DİNİ HİKAYELER


Ateşperest Komşu

Ahmed bin Harb hazretlerinin Behram adlı ateşperest bir komşusu vardı. Bu komşu bir defâsında ticâret için bir yere mal gönderdi. Yolda hırsızlar mallarını alıp kaçtılar. Ahmed bin Harb durumu haber alınca, yanındakilere; "Haydi komşumuza gidelim. Başına gelen bu hâl için üzülmemesini söyleyip onu teselli edelim. Her ne kadar ateşe tapıyorsa da komşumuzdur." dedi. Behram'ın evine gelince, kendilerini hürmetle karşıladı ve çok saygı gösterip ikramlarda bulundu. O günlerde çok kıtlık olduğundan bir şeyler yemek için gelmiş olabileceklerini de düşünerek ayrıca yemek hazırlamak istedi. Bunu gören Ahmed bin Harb hazretleri; "Zahmet etmeyiniz. Malınızın çalındığını duyduk. Üzülebileceğinizi düşünerek, halinizi, hatırınızı soralım diye geldik." buyurdular. Behram; "Evet öyledir, ama bunda üç şeye şükretmem lâzım oluyor: Birincisi, başkaları benden çaldılar, ben başkalarından çalmadım. İkincisi, malımın yarısını aldılar, diğer yarısı bende kaldı. Ya hepsini alsalardı. Üçüncüsü, din bende kaldı, dünyâyı aldılar." dedi.

Bu sözler Ahmed bin Harb'in pek hoşuna gitti ve yanındakilere; "Bu sözleri yazın. Bundan îmân kokusu geliyor." dedi. Sonra Behram'a; "Niçin ateşe tapıyorsun?" diye sordu. Behram:

"Ona tapıyorum ki yarın beni yakmasın, kendisine yakmak için odun verdim ki beni Allahü teâlâya ulaştırsın." cevâbını verdi.

Ahmed bin Harb: "Çok yanılıyorsun. Ateş zayıftır. Ona tapmakla hesaptan kurtulmak mümkün değildir. Bir çocuk, bir avuç su atsa ateşi söndürür. Bu kadar zayıf bir şey başkasına nasıl kuvvet verebilir? Bir parça toprağı bile kendinden atamaz. Seni Allah'a nasıl kavuşturur? Ateş câhildir. Bir şey bilmez, yakarken misk ile necaseti ayıramaz. Hepsini aynı anda yakar ve hangisinin daha iyi olduğunu bilmez. Sen ki, yetmiş senedir ona tapıyorsun. Ben de ömrümde bir kere ona tapmadım. Gel ikimiz de elimizi ateşe sokalım. Seni koruyup korumadığını gör." buyurdu.

Behram ateş getirdi. Ahmed bin Harb hazretleri elini ateşe sokup bir saat kadar bekledi. Eli hiç yanmadı ve acımadı. Bu hâli gören Behram çok şaşırdı, kalbinde bir değişme hissederek:

"Size dört şey soracağım. Cevaplarını verirseniz îmân edeceğim." dedi.

Ahmed bin Harb "Sor." buyurdu. Behram dedi ki:

"Allahü teâlâ, insanları niçin yarattı? Mâdem ki yarattı niçin rızık verdi? Mâdem ki rızık verdi. Niçin öldürdü? Mâdem ki öldürdü. Niçin diriltecek?"

Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi:

"Allahü teâlâ kendini tanımaları için insanları yarattı. Razzâk, ziyâdesiyle rızık verici olduğunu bilsinler diye onlara rızık verdi. Kahhâr olduğunu anlamaları için onları öldürür. Kudretini tanımaları için onları tekrar diriltir."

Behram bunları duyunca; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü." diyerek müslüman oldu.
 
Ateş Lazım Oldu

ateslazimoldu.jpg


Abbasi'lerin ünlü halifesi Harun Reşid zamanında yaşamış olan Behlül Dana (VIII. yüzyıl) dönemin evliyasındandı. Zaman zaman aklından zoru olan kimselere has tavırlar takınır, herkes de bundan dolayı kendisini deli sanırdı. Ama bunu maksatlı yapardı. Behlül Dana hazretleri daima Harun Rediş'in yakınında bulunur, çeşitli sebepler hasıl ederek onu uyarırdı.

Bir gün Behlül Dana hazretleri, üstü başı toz toprak içinde uzun bir yolculukan gelmiş olmanın belirtileri ile Harun Reşid'in huzuruna çıktı. Harun Reşid sordu:

- Be ne hal Behlül, nereden geliyorsun?

- Cehennemden geliyorum ey hükümdar.

- Ne işin vardı cehennemde?

- Ateş lazım oldu da ateş almaya gittim.

- Peki, getirdin mi bari?
- Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar "Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, ateşi herkes dünyadan kendisi getirir" dediler.
 
Ayakkabının Çamuru
Bâyezîd-i Bistâmî yağmurlu bir havada Cumâ namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak hâlde yağan yağmur, yolu çamur hâline getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi ve üzülerek;

"Onunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazı kılabilirsin? Başkasının duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü teâlânın huzûrunda durursun?" diye düşündü ve geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı.

