve askerlerin suçluluk duygusu ile hemen bir yerlere saklanma amacıyla sağa sola koşuşturup ağız ve burunlarını kapatmaya çalışmalarından pek anlaşılamıyordu.Alessandro için bir kez daha içimiz kan ağlamıştı.Daha sonra bir konuşma esnasında çevremdekilere bu konuyla ilgili oracıkta aklıma gelenleri anlattıklarım daha sonra düşündüğümde aklıma da yatmıştı.Onlara biraz uydurarak:”…Bir gün, devamlı olarak gittiğim rahip bana ölümle ilgili olarak bu yolun nasıl olacağı belli olmaz demişti.İyi yola girenlerin zor öldüğünü duymuştum. Öldükten sonra çok rahat ve mutlu yaşayacakları için tüm acılarını ölürken dünyada bırakırlar, yanlarına hiçbir şey almazlar demişti.Bence Alessandro’da böyle oldu.Tüm acılarını,tüm rahatsızlıklarını ve hastalıklarını bu dünyada bıraktı.Yakılınca çıkan kokuyu siz de duydunuz, siz de kustunuz o pis kokudan.İşte o koku Alessandro’nun bu dünyada bırakıp diğer rahat edeceği dünyaya ***ürmediği pisliklerin ve kötülüklerin kokusu.Bazısı da çok güzel kokarmış işte onlar da sonsuza dek azap çekecekleri için tüm iyilik ve mutluluklarını burada bırakıp acı çekmeye ölümlü dünyanın ardına geçiyorlar…”demiştim.Burada aklıma yatan bunun doğruluk payından çok avutma tekniği olarak bu yalanı kullanabilecek olmamdı.Çünkü yakıldıklarında hiçbir canlı güzel koku çıkarmaz.Yalanımı ölüm acısı taşıyan herkese anlattım.Anlattığım herkesin suratında da aynı teselli ifadesini görmüştüm.Nitekim bir iki yıl sonra oğlumun cenazesinde de aynı yalanı en az on kişiden duyacaktım.
Alessandro’nun yokluğunun yarattığı bir boşlukla doluydu bu hapishane atık. Kendisiyle o kadar iyi anlaşamasam da bir yalnızlık hissi uyandırdı bende.O cenazeden sonra kimse Alessandro hakkında konuşmadı bir daha.Biz de gömdük onu.
Paris’e tekrar geleli birkaç gün olmuştu ve artık bu koca şehre tekrar alışabilmiştim. Gelişimin ertesi günü de Jacques gelmişti Paris’e.Bugün de Jacques ile buluşup özlem giderecektik.Notre Dame katedralinin önünde buluşup Senne nehri kıyısında yürümeyi planlıyordum, akşama da eve döner çalışmalarımı devam ettirdikten sonra fazla geç olmadan yatarım diye umuştum. Tabii Jacques yine bütün planlarımı bozmuş,arkadaşı ile beraber çıkagelmişti.Notre Dame’a karşı bakan bir söğüt ağacının altına oturmuş Jacques’ı bekliyordum.Huzursuzluğumun yüzüme yansımasından korkuyordum.Ya bacaklarımı saran beyaz pantolonum daha da daralmış sıkıyordu ya da ben biraz şişmanlamışım.Gümüş tokalı siyah çizmelerimi dün boyatmıştım ve bu Paris güneşinin altında bir elmas gibi parlıyordu. İpek beyaz gömleğim omzumdan başlayıp belime doğru inen siyah kemerimin altından yeterince görünmediğini düşündüğüm sırada Jacques ve Paris’in güzelliklerin ve doğanın mucizelerini gölgede bırakan arkadaşıyla beraber katedralin yan cephesindeki köprüde belirdiler.Belki gözlerimin Jacques’ı takip etmesi gerekirken, nedense uzak mesafelerden beri takip ettiğim iki açık kahverengi gözlerden kaçamıyordu.Jacques bana doğru yönelene kadar kadının gözleri benimkilerle hiç buluşmamıştı ancak başka bir şekilde beni takip ediyordu, ya da o durumdayken ben böyle bir izlenime kapılmıştım.Beni kendine çekip sessizce bekliyor ve gözlüyordu.Ne yutkunmayı hatırladım ne de Jacques’ı selamlamayı.Jacques bana içtenlikle sarıldıktan sonra, ki ben şimdiye kadar kimseye sarıldığını görmemiştim, bayana dönüp “Beatrix.Kuzenim.”dedi.Jacques ile birbirimiz tanıyacak kadar uzun zamandır arkadaş olduğumuzdan ortada bulunduğum durumu hiç konuşmamamdan anlamış olacak ki beni yine kendisi tanıttı.Ben de elimden gelen son hamleyi yaparak Beatrix’in sol elini tuttum,biraz eğilerek ve biraz da eli kendime yaklaştırarak beyaz saten eldivenini öptüm.
Aradan biraz zaman geçtikten ve biraz da temiz hava aldıktan sonra kendime geldiğimi hissettim.Tabii burada bahsetmiş olduğum kendime gelme tam olarak normale dönmemi kastetmemektedir.Beatrix hala yanımdaydı ve benim aklım hala ondaydı.Bana bakıp her konuşmasında kalbimin burkulduğunu ve nefes alamadığımı hissediyordum.Sesi o kadar narindi ki bana her zaman şarkı söyler gibi gelirdi.Buğday başakları gibi olan saçları esen hafif meltemle beraber özenle tutturuldukları kıskaçlardan kurtulup yüzünü kapadığında ben bir kez daha aşık olduğumu hissettim.Zaman benim için o gün o kadar hızlı geçmişti ki ne Beatrix’e doyabildim ne de Jacques ile iki kelime konuşabildim.Aslında saatlerce konuştuk ancak ben tek bir kelimesini bile hatırlamıyordum.Jacques ta durumu toparlamak için “Şairler hep böyle olurlar.Kafalarında dönüp duran dizelerden kurtulup kafalarını toplayabilirlerse konuşmalara katılırlar.Diğer zamanlarda ise dizeleri yakalama çabasında kafaları hep başka yerlerdedir.”diyordu.Her defasında bunun üzerine birbirinden komik durumlar oturtmuş bizleri gülmekten öldürmüştü.Beatrix, tam bir soylu hanımefendi gibi yetiştirildiği için asla kahkaha atmıyordu.Benim ve Jacques’ın bu gibi sınırlamalara inancımızı kaybettiğimiz için tüm sokağı kahkahalara boğuyor ve insanların ayıplar bakışlarına ve mırıldanmalarına katlanıyorduk.O, kahkahalara boğulduğumuz zamanlarda hep aklımdan Jacques’ı ne kadar da özlemiş olduğum geçerdi.
Nehir boyunca kah oturup kah yürüyerek akşam etmiştik zamanı.Ben farklı planlar kurmuş olsam da uymamakta diretiyordum.Beatrix’in bakışlarına rastlayabilmek için devamlı onu kolluyordum.O ise devamlı sevgili kuzenine ve arada sırada bana şu ana tam olarak hatırlayamadığım bir şeylerden bahsediyordu.Sırf ilgisini çekebilmek için söylemediğim yalan kalmamıştı neredeyse.”Evet,benim de çizdiğim resimler oldu ama hiç kimseye göstermedim şimdiye kadar.”,”Hayır ben o bahsettiğiniz çizim tekniğini pek benimsemiyorum bana çok yorucu geliyor.”,”St.Petersburgh’ta tabii ki bulundum harika bir şehir.”,”Geçen gün Prag’dan geldim.”,”Viyana,en sevdim şehir,şiir gibi bir dokusu var”,”Paris’te insanın içinden dans etmek geliyor,haksız mıyım?”.Derken artık pes ettim ve dinlemeyi yeğledim.Anlattığına göre Beatrix’in bulunmadığı şehir kalmamış.Londra’dan İstanbul’a,St.Petersburgh’tan Roma’ya kadar her şehirde en az bir haftasını geçirmiş ve yine söylediğine göre her şehrin bir karesini resmetmiş.Ben de Paris’i çizdiğimi söyledim bunun üzerine.Jacques yalanlarıma dayanamamış olmalı ki hemen atıldı ”Neden bize değerli çalışmalarını göstermiyorsun Sebastian?”.Yalanların vermiş olduğu bıkkınlıkla daha öncelerden yazdığım şiirin bir dizesini okudum;
Güneş’in kızıllığında dans eden kırmızı saçlar gibi dökülüyor sokakların,
Yanaklarından boşalan yağmur damlaları yetmiyor yalnızlığını paylaşamaya.
Aynamda bıraktın nefesini dolunayda tuttuğum.
Saçlarını uzat bana güzel Paris,
Bırak ben düzelteyim karışıklıklarını hayattan miras..

Derken şiirin diğer dizelerini Beatrix’te unuttum.Sonra Jeanette’te unuttum, sonra tekrar Beatrix’te unuttum.İşte tam o an,Jacques ve Beatrix ağzımdan çıkan kelimeleri takip edip kendilerini kaybederken dizelerde, ben de kaybolduğumu hissettim iki kalp arasında. İkisini de seviyordum, ikisine de sonsuz bir aşk besliyordum ve her ikisine de umutsuzdum. Aşk, benim için kaçan bir elma gibiydi.Sadece kendini özendiriyor ama ısırılmamak için devamlı kaçıyordu.
O gece hep beraber devamlı gittiğimiz şehrin merkezindeki Pelikan Han’a gittik. “Aristokrat” bir yer olmasa da sorun çıkmayan ve sessiz bir yerdi.Serserilerin de uğrak yeri değildi.Hemen girişteki şöminenin önündeki büyük koltuğa göz diktik.Sonbaharın ortaları olmasından dolayı hava kararınca hemen serinlik bastırıyordu.Bu yüzden de şömine harıl harıl yanıyordu karşımızda.Jacques girince sınıf arkadaşlarıyla karşılaşınca izin isteyip onların masasına yöneldi,ben de arkasından iznine cevap yetiştirdim;”Ne zaman istersen!”.Jacques bir süreliğine de olsa ayrılınca Beatrix ile beraber şöminenin karşısına geçtik.Utangaç gözleri nereye bakacağını şaşırmış halde hanı süzüyordu.Korsesi artık çok sıkmış olmalı ki rahatsızlığını sessizce hissettirmeye başladı.Ben de halk kahramanı olarak kafamda türlü çözümler geliştirmeye çalıştım.En mantıklısı çıkarması gibi geldi bana ve Jeanette’ten de kadınlara karşı “açık” konuşmaya alıştığımdan “İstersen korseni çıkarabilirsin.”şeklinde nazikçe patavatsızlık ettim.Ufak bir şok geçirdikten sonra karşımdaki kadın, ben özür dileyip asıl kastettiğimi anlatmaya çalışırken, kibarca teşekkür edip o şekilde rahat olduğunu belirtti. Bundan daha kötüsü herhalde giydiği beyaz elbiseye bir şişe şarap dökmem olabilirdi. Konuşmak için bir şeyler aradım durdum ama hiçbir şey aklıma gelmedi.Orada,şöminenin karşısında,koltuğun iki ucunda oturuyorduk.Zar zor bulduğum sorulara kısa ve net cevaplar verip beni tekrar bunalımlara sokuyordu.Bu durumdan kurtulmanın bir yolunu arasam da bulamadım.arka tarafa baktığımda Jacques diğer masadan kalkmak üzereydi.Hiç değilse bu işkenceden kurtulduğumu düşündüm.Belki bizim için harcanmış bir fırsattı ama en azından Beatrix’in yanında nelerden bahsetmemem gerektiğini öğrenmiş oldum.
Jacques neşe içinde gelip şarabın bordoluğundaki kanepenin ortasına oturdu, artık Beatrix’i göremiyordum da. Saatlerce yine Jacques ile benim eski anılarımızdan bahsettik.Biraz şarap içtikten sonra muhabbetlerimizin konusu anılardan hayat görüşlerimize daha sonra felsefi konulara doğru kaydı.Aslına bakılırsa daha fazlasını hatırlayamıyorum. Kendimi yatağımda birisinin çizmelerimi çıkarmaya çalıştığını hatırlıyorum. Sonra dr pantolonumu beni rahatsız etmemeye çalışırcasına nazikçe çıkardı. Yavaşça kırmızı ceketimi çıkardıktan sonra beyaz gömleğimin düğmelerini teker teker çözmeye başladı.Sarhoşluktan mı yoksa karanlıktan mı tam olarak bilemiyorum, beni soyup yatıran bu insanın kim olduğunu göremiyordum.Başım döndükçe midem bulanmaya midem bulandıkça da başım dönmeye başlıyordu. Kendime hakim olmak o kadar zor olmuştu ki sanki boşlukta çok hızlı bir şekilde dönüyordum.Kendimi kontrol edemediğimden büyük bir rahatsızlık hissettim içimde. Vücudum isteklerime boyun eğmiyor aksine ne sterse onu yapıyordu. Ne kolumu kontrol edebiliyordum ne de bacaklarımı.Bunun kötü bir rüya olduğunu farz edip uyumaya çalışıyordum.Sabah kalkınca her şeyin tekrar eskisi gibi olacağına inancım büyüktü. Bu durumdan korktuğumdan mı hala tam olarak bilemiyorum dua etmeye başladım. Kelimeler aklımdan o kadar hızlı geçiyordu ki çoğunu yakalayamadığımdan beş kelimeden birini anca söyleyebiliyordum.Sarhoşluğun sayesinde saçmaladığımı da anlayamadım.Beni soymaya çalışan insanı unutmuş yatağın içinde kendi kendime bir şeyler söylemeye çalışıyordum. Sonra aklıma dizeler girdi.Ben dünyanın etrafında dönerken dizeler de benim etrafımda dönüyordu. Onları yakalamam gerektiğini anladım fakat ne doğrulabilecek haldeydim ne de kalem tutabilecek haldeydim.Derken aklıma beni soyan kişi geldi.Muhtemelen Julia veya Mary-ann’dir.Onlar da bu şehirde güvenebileceğim insanların başında geliyorlar.Joacquim olması da bu durumu değiştirmezdi nitekim.O yüzden “Çabuk!” dedim,”yaz!”.Bir yandan doğrulmaya çalışıyordum ancak başımı doğru tutamıyordum.Denemelerim sonuçsuz kalınca olduğum yerde yatmaya karar verdim.Odada ki kişiden herhangi bir ses gelmemiş ancak odanın içinde çekmeceler açılıp kapanmaya, kağıtlar buruşturulmaya başlanmıştı.Demek ki beni bilen birisi olmalıydı bu yüzden önceki tahminlerimin ne kadar doğru olduğunu ispatlamış oldum kendime.Odanın öbür ucundaki çalışma masamdan mum ışığı süzülüp odayı doldurdu.Ben de daha fazla beklemeden aklımdakileri olduğu gibi söylemeye başladım.Ne de olsa sabah uyandığımda ayık kafayla daha iyi bir değerlendirme yapabilirdim.
“Luné, sen aydınlatansın parlak ışığınla,
Paris’in karanlık gecelerini,
Gör, bir adam aşk uğruna nasıl acı çekiyor,
Açık, kasvetli yıldızlar, uzaklardan duyun dünyanın haykırışını,
Gün dönene kadar.
Lütfen haykırışları duyun acı içindeki bir adamın,
Kimin için?
O, milyonlarca parlamayan yıldızlar için,
Şu parlayan gözler gibi,
Ölümlü bir aşk ile seviyorum, Luné.

Luné, lütfen daha evvel kaybolma, hala vakit varken duymana,
Sadece duy o kadar uzaktan, insan denen mahlukun haykırışlarını.
Lütfen duy,
Sebastian ağlıyor, çünkü kalbi dolu,
Sesi dağların üzerinden uçuyor, biliyorum sana kadar uçuyor,
Luné!
Gör, bu adam nasıl arzuluyor, zayıf sesinin katılması için meleklerle,
Luné,sen aydınlatansın parlak ışığınla,
Şairler yazarken,
Gör,bir adam aşk uğruna nasıl acı çekiyor.”