Kapıyı açan mecûsî;

"Buyrun bir arzunuz mu var?" diye sorunca;

"Sizden özür dilemeye geldim." dedi.

Mecûsî hayretle;

"Ne özrü?" diye sordu. O da;

"Biraz önce duvarınızı elimde olmadan çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu." deyince,

Mecûsî hayretle;

"Peki ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi.

Bâyezîd-i Bistâmî;

"Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır." dedi.

Mecûsî;

"Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi öğretti?" diye sorunca;

"Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm öğretti." dedi.

Mecûsî;

"O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?" diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.
 
Azap Melekleri ve Günahkar Genç



Mahşerde bir genç, Allah Teala'dan aman dilemiş. Günahı pek çokmuş. Melekler, onu cehenneme atmak için koşmuşlar. Fakat yüce ihsan sahibi Hakim-i Teala, ona yaran olmuş. Melekler tam onu yakaladıkları sırada,
"Neden bu genci cehenneme sürüklüyorsunuz?" diye bir hitap gelmiş.

Onlar şöylece cevap vermişler:

"Onu cehenneme atmak için sürüklüyoruz."

Bunun üzerine yene Allah Teala'dan bir hitap gelmiş.

“Şaşılacak şey doğrusu. Biz onunlayız ama siz bunu duyamazsınız. Biz ikimiz beraberiz ve beraber olmaya devam edeceğiz."


Melekler bu sözü hakikaten de duymamışlar. Böyle bir lütfü görmemişler. Fakat bu sözün heybetinden hepsi susmuş, titremiş ve kendilerinden geçmişler
Allah Teala, gence yeniden,
“Ey pejmürde! bu hale düştün de sürünüp durmaktasın? Kendine gel! Kaç onlardan!" diye hitap etmiş.
Genç demiş ki:
“Ya rabbi! Böyle bir yerde ne yapabilirim? Bu ovanın ne başı var, ne sonu. Böyle bir kıyametten nasıl kurtulurum? Buradan bir kaçış yolu yok ki?”

Allah Teala,
"Ey sarhoşluk batağına düşen kimse!" diye hitap etmiş. "Gel, bize kaç! Bize kaçarsan onlardan kurtuldun demektir."
Genç,
"Bende bu kudret yok. Elimde çaresizlikten başka bir şey kalmadı. Senin lütfun imdadıma yetişmedikçe, senin sır perdelerin beni gizlemedikçe buradan kurtulamam" demiş.
Bunun üzerine Allah Teala, onu keremiyle örtmüş. Kıyametteki mahlukattan gizlemiş. Devletiyle onu sırlar makamına ulaştırmış, vuslat yurduna eriştirmiş. Melekler, kendilerine geldiklerinde orada o genci birr hayli aramışlar ama bulamamışlar.
Allah Teala’ya,,
"O günahkar ne oldu, nereye gitti? Yoksa beka aleminde fenaya mı erişti? Cenneti dearadık, cehennemi Fakat bir türlü onu göremedik. Elimizden kaçırdık gitti. Ya rabbi, onun nereye gittiğini sen bilirsin! Eğer bunu bizeL söylemezsen mahvoluruz" diye seslenmişler,
Allah Teâlâ,
“Bu bizim hikmetlerimizdendir. O, bizim himayemizde artık. Bizim huzurumuzda yer edindi kendine. Artık onunla işiniz yok. Bu işi bir o, bir biz biliriz. Siz aradan çekilin artık!” diye hitap etmiş.

Ey kardeşim! Allah bir kişiye inayet eder, yar olursa artık araya hiç ağyar girebilir mi? Allah insana önce doğru yolu buldurmak için inayet eder. Peygamberi bir güneş kılaraktan alemi aydınlatır. Allah inayetiyle seni has kullarından eyledi mi tüm kusurlarından kurtulursun. Sana cemalini gösterir. Böylelikle de işin, gücün yalnızca onu seyretmek olur.
Feridüddin Attar, İlahiname,
 