Aklımdan geçenleri tam olarak aktarabilmiştim belki de ilk defa.Aklımda kalanları birkaç kez daha okudum kendime.Her okuduğum biraz daha değişiyordu ama güzelleşmiyordu.İlk halinin daha iyi olduğuna karar verdim ve kendimi uykunun sıcak kollarına bıraktım.Oda ve başım hızla birbirlerine zıt bir şekilde dönerken beynimin içinde bir kadının daha önce duymadığım bir ses tonuyla hıçkırışları yankılanıyordu.Gözlerimi kaptığımda bile dönen başımı yastığıma bastırdığımda belki de geri dönülemeyecek bir şekilde kendimi uykuya teslim etmiştim bile.
O gece odamda kimin olduğunu, beni kimin soyduğunu ve yapıtımı kime yazdırdığımı hala bilmiyorum.O geceden sonra hayatımda hiçbir şey değişmedi ve kimin olduğunu hala anlayamadım.Luné şiirim aklıma geldiğinde parmaklıklar arasından ay beni selamlayıp belki de beni duyduğunu anlatmaya çalışıyordu.”Çok geç..”dedim iç çekerek.Dışarısı çok sessizdi. Gece serserilerin,sarhoşların ve fahişelerindi.Ve bir de çingenelerindi.Bizim gibilere gece yer ayırmıyordu o yüzden bizim gibi mahkumlar için tek kurtuluş yolu uyumaktı.Kemal’in yatağının karşısındaki duvara dayalı saman yatağıma uzanıp hayatımı nasıl harcadığımı düşünmeye karar verdim.Mutluydum aslında ve hatta gururluydum.Gençliğimi dolu dolu yaşamıştım, daha iyisi de olamazdı aslında.Bir çok kadın geçmişti hayatımdan ama çok azı iz bırakmıştı.Daha da azı şiirlerimden yer bulabilmişti kendilerine.Annemi son bir kez görmeyi çok isterdim ya da ölüm haberini dışarıda alıp en azından cenazesine katılabilmeyi dilerdim. Belki de hayatımdaki nadir pişmanlıklarımdan biridir bu.Artık zaman aleyhime işliyor,artık bu ölümlü dünyada bana açılacak bir yer yok.Bu yüzden hapishanenin rahatsız yatağından Lucifér’in gelip beni almasını bekleyeceğim. Duvarıma, tam baş ucumdaki “pour celui con aime.” yazısına bakarak hayallerime daldım.Zaman benden ne kadar çok şey çalabildiyse o kadar çok hayal ekleyebiliyordum kalbime.Hayallerimde dans ederdim Jeanette’imle korkusuz gecelerde, Paris’in parke taşlı eski sokaklarında, mis kokulu Kraliyet bahçelerinde.Hayatımda bir döneme hüküm süren güzeller güzeli Beatrix ise nedense hayallerime yer alamıyordu.Oysa ki ne çok sevmiştim O’nu. İtiraf etmem gerekir ki hayatımın o döneminden hiç pişmanlık duymadım, aksine hayat hiç o kadar tatlı gelmemişti bana. Güneş’in rengi değişmişti o zamanlar, kuşların şarkıları bir farklı geliyordu.Hayatımda fark edemediğim detaylar takılıyordu gözüme yaşama dair.Ağaçların yaprakları yavaş yavaş süzülürken gökten yere doğru operanın ritmiyle dans eder gibi geliyordu artık.Bir şairsellik vardı hayatta, bir şiir gibi kolayca dolanıyordu dillerde.Kimisi buna hayatın ritmi diyordu. Kimisi hayatın ta kendisi.Bana kalırsa bu hayatın insanların gözünden saklanan harmonisiydi. Böyle bir uyum böyle bir ahenk benim şimdiye kadar yakalayabildiğim bir ahenkten çok uzaktaydı.Zannedersem nefes alan ve düşünen hiçbir yaratık kendi çabasıyla bu ahenge ulaşmayı başaramayacaktır.Bu ne Fransa’da ne de başka herhangi bir imparatorlukta mümkün olacaktır, diye düşünürdüm zamanında.Ve hala da aynı düşünceyi koruyorum ama o günlerden tek farkım; bugün birisinin, belki ben olurum belki başka birisi, o ahengi yakalamasını çok istiyorum.O günlerde sahip olduğum şeyi başkasıyla paylaşma niyetinde olmasam da bugün başka birinin benimle paylaşması için yapmayacağım şey yoktu. Kafamı kaldırıp bir kez daha küçük dünyamdan dışarı baktığımda Luné’ün artık beni dinlemediğini fark ettim.Saman yatağıma gömülerek bir sonraki geceyi beklemeye karar verdim.
Sabah olduğunu anca penceremden dışarı bakınca anlayabildim.Gökyüzü o kadar kapalıydı ki tek bir gün ışığı dünyaya uğramıyordu.Günün kasveti Paris’in her bir sokağını kaplamış, insanların kalplerini sıkıca sarmalamıştı.Bugünü es geçebilmeyi çok isterdim ama penceremin yanından yatağıma baktığımda o kadar cazip gelmemişti.
Gardırobuma doğru ilerleyip üstüme başıma bir şeyler giymeye niyetlendiğim sırada tüm kıyafetlerimi çıkarıp bir köşeye attım.Elim yani bir şeyler giymek için hareket etmiyordu arık.Güçsüz ve zayıftılar.Kocaman odanın ortasında öylece,hiçbir şey yapmadan çırılçıplak tüm gerçekliğimle ayaktaydım.Vücudumun her bir parçası daha önce hissetmediğim soğuk ile titriyordu.İşte ancak o zaman tekrar yatağıma girebildim.Kaz tüyü yorganımın çıplak tenime dokunması her zaman hoşuma gitmiştir.Şu an öğlen olmalıydı ve ben yatağımdan bile çıkmamıştım.Jeanette burada olsa sanırım beni yataktan çıkarabilmek için yapmadığını bırakmazdı.....
 
Gözleri Sihirle Açılan Kız

Arkadaşım Whit profesyonel bir sihirbazdı. Los Angeles'da bir restoran, müşteriler yemek yerken masalarına gidip sihirbazlık yapması için onu işe almıştı. Bir akşam bir ailenin masasına gidip kendini tanıttıktan sonra bir deste iskambil kağıdı çıkartıp gösterisini yapmaya başladı. Masada oturan küçük kıza dönüp bir kâğıt seçmesini istedi. Babası ona kızı Wendy'nin gözlerinin görmediğini söyledi.



Whit "Olsun" dedi. "Kendi isterse ona yine de bir numara yapabilirim." Kıza dönüp sordu:



"Wendy, bir numara göstermeme yardım etmek ister misin?"



Kız biraz utangaç omuzlarını silkti ve "İsterim" dedi.



Whit masada kızın karşısında oturdu ve "Şimdi sana bir iskambil kâşıdı göstereceğim Whend. Bu kağıt kırmızı yada siyah olacak. Senden psişik güçlerini kullanmanı ve kâğıdın kırmızı mı, siyah mı olduğunu bana söylemeni istiyorum, tamam mı ?" Wendy başıyla olumladı.



Whit sinek papazını gösterdi ve sordu "Wendy, bu kağıt kırmızı mı, siyah mı ?"



Kız bir an düşündükten sonra "Siyah" yanıtını verdi. Aile gülümsedi.



Whit kupa yedilisini kaldırıp gösterdi. "Bu kâğıt kırmızı mı, siyah mı ?"



Wendy "Kırmızı" dedi.



Sonra Whit bir kâğıt daha, bu sefer karo üçlüsünü çıkardı. "Kırmızı mı, siyah mı?"



Wendy hiç duraksamadan "Kırmızı" dedi.



Aile fertleri biraz asabi gülümsediler. Whit, Wendy'e üç kâğıt daha gösterdi ve Wendy üçünün de rengini bildi. İnanılmaz bir biçimde altıda altı yapmıştı! Ailesi onun bu kadar şanslı olduğuna inanmıyordu.



Yedinci kâğıtta, Whit kupa beşlisini kaldırıp "Wendy, bu sefer bana kâğıdın hangi gruptan, yani kupa mı, karo mu sinek mi, maça mı olduğunu ve değerini de söylemeni istiyorum" dedi.



Wendy bir an düşündükten sonra "Kupa beşlisi" dedi.



Aile fertlerinin soluğu kesilmiş, hepsi şaşkına dönmüştü.



Wendy'nin babası Whit'e "Numara mı yapıyorsunuz, yoksa bu bir tür sihirbazlık mı ?" diye sordu.



Whit "Bunu Wendy'ye sormalısınız" yanıtını verdi.



Babası "Wendy, bunu nasıl yaptın?" dedi. Wendy gülümsedi ve "Bu sihir!" diye yanıtladı.



Whit, aile fertleriyle tokalaştı, Wendy'ye sarıldı ve kartvizitini bıraktıktan sonra masadan ayrıldı. Bu aile için hiç unutamayacakları sihirli bir an yaratmıştı.



Elbette sorun, Wendy'nin kâğıtların rengini nasıl bildiğiydi. Whit onu daha önce hiç görmemişti, öyleyse hangi kâğıtların kırmızı, hangilerinin siyah olduğunu ona söylemiş olamazdı. Wendy de görme özürlü olduğu için Whit'in gösterdiği kâğıtların rengini ya da değerini bilmesi olanaksızdı. Öyleyse bu nasıl olmuştu ?



Whit, bu sihirli anı hızlı düşünerek ve gizli bir şifre kullanarak yaratmıştı. Whit meslek yaş*****n başlarında iki kişi arasında sözsüz iletişim sağlamak için bir ayak şifresi geliştirmişti. Bu şifreyi yaşamında daha önce hiç kullanmamıştı.



Masada Wendy'nin karşısında oturup ona "Şimdi sana bir iskambil kâğıdı göstereceğim, Wendy. Bu Kâğıt kırmızı mı ya da siyah mı olacak" dediğinde masanın altından kızın ayağına "kırmızı" derken iki kere, "siyah" derken de bir kere vurmuştu, Wendy'nin kendisini anladığından emin olmak için "Senden Psişik güçlerini kullanmanı ve kâğıdın kırmızı mı (iki vuruş), siyah mı (tek vuruş) olduğunu bana söylemeni istiyorum, tamam mı ?" diyerek gizli sinyali yinelemişti. Kız başıyla olumlayınca söylediklerini anladığından ve onunla bu numarayı yapacağından emin olmuştu. Whit "Tamam mı ?" diye sorduğunda, aile onun sözlü yönergeleri kastettiğini sanmıştı.



Peki Whit kupa beşlisini nasıl anlatmıştı ? Çok açık. Beşliyi Anlatmak için kızın ayağına beş kez vurmuştu. Kâğıdın kupa mı, maça mı, sinek mi, yoksa karo mu olduğunu sorduğu sırada da "kupa" derken yine ayağına dokunmuştu.



Bu öyküdeki asıl sihir, olayın Wendy üzerinde bıraktığı etkiydi. Hem birkaç dakikalığına da olsa ailesinin önünde kendini özel hissetmiş, hem de aile, arkadaşlarına onun şaşırtıcı "psişik" yaşantısını anlatırken evin yıldızı olmuştu.



Olaydan birkaç ay sonra Whit, Wendy'den bir paket aldı. Pakette görme özürlüler için bir deste iskambil kâğıdı ve bir mektup vardı. Mektupta Wendy, kendini gerçekten özel hissetmesine yardım ettiği ve birkaç dakikalığına da olsa "görmesini" sağladığı için Whit'e teşekkür ediyordu. Sürekli sordukları halde bu numarayı ailesine hâlâ anlatmadığını söylüyordu. Mektubunu, Whit'e, görme özürlüler için yeni numaralar geliştirebilmesi için bir deste özel kâğıt gönderdiğini söyleyerek bitiriyordu.
 
NE DE ÇABUK BÜYÜDÜM

NE DE ÇABUK BÜYÜDÜM Yeni bir yılın ilk günü ve ilk kahvaltısı. Babası Küçük Samiye gülümseyerek baktı ve - Eee Küçük Sami bir yaş daha büyüdün.Kendini nasıl hissediyorsun? Küçük Sami böyle bir soru beklemediği için ne cevap vereceğini kestiremedi. Sadece: -"Büyümek daha çok büyümek ve senin gibi olmak istiyorum babacığım" dedi. - Hey gidi günler hey dedi küçük Sami'nin babası Ahmet Bey: -Bir zamanlar ben de senin gibi büyümek ve babam gibi olmak istiyordum ama... -Evet babacğım ama ne... dedeme benzemek istedigine pişman mısın? -Estağfirullah! O nasıl söz oğlum... Ben babama hala benzemeye çalışıyorum. Sadece şimdiki aklım olsa acaba hala büyümek istermiydim diye düşünüyorum. Ahmet Bey Küçük Sami'nin niçin sorusunu sormasına fırsat bırakmada n deva m etti: - Hayat zor oğlum. İnsan büyüdükçe sorumluluklarıda büyüyor. Dertler, sıkıntılar... Devamlı mücadele, mücadele... Herşeyin bir imtihan olduğunu bilmesem inan çok zorlanırdım. Neyse ben senin moralini bozmayayım sabah sabah. Her yeniyıl yeni bir ümittir. Sen bana bakma oğlum çocukluğunun keyfini çıkar. Mehmet Bey sofradan hızlı bir şekilde kalktı ve paltosunu giydi. Kendisini uğurlamaya gelen Küçük Samiye dönerek; - Bende babamı senin gibi işe giderken uğurlardım. Zaman ne de çabuk geçti. Küçük Sami dışarda lapa lapa yağan karı seyrederken bir yandan da babasının söylediklerini düşünüyor ve babasının söylediklerini tam anlamaya çalışıyordu. Çalan zil sesi ile düşüncelerinden sıyrıldı. Hemen kapıya yöneldi. -Anneciğim ben bakarım. Gelen dedesi Mehmet bey ve abisi Mehmet idi. Abisi Mehmet sık sık dedesine gider ve onlarda kalırdı.onların gönlünü hoşeder ve yalnızlıklarını onlara hissettirmezlerdi. Evleri iki sokak arkada idi. Dedesi de hemen hergün onlara bir uğrar torunlarını görürdü. Dedesi gülümseyerek Küçük Sami'ye baktı. -Hayrola yavrum Karadenizde gemilerinmi battı. Camdan düşünceli düşünceli nereye bakıyordun öyle? Küçük Sami babasıyla konuşmalarını tüm detaylarıyla anlattı. Dedesi dinledikçe iç çekiyor ve "hımm " diyordu.Bazen gülümsüyor bazen de kaşları bir yukarı kalkıyor bir aşağı iniyordu. Bazen alnındaki kırışıklıklar derinleşiyor ve "bak sen köftehora" diyordu. Ve en sonunda - Evet yavrum baban haklı zaman ne de çabuk geçti. Daha dün gibi hatırlıyorum yeni doğduğun za anı. Çokta güzel bir bebektin. Çok güzel bebek gördüm ama senin gibisini hiç görmedim. Bakışların, gülücüklerin bir başkaydı. Sevgi ve duygu dolu bir çocuk olduğunu daha o zaman anlamıştım. İlk konuşmaların ve ilk yürümen evde olay olmuştu. Sünnet olduğun zamanı hatırlıyormusun seni ben tutmuştum. Çokta korkmuştun seni gidi kerata... ya babanla ilk camiye gidişini hatırlıyormusun?.. İlk okula başladığın günü... İşte boyledir hayat çabuk geçer. Bir bakmışsın okul bitmiş derken askerlik ve evlenme... Ve çoluk cocuk derken aynı benim gibi karşında bir torun ve ona hayatın ne kadarda çabuk geçtiğin anlatma faslı... Oysa ben de daha dün çocuktum. Hala da bir yanım çocuk. Aslında hepimiz kocaman birer çocuğuz. Zamanı boşa harcayan, hayata geliş sebebini anlamayan ve hayatı boşa harcayan kocaman çocuklarız.
 
Olmazsa Olmazlar Sevgiler

Bu gün çok erken uyanmıştı daha sabah ezanı bile okunmamıştı, ilk yaptığı şey pencerinin perdesi aralayıp etrafa bakmaktı. Ama bu bakış herzamanki bakışlardan değildi sanki her baktığı şeyin gözleriyle kare kare resmini çeker gibiydi. Etrafını süzen bu uzun bakışların ardından banyoya doğru yöneldi yüzünü yıkadı havluya doğru yöneldi yüzünü silerken havluyu derin derin kokladı, kendini bildi bileli hep onların evlerindeki havlularda lavanta kokusu vardı. Hafifçe gülümsedi kafasını sallayarak daha sonra küçük kardeşini odasına yöneldi başına yaklaştı eğildi alnından öptü, saçları kısacıktı yüzü bembayızdı, gözlerini bir açsa derin orman rengindeki yeşil gözleri ışıl ışıldı. Hele birde gülümsedimi gamzecikleri çıkardı ortaya, kuş kadar ağzı vardı zaten hep minik minik yerdi yemeğini.Zavallı küçüğüm o kadar halsizdiki duymamıştı bile onu, zavallım benim hem o kadar yorgunduki aldığı ilaçlardan ve okadar bitkin bırakmıştı hastalık onu. Ayağa kalktı kapıya doğru yöneldi salona geldiği anda Annesi ile Babasını kalmış olduğu odaya yönelmek istedi, durakladı amacı yanlızca onlara son kez bakmaktı ve veda etmekti gözleriyle.Fakat annesinin uykusu çok hafifti, hemen uyandırdı bu riski göze alamazdı vazgeçerek odasına yöneldi akşamdan hazırlamış olduğu çantısını çıkardı ortaya , elleriyle masasını okşadı , çantasına uzandı daha


sonra önceden hazırlamış olduğu mektubu çıkardı masaını üerine koydu onun üzerine cebinden çıkarmış olduğu bir tomar parayı bıraktı. Gözleri dolmuştu sessizce yerden çantasını aldı kapıya yöneldi elini cebine soktu anahtarı vardı bırakmayı düşündü sonra vazgeçti üzerineki kıyafete baktı bunları Annesi ve Babası üç gün önce doğum gününde almıştı. Elleriyle onları okşadı sanki son anda aklına gelmişti çalışma masasının önündeki aynanın kenarındaki resmi aldı yanına bu resimde Annesi,Babası ve küçük kardeşi Ayşe vardı.
Gözlerinden akan iki damla yaşı silerek kapıyı çekti ve çıktı .

Kapının kapandığı anda Annesi sirkinerek uyandı eşine döndü ;

- Mustafa ,Mustafa !!

Mustafa bey’in uykusu ağırdı zora olsa uyandı ;

- Ne oldu güzelim

- Mustafa kapı sesi duydum bir baksana

- Yapma ya güzelim yanlış duymuşsundur

- Hayır Mustafa duydum inan bana kapı kapandı

- Yanlış duymuşsundur güzelim ‘dedi

Mustafa bey ve uyumaya devam etti. Seçil hanım rahat edememişti, yataktan kalktı salona doğru yöneldi direk olarak Yusuf odasına yöneldi. Yusuf uykusu da ona benziyordu çok hafifti uyanırda uykusu kaçar diye korkuyordu , zaten geceleri geç saate kadar ders çalışıyordu , çok çalışkan bir çocuktu Yusuf o evin her zaman sorun çıkarmayan, akıllı, zeki ve okuldaki başarılarıyla gurur getiren bir çocuktu. O tüm arkadaşlarınn sevdiği bir arkadaş , tüm öğretmenlerinin sevdiği bir öğrenciydi.Seçil hanım tüm bunları düşünürken kapıyı hafifçe araladı içeriye doğru baktı, bakmasıyla odaya girmesi bir oldu Yusuf yerinde yoktu daha sabah ezanı bile okunmadan nereye giderdi bu çocuk, Seçil hanım heyecanla odasına doğru yöneldi ve ;

-Mustafa uyan Yusuf yok yerinde !!

Mustafa bey kafasını kaldırdı ve önce saate baktı nereye giderdi bu saatte bu çocuk doğruldu o önde Seçil hanım arkasında Yusuf’un odasına yöneldiler. Mustafa bey odaya girdi etrafa bakındı diğer taraftanda düşünüyordu belki koşuya falan çıkmıştır bu çocuk diye.Tüm bunları düşünürken çalışma masasının üzerinedeki mektubu gördü, mektuba yöneldi , mektubu açmaya çalışırken yüreği pırpır ediyordu, oysaki o çok soğuk kanlı bir insandı, hiç titremeyen elleri titriyordu, zorda olsa mektubu açtı, Seçil hanım şaşkın bakışlarla Mustafa beyi gözleriyle takip ediyordu. Mustafa bey mektubun son katını açtı ve sesli bir şekilde okumaya başladı ;


Sevgili Anneciğim ve Babacığım ,

Bu yaşıma kadar benim için yaptılarınızın yüceliğini hep tam yüreğimde hissettim. Elbetteki tüm Anneler ve Babalar çocukları için bir şeyler yapmak isterler ama sizler hep bambaşka oldunuz. Bizim için bazen ekmeğinizde,bazen suyunuzda bazense ömrünüzde günler eksiltip bizlerle paylaştınız. Gelecekle ilgili idealleriniz hep bizim isteklerimiz oldu, hayelleriniz bizim hayellerimiz oldu. Her zaman aşılamak isteğiniz sevgiyi,saygıyı,mutluğu ve hüznü paylaşabilmekti.

En büyük hayalimiz ise günün birinde Amerika’da yüksek lisans yapabilmemdi, ama hayat bana bazen hayellerin tümüne ulaşmaya izin vermediğini ama bundan önemlisinin ulaşılan tüm mutluluk ve hayellerin başkalarının hüznünün üzerine kurulduğu zaman ve sevdiklerinle , sevenlerinle paylaşmadığın zaman anlamı olmadığını öğretti.

Sizilerin biricik kardeşimin sağlığı için yapmış olduğu çabaların hep izleyicisi oldum ve bir şeyler yapamanın ezikliğini hissettim hep. Sevgili babacığımın, amcamla olan telefon görüşmesine şahit oldum ben, babamın kardeşim için nasıl yalvardığını duydum, canım babam halbuki öyle gururludurki değil bir insana maddiyet için yalvarmak büyük menfaatler için bile boyun eğmemiştir kimseye, prensiplerinin dışına hiç bir zaman çıkmamıştır. Ama babam amcama hemde ağlayarak yalvarıyordu yanlızca borç vermesi için , zaten başka türlüde gelecek bir yardımı kabullenemezdi. Amcam ise boşuna uğraştığını kardeşimin hastalığının çaresinin olmadığı söylüyordu yani kısacası onu ölüme terket diyordu.

Canım babacığım telefon bittiğinde sen beni farketmemiştin ama ben sana uzaktan bakmıştım, yıkılmıştın ama hangisine üzüleceğine şaşırmıştın amcamın acımazsızlığınamı yoksa evladı için birşey yap*****n ezikliğinemi yanacağını şaşırmıştı. Ama tüm bunlara rağmen hala tün bunları bana yansıtmamak için elinden geleni yapıyordu. Tüm bu hüzünleri yüreğinizde yaşarken benim doğum günümde çok sevdiğimi bildiğiniz o pantolon ve tişortu aldınız bana. Bunları aldığınız günden sonra babamın alyansının olmadığını da farkettim.

Canım Anneciğim ve Babacığım ben sizlerin çocuğunuzum sizler tüm bunları yaşarken her şeyden önemlisi kardeşim ölümün pençesinde dolaşırken ben duyarsız kalarak hayallerime ulaşamazdım, hem sizler olmadan ve sizlerle paylaşmadan hayallerin bir anlamı yoktu benim için. Bu nedenlede eğitimim için hesabıma yatırmış olduğunuz parayı ve hani arza yapmış dediğim bilgisayarımın satışından gelen parayı kardeşim için sizlere bırakıp ben gidiyorum. Çünkü eğer kalacak olsaydım bunu kabul etmezdiniz. Kardeşim iyileşene kadar da beni unutun ve bilinki benim en büyük hayalim şimdi kardeşimin sağlığına kavuşmasıdır.

Sevgilerimle her ikinizinde ellerinden doya doya öperim.Lütfen biricik kardeşimide benim için öpün.






Mustafa bey mektubu okurken diğer taraftan gözyaşlarına hakim olamıyordu, Seçil hanım gözyaşları ise sel olmuş akıyordu, mektup bittiğinde her ikisinde gözyaşları ile birlikte gözlerinde oğullarına karşı duymuş olduklarının gururun ifadesi vardı. Yusuf onlara giderken güç vermişti sanki ve en önemliside çocuklarının hayallerini kendi hayeleri sayan Mustafa beyin ve Seçil hanım şimdi daha büyük bir güçle ayakta idiler.

Yaklaşık bir yıl geçmişti Yusuf’un verdiği güçle ve büyük uğraşlar sonucu küçük Ayşe iyleşmişti. Hepsinin hayali gerçek olmuştu ama Yusuf’a ulaşamıyorlardı şimdi en büyük hayelleri ise bu mutluluğu onunla paylaşmaktı. Seçil hanım aklına gazeteye bir ilan vermek geldi , küçük Ayşe’nin duygularını yansıtacaklardı yazılara. Küçük Ayşe’nin ağabeyine mektubunu verdiler gazeteye ;



Canım Abiciğim,


Bizi bırakıp giderken bir mektup bırakmışsın, en büyük hayalinin benim iyleşmem olduğunu belirtmişsin. Canım abiciğim ben senin hayalin gerçekleşmesi tüm gücümle uğraştım ve bunu başardım senin İÇİN şimdi dimdik ayaktayım. Bilirsin bizim hayllerimiz ortaktır birimizin hayali hepimizin hayalidir. Şimdi seninde benim hayalim için uğraşmanı istiyorum. Seni artık aramızda görmek isiyorum ve eskisi gibi hüznü, mutluğu beraber paylaşmak istiyorum. Hadi abiciğim sıra sende !!!!

KARDEŞİN AYŞE


Yazının altına küçük Ayşe’nin birde resmini koymuşları, yine gülen gözlerle yeşil yeşil bakıyordu. Herşey düzelmeye başlamıştı Mustafa bey hemen gidip Yusuf’a bir bilgisayar almıştı. Tüm inaçları onun geri döneceği yönündeydi.

Aradan bir kaç gün geçmişti gün yeni yeni ağarıyordu daha ezan bile okunmamıştı. Seçil hanım yatakta uzanmış ama gözleri açıktı, Mustafa bey de arkasını dönmüştü ama oda uyumuyordu, ikiside aynı anda kapı sesini duydular , kapı açılıp tekrar kapanmıştı, göz göze geldiler, ikisinde gözleri ışıldamıştı Yusuf geri dönmüştü bir süre birbirlerine hiç bir şey söylemeden ama çok şey anlatarak baktılar. Aradan yarım saat geçmişti ikiside yerlerinden kaltılar Yusuf odasına yöneldiler, Yusuf uykuya dalmışdı bile Seçil hanım yukarıdan aşağıya bir süzdü zayıflamıştı küçük yavrusu gözlerinde iki damla yaş vardı. Kıyafetini çıkarmış askıya asmıştı ona en son doğum günüde aldıkalrı kıyafet vardı üstünde. Mustafa bey de Seçil hanım gibi Yusuf’u süzdükten sonra masanın üzerindeki uçak biletini farketti bilete baktığında biletin Amerika’ya olduğunu gördü hemen yanında banka cüzdanı ve Yusuf’un geçen yıl gideceği okulun broşürü vardı. Banka Cüzdanın da ise geçen yıl kardeşinin tedavisi için bırakmış olduğu kadar para vardı.Mustafa Bey dönüp Seçil hanıma sarılmıştı ikise ağlıyodu uzun zamandır mutluluktan ağlamamışlardı.Birbirlerine sarılarak odadan çıktılar. Yusuf kafasına kaldırdı gözleri dolmuştu dudaklarında iki cümle düştü ;
CANIM AİLEM !!!!
 
Harp sırasında kocam New Mexiko'daki Mojave çölüne gönderilmişti. O, çölde tatbikata katılırken yanında olabilmek için ben de çölün yolunu tuttum. Kendimi cehennemin kucağına atmıştım. Ortalık yanıyordu. Küçük bir kulübede oturuyordum ve yanında olmak için tehlikeye atılarak geldiğim kocamı unutmuş, can derdine düşmüştüm. Etrafımdaki Meksikalılar ve yerliler, tek kelime İngilizce bilmediğinden, kimseyle konuşamıyordum. Sıcak rüzgar, bir taraftan bedenimi kavuruyor, diğer taraftan yediğim yemeği de, ağzımı burnumu da kumla dolduruyordu. Canıma yetmişti. Kağıda kaleme sarılıp babama bir mektup yazdım. "Gelin, beni buradan alın" dedim. "Burada yaşamaktansa hapishanede yaşamayı tercih ederim." Babamı beklerken cevabı geldi. Sadece iki satır yazmıştı: "İki adam hapishane penceresinden dışarıya baktı. Biri çamuru gördü, diğeri yıldızları." Bu iki satırı okuyunca utancımdan kıpkırmızı kesildim. Ben hep çamuru görmüştüm. Halbuki yıldızlar da vardı. Derhal yerlilerle dost oldum. Kilimlerine, çanak ve çömleklerine olan hayranlığımı belirttim. Turistlere para ile vermeye yanaşmadıkları kıymetli eşyalarından bana hediyeler verdiler. Kaktüsleri, yukka ve erguvan ağaçlarını inceledim. Kır köpeklerini tanıdım. Çöl gurubunu seyrettim. Çöl, yüzlerce yıl önce deniz dibi olduğundan kumun içinde deniz hayvanlarının kabuklarını aradım. Ne değişmişti de, dün nefret ettiğim çöle bugün bağlanmıştım? Çöl mü değişmişti? Hayır. O yine kavuruyordu. Yerliler mi değişmisti? Hayır. Onlar, yine İngilizce bilmiyorlardı...
Sadece ben değişmiştim. Pencereden kafamı uzatmış ve yıldızları görmüştüm."

Thelma Thompson
 
FISILTI VE TUĞLA

Genç ve başarılı bir yönetici, yeni Jaguar'ıyla bir mahalleden
hızlı bir şekilde geçiyordu. Parketmiş arabaların arasından yola
aniden çıkabilecek çocuklara dikkat ediyordu ve bir şey
gördüğünü sanarak yavaşladı. Arabayla caddeden yavasça geçerken
hiç bir çocuk göremedi fakat, arabasının kapısına bir tuğla atıldığını
farketti. Aniden arabasını durdurarak tuğlanın fırlatıldığı yere geri döndü.
Arabadan indi, orada bulunan küçük bir çocuğu tuttu ve onu parketmiş
bir arabaya doğru iterek bağırmaya başladı; "Bunu neden yaptın?
Sen de kimsin, ne yaptığının farkında mısın?" İyice sinirlenerek devam
etti: "Bu yeni bir araba ve atmış olduğun bu tuğla bana çok pahalıya
malolacak. Bunu neden yaptın?" Çocuk yalvararak cevap verdi:
"Lütfen efendim. Çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim bilmiyordum.
Eğer tuğlayı fırlatmasaydım kimse durmazdı" Parketmiş bir arabanın
arkasına işaret ederken çocuğun gözyaşları çenesine süzülüyordu.
"Kardeşim kaldırımın kenarından yuvarlandı ve tekerlekli
sandalyesinden düştü, ben onu kaldıramıyorum. Lütfen onu tekerlekli
sandalyesine oturtmam için bana yardım eder misiniz? Benim için
çok ağır." Bu durumdan son derece duygulanan genç yönetici,
bogazında büyüyen yumruyu zar zor da olsa yutkundu. Yerdeki
genci kaldırarak, tekerlekli sandalyeye geri oturttu. Mendiliyle, çizik
ve yaraları sildi ve adamın ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etti.
Küçük çocuk genç yöneticiye dönerek "teşekkür ederim efendim, Tanrı
sizden razı olsun" dedi. Genç yönetici, küçük çocuğun, ağabeyini
kaldırımdan evine doğru ***ürmesini izledi. Bulunduğu yerden arabasına
geri dönmesi oldukça uzun sürmüştü. Uzun ve yavaş bir yürüyüştü.
Genç yönetici, kapıyı hiç tamir ettirmedi. Kapıda oluşan çöküğü,
hayatını birisinin kendisine tuğla atmasını gerektirecek kadar hızlı
yaşamaması gerektiğini hatırlatması için öylece bıraktı.
Allah, ruhunuza fısıldar ve kalbinize konuşur. Bazan,
dinleyecek kadar zamanınız olmadığında ise, size
bir tuğla fırlatır. İster fısıltıyı, ister tuğlayı dinleyin.
Tercihi siz yapın..
 
IZDIRABIN ACILIGI

Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli herşeyden
şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz
almaya gönderdi. Hayatındaki herşeyden mutsuz olan
çırak döndügünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir
bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın
söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri
tükürmeye başladı. "Tadi nasil?" diye soran yaşlı
adama öfkeyle "acı" diye cevap verdi. Usta
kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı
çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına ***ürdü
ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden
su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının
kenarlarından akan suyu koluyla silerken ayni soruyu
sordu: "Tadı nasıl?" "Ferahlatıcı" diye cevap verdi
genç çırak. "Tuzun tadını aldın mi?" diye sordu yaşlı
adam, "hayır" diye cevapladı çırağı. Bunun üzerine
yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının
yanına oturdu ve şöyle dedi: "Yaşamdaki izdıraplar
tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Izdırabın miktari
hep aynidir. Ancak bu izdırabın acılıği, neyin içine
konulduğuna bağlıdır. Izdırabın olduğunda yapman
gereken tek şey, ızdırap veren şeyle ilgili hislerini
genişletmektir.

Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl
olmaya çalış...."
 
PARAŞÜTÜNÜZÜ KİM KATLIYOR

Carlos Plump Birleşik Devletler deniz kuvvetlerinde genç subaylara öğretmenlik yapıyordu. Vietnam’da jet pilotu olarak savaşmıştı. 76. uçuşu sırasında uçağı yerden havaya fırlatılan bir füzeyle vurulmuş, ancak son anda uçaktan atlamış, paraşütle yere inmişti. Ne var ki komünistlerin eline esir düşmüş, 6 yılını bir hapishanede geçirdikten sonra tekrar ülkesine dönmüştü. Şimdi genç öğrencileriyle bu paha biçilmez deneyimlerini paylaşıyordu.
Bir gün, bir lokantada eşiyle birlikte yemek yerken yakındaki masada bir adam kendisine yaklaştı ve ”Siz Yüzbaşı Plumpsınız değim mi?” dedi. Plump’ın cevap vermesine fırsat vermeden konuşmasını sürdürdü adam;
“Vietnamda Kitty Hawk savaş gemisinde savaş pilotuydunuz. Uçağınızı vurmuşlardı.”
Bütün bunları nereden biliyorsun diye sordu Plump şaşkınlıkla
Adam hemen cevap verdi;
Sizin paraşütünüzü katlamıştım. Bir taraftan eliyle ustaca katlama hareketleri yaparken “Umarım paraşütünüz hemen açılmıştır” dedi. Plump minnettarlıkla, “elbette” dedi, “katladığın paraşüt açılmasaydı, bugün burada olamazdım.” Adam tevazu ile Plump’ın elini sıkıp müsaade istedi ve yerine oturdu.
Plump o gece uyuyamadı. Hep adamı düşündü. Bir paraşütün katlanma biçimi bir pilotun ölüm kalım meselesi olacak kadar incelikli bir işti. Bir jet pilotu olarak bu detayı hiç düşünmemişti. Kim bilir Kitty Hawk’ta kaç kez yüz yüze gelmişlerdi de sıradan bir memur olarak görmüştü adamı. Sözüm ona, bir jet pilotunun yaptığı ile sıradan memurların yaptığı işler kıyaslanır şeyler değildi! Hep sıradan biri gibi görmüş olmalıydı adamı. Hayatında yeri olmayan önemsiz bir dekor gibi. Çok büyük bir ihtimalle ona bir “Merhaba” demeyi bile çok görmüştü.
Saatlerce onun yaptığı işi düşündü. Yüzlerce paraşütün iplerini birbirinden itina ile ayırışını, kumaşı inceden inceye katlamasını hayal etti. Elinin her hareketinde hiç tanımadığı birinin hayatını ellerinde tuttuğunu fark etti.
Ertesi gün dersine şu beklenmedik soruyla başladı Plump: “Paraşütünüzü kim katlıyor?” Bir süre susup cevap bekledi. Anlaşılan o ki, herkes kendi işine odaklanıyor, kendi işinin detaylarında kritik katkıları olan insanları hesaba katmıyordu.
Hepimizin hayatımızın her anında kullandığımız bir paraşüt vardır. Bizi hayatta tutan, öz güvenimizi sağlayan, ayaklarımızı yere sağlamca bastıran ya da havada asılı kalıp öteleri görmemizi sağlayan nice küçük fakat önemli detayın arkasında kimler var acaba.
Hayır, hayır; jet pilotu olmanız ya da savaşıyor olmanız gerekmiyor elbet bu soruya muhatap olmak için. Simdi sokakta huzurla yürürken biri basit bir soru sorulabilir size:
“Pantolonunuzu kim ütülüyor?”
 
TUZLU KAHVE
Kıza bir partide rastlamıştı.. Harika bir şeydi.. O gün peşinde o kadar delikanlı vardı ki..
Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti. Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı, ama tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular.. delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu. Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı.. "Ben artık gideyim" demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı.. "Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi.. "Kahveme koymak için.." Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı.. Kahveye tuz!.. delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan, ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız, merakla "Garip bir ağız tadınız var" dedi.. delikanlı anlattı:

"Çocukken deniz kenarında yasardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. . Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar.. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki.."

Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının.. Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini arayan, evini sakınan biri.. Ev duyusu olan biri.. Kız da konuşmaya başladı.. Onun da evi uzaklardaydı.. Çocukluğu gibi.. O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu.. Tatlı ve sıcak.. Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii.. Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kasık tuz koydu, hayat boyu.. Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü..

40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. "Ölümümden sonra aç" diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına.. Şöyle diyordu, satırlarında.. "Sevgilim, bir tanem.. Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim.. Tuzlu kahvede.. İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun..? Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken 'Tuz' çıktı ağzımdan.. Sen ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim. Simdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok.. İste gerçek.. Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat.. Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem, her şeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da.."

Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı. Lafı açıldığında bir gün biri, kadına "Tuzlu kahve nasıl bir şey" diye soracak oldu..
Gözleri nemlendi kadının..
"Çok Tatlı!.." dedi..
 
FIRSATLAR



Siva ve Sakti, Hinduizm in kutsal çifti, gökyüzündeki yüksek katlarında oturup, bir yandan yeryüzünü seyrediyorlar, bir yandan da insan yaş***** tehdit eden unsurları, insan davranışlarındaki karmaşayı, insan olmanın acılarla dolu bedeline hüzünleniyorlarmış.

Birden Sakti, ara sokakların birinde ayakta bile zorla duran perişan yoksulu farketmiş..


Kalbi merhametle burkulmuş. Yaşamak için verdiği savaş, dürüst ve iyi bir insan olması onu etkilemiş olmalı ki, kutsal kocasına


"Bu zavallıya biraz altın vermesi" için yalvarmış. Siva adamı bir an gözlemiş, sonra sevgili karısına dönerek,


"Yapamam" demiş..


Sakti şaşırmış.


"Ne demek?" diye isyan etmiş kocasına..


"Sen bu evrenin sahibi, en yüce tanrısı değil misin? Bu kadar basit bir şeyi nasıl yapamazsın?"


"Bunu ona veremem çünkü henüz almaya hazır değil" demiş, Siva..


Sakti çıkışmış,


"Yani, yolunun üzerine bir kese altın bırakamayacağını mı söylüyorsun?"


"Tabii, bırakabilirim" demiş, Siva.. "Ama bu başka bir şey.."


"Lütfen.." diye yalvarmış, Sakti.. "Lütfen.."


Ve Siva bir kese dolusu altını yoksul adamın yolunun üzerine bırakmış..


Zavallı yoksula gelince, o akşam iki lokma bir şey bulup yiyip yiyemeyeceğini, yoksa yine aç mı uyuyacağını düşünerek yoluna devam ediyormuş.. Köşeyi dönünce,


"Şuna bak" demiş, "koca bir taş parçası iyi ki, gördüm.. Çarpsaydım, partalı çıkmış sandaletlerim iyice elden çıkacaktı.."


Ve dikkatle altın dolu kesenin üzerinden atlayarak yoluna devam etmiş..


Yaşam yolumuzun üzerine yüzlerce torba dolusu altın bırakıyor..


Ya çok seyrek olarak bu torbalar olduğu gibi görünüyor ya da biz onların bilincine çok geç varıyoruz..


 
ÜÇ HEYKEL

İki komşu ülkenin hükümdarları birbirleriyle savaşmazlar, ama her fırsatta birbirlerini rahatsız ederlerdi. Doğum günleri, bayramlar da ilginç armağanlar göndererek karşıdakine zekâ gösterisi yapma fırsatlarıydı.
Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeli yapmasıydı. Aralarında bir fark olacak ama bu farkı sadece ikisi bilecekti. Heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerin yanına bir de mektup konmuştu.Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar:
"Doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana haber ver."
Hediyeyi alan hükümdar önce heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler. Günler geçti. Bütün ülke hükümdarın sıkıntısını duymuştu ve kimse çözüm bulamıyordu. Sonunda, hükümdarın fazla isyankâr olduğu için zindana attırdığı bir genç haber gönderdi İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı. Başka çaresi olmayan hükümdar bu genci çağırttı. Genç önce heykelleri sıkı sıkıya inceledi, sonra çok ince bir tel getirilmesini istedi. Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.
İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı. Üçüncü heykelde tel kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu. Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı yazdı:
"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır.
 
ANNE KALBİ

Delikanlı, katı yürekli bir kızı sevmiş ve onunla evlenmek istemişti.Ancak kız, korkunç bir şart ileri sürerek:
- Senin sevgini ölçmek istiyorum, dedi. Bunun için de köpeğime yedirmek üzere bana annenin kalbini getireceksin.
Delikanlı, tüyler ürperten bu teklif karşısında ne yapacağını şaşırmış ve uzun bir tereddütten sonra hislerine mağlup olup annesini öldürmeye karar vermişti. Annesi, belki de durumu fark ettiği için oğluna fazla direnmedi. Ve çocuk, annesini öldürerek kalbini bir mendile koydu. Delikanlı, kızın isteğini yerine getirmiş olmanın heyecanıyla yolda koşarken, ayağı bir taşa takıldı. Kendisi bir tarafa, mendil içindeki kalp bir tarafa fırladı. Canının acısından, ağzından ister istemez "Ah anacığım!" sözleri döküldüğünde annesinin tozlara bulanan ve hala soğumamış olan kalbinden bir ses yükseldi:
-Canım yavrum, bir yerin acıdı mı?
 
CESET
Amerikan Adli Tıp Derneği'nin 1994'teki ödül yemeğinde başkan Don Harper Mills, San Diego'daki dinleyicilerini, aktardığı acayip bir ölüm olayındaki adli komplikasyonlarla şaşkına çevirdi. İşte hikaye:
23 Mart 1994'te Ronald Opus'un cesedini inceleyen adli tabip onun kafasından yediği kursunla öldüğü sonucuna vardı. Müteveffa, 10 katlı bir binanın tepesinden intihar niyetiyle aşağı atlamıştı. (Umutsuzluğunu geride bıraktığı bir notta açıklıyordu.) 9. katin önünden geçerken pencereden gelen bir kurşunla hayatı sona ermişti. 8. kat penceresi düzeyinde cam silicileri korumak için konulmuş bir ağ bulunduğunu, ne silahı çeken ne de müteveffa biliyordu. Kurşun olmasaydı Opus'un intihar girişimi zaten basarılı olamayacaktı. Normal olarak, diye devam etti Dr Mills, intihar etmeye karar veren biri, mekanizma tasarladığı gibi olmasa da, bunu eninde sonunda başarır.
Opus'un 9 kat aşağıdaki kesin ölüm yolunda vurulmuş olması, muhtemelen, onun ölüm modunu intihardan cinayete çevirmeyecekti. Fakat onun intihar girişiminin başarılı olmayışı savcıyı elinde bir cinayet vak'ası olduğu düşüncesine itti. Silahın patladığı 9. kattaki odada yaşlı bir adam ve karısı yaşıyordu. Tartışıyorlardı ve adam kadını silahla tehdit ediyordu. Öyle sinirlenmişti ki tetiği çekti, mermi kadını ıskalayarak pencereden dışarı yöneldi ve Opus'a isabet etti. Bir insan A şahsını öldürmeye teşebbüs eder fakat B şahsını öldürürse, o B şahsını öldürmekten suçludur. Bu suçlamayla karşı karşıya kaldığında hem adam hem de kadın silahın dolu olmadığı konusunda kesinlikle emindiler. Yaşlı adam uzunca bir süreden beri boş silahla karısını korkutmayı alışkanlık haline getirdiğini söyledi. Öldürme kastı yoktu. Böylece Opus'un öldürülmesi bir kaza oluyordu, yani silah kazara doldurulmuştu.
Araştırmalara devam edilince, ölümcül kazadan yaklaşık 6 hafta önce yaşlı çiftin oğlunu silahı doldururken gören bir tanık ortaya çıktı. Anlaşıldığına göre, yaşlı kadın oğlundan mali desteğini çekmişti ve babasının onu silahla korkutma temayülünü bilen oğul, onun annesini vuracağını umarak silahı doldurmuştu. Artık olay oğlun Ronald Opus cinayetinden sorumlu olduğu noktasına gelmişti. Tam bu sırada yeni bir viraj çıktı. Araştırmalara devam edilince annesinin ölümünü bir türlü başaramayışı nedeniyle oğlun umutsuzluğunun arttığı anlaşıldı. Bu onu 23 Mart'ta 10 katli binanın tepesinden atlayarak intihar etmeye itmişti. Ancak ölümü planladığı gibi olmamıştı; 9. katin önünden geçerken pencereden gelen kurşunun kafasına isabet etmesi nedeniyle Ronald Opus'un hayatı sona ermişti. Dosya intihar olarak kapatıldı.
 
EĞER

Eğer, herkes kendini kaybedip seni suçladığı zaman, sen soğuk kanlılığını koruyabilirsen;
Eğer, herkes senden kuşkulandığında sen kendine güvenip tüm şüpheleri hoşgörüyle karşılayabilirsen;
Eğer, sabırla bekleyebilir ve beklemekten yorulmazsan; ya da iftiraya uğradığında yalana yalanla karşılık vermezsen ve kin tutana kin duymazsan ;
Eğer, düşlere kapılmadan düş kurabilir; düşüne bildiğin halde düşüncelerin kölesi olmazsan ve aynı zamanda ne çok uysal ne de çok akıllıca bir tavırla konuşmazsan;
Eğer, ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir, ikisini de karşılayıp yüzleşir;ömür verdiğin şeylerin yıkılışını seyredebilir ve yıkılmadan onu kurmaya çalışırsan;
Eğer, iş işten geçtikten sonra da yüreğini ve bedenini bütün direncinle seferber edebilip herkesin vazgeçtiği noktadan, sen amacına yönelebilirsen;
Eğer, herkesle birlikte olur da erdemli kalabilirsen, yada krallarla dolaştığın halde gururlanıp benliğini ve dostlarını unutmazsan;
Eğer, ne sevgili dostlarını ne de düşmanların seni incitmezse ve kimseyi küçümsemez, hem de kimseye bağımlı olmamayı başara bilirsen;
Eğer, her günün her saatini, her dakikanın her saniyesini iç rahatlığıyla yaşayabilirsen,bütün dünya senin olur…Ve o zaman artık adam olduğunu düşüne bilirsin…
 
SERVET

Bir gün Avrupa'nin ünlü sanat merkezi kentlerinden birinde gezen
çocugun biri bir vitrinde çok hos bir tablo görür. Tablo bedeli oldukça
yüksektir.
Çocuk bu tabloyu bir sonraki sene abisinin dogum gününe almayi ister ve bir is bulup kit kanaat geçinerek biriktirdigi tüm para ile magazaya gider. Sanslidir tablo hala satilmamistir. Içeri girer ve tabloyu bir süre yakindan izledikten sonra resmi yapan sanatçiyi bulur ve "Abimin dogum günü için bu resmi satin almak istiyorum, tüm paramda bu kadar" der. Ressam bir süre düsündükten sonra. Resmi paketler ve resmi satar.Çocuk paketini alir ve tesekkür ederek çikar. Magazada adamin arkadaslari da vardir ve saskin saskin sorarlar:
"Sen ne yaptin o resmin degeri milyonlar ederdi. Neden bu kadar cüzi bir rakama sattin?"
Adam cevap verir:
"Evet ben bu resme milyonlarini verecek bir sürü insan bulabilirdim,ancak tüm servetini bu resme verecek kaç kisi bulabilirdim ?..."
 
Geri
Üst