[align=left]Balina Ziyafeti

Ashab-ı Kiram'dan Cabir r.a. Hazretleri anlatıyor:
Rasulullah s.a.v. bizi bir müfreze (askeri birlik) ile göndermişti. Başımıza da Ebu Ubeyde'yi komutan tayin etmişti. Kureyş'e ait bir kervanı ele geçirmekle vazifeliydik. Azık olarak da bize bir dağarcıkta hurma verilmişti. Başka azığımız yoktu. Ebu Ubeyde, bize birer tane hurma veriyordu.
- O bir hurmayı ne yapıyordunuz? diye sorulunca dedi ki:
- Çocuğun emmesi gibi o hurmayı ağzımızda tutup emiyorduk. Sonra da üstüne su içiyorduk. Bu bize bir gün bir gece yetiyordu. Değneğimizle ağaç yapraklarını çırparak, düşen yaprakları su ile ıslatıp yiyorduk.
Böylece yolumuza devam ettik. Deniz kıyısına vardık. Deniz kıyısında büyük bir kum tepesi gibi bir şeyin yükseldiğini gördük. Yanına vardığımızda kıyıdaki şeyin anberbalığı (balina) denen hayvan olduğunu gördük. Ebu Ubeyde önce:
- Bu leştir, dedi. Sonra da şunu söyledi:
- Hayır. Biz Rasulullah s.a.v.'in elçileriyiz ve Allah yolundayız. Zaruret haline düştük. Bundan yiyiniz.
Biz yaklaşık bir ay boyunca o hayvanın etiyle geçindik. Üçyüz kişiydik ve şişmanlamıştık. Hayvanın göz çukurundan testilerle yağ alıyorduk, öküz büyüklüğünde et parçaları koparıyorduk. Ebu Ubeyde bizden onüç kişiyi alıp hayvanın göz çukuruna oturtmuştu. Kaburga kemiklerinden birini alıp yere dikti; sonra en yüksek deveyi binicisiyle onun altından geçirdi. Bu hayvanını etinden pastırma yapıp azık ettik.
Medine'ye geldiğimiz zaman Rasulullah s.a.v.'in yanına vardık. Bu durumu kendisine anlattığımızda dedi ki:
- O, Allah'ın size çıkarıverdiği bir rızıktır. Yanınızda onun etinden bize yedireceğiniz bir şey var mı?
Biz de getirdiğimiz etlerden bir miktarını Rasulullah s.a.v.'e gönderdik, O da etten yedi.
Tarîhu't-Taberî, 3/32-33; el-Bidâye ve'n-Nihâye, 4/669-70; İbn Yusuf es-Sâlihi: Sübülü'l-Hüdâ ve'r-Reşâd (Beyrut,1993), 6/176-178.
[/align]
 
[align=left]Balina Ziyafeti

Ashab-ı Kiram'dan Cabir r.a. Hazretleri anlatıyor:
Rasulullah s.a.v. bizi bir müfreze (askeri birlik) ile göndermişti. Başımıza da Ebu Ubeyde'yi komutan tayin etmişti. Kureyş'e ait bir kervanı ele geçirmekle vazifeliydik. Azık olarak da bize bir dağarcıkta hurma verilmişti. Başka azığımız yoktu. Ebu Ubeyde, bize birer tane hurma veriyordu.
- O bir hurmayı ne yapıyordunuz? diye sorulunca dedi ki:
- Çocuğun emmesi gibi o hurmayı ağzımızda tutup emiyorduk. Sonra da üstüne su içiyorduk. Bu bize bir gün bir gece yetiyordu. Değneğimizle ağaç yapraklarını çırparak, düşen yaprakları su ile ıslatıp yiyorduk.
Böylece yolumuza devam ettik. Deniz kıyısına vardık. Deniz kıyısında büyük bir kum tepesi gibi bir şeyin yükseldiğini gördük. Yanına vardığımızda kıyıdaki şeyin anberbalığı (balina) denen hayvan olduğunu gördük. Ebu Ubeyde önce:
- Bu leştir, dedi. Sonra da şunu söyledi:
- Hayır. Biz Rasulullah s.a.v.'in elçileriyiz ve Allah yolundayız. Zaruret haline düştük. Bundan yiyiniz.
Biz yaklaşık bir ay boyunca o hayvanın etiyle geçindik. Üçyüz kişiydik ve şişmanlamıştık. Hayvanın göz çukurundan testilerle yağ alıyorduk, öküz büyüklüğünde et parçaları koparıyorduk. Ebu Ubeyde bizden onüç kişiyi alıp hayvanın göz çukuruna oturtmuştu. Kaburga kemiklerinden birini alıp yere dikti; sonra en yüksek deveyi binicisiyle onun altından geçirdi. Bu hayvanını etinden pastırma yapıp azık ettik.
Medine'ye geldiğimiz zaman Rasulullah s.a.v.'in yanına vardık. Bu durumu kendisine anlattığımızda dedi ki:
- O, Allah'ın size çıkarıverdiği bir rızıktır. Yanınızda onun etinden bize yedireceğiniz bir şey var mı?
Biz de getirdiğimiz etlerden bir miktarını Rasulullah s.a.v.'e gönderdik, O da etten yedi.
Tarîhu't-Taberî, 3/32-33; el-Bidâye ve'n-Nihâye, 4/669-70; İbn Yusuf es-Sâlihi: Sübülü'l-Hüdâ ve'r-Reşâd (Beyrut,1993), 6/176-178.
[/align]
 
Hayır var

Bir zamanlar Afrika'daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.
Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı. İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:
-Bunda da bir hayır var!
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu.
Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi:
-Bunda da bir hayır var!
Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
-Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?' Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyünz meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar.
Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.
Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.
-Haklıymışsın!' dedi. Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü birşeydi.
-Hayır, diye karşılık verdi arkadaşı. Bunda da bir hayır var.
-Ne diyorsun Allah aşkına?diye hayretle bağırdı kral. Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir?
-Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi? Ve sonrasını düşünsene.

Kaynak: İlham Öyküleri, Murat Çiftkaya
 

[align=left]Annenin İhtiyacı Var
Ebû'l-Haseni'l-Harkânî (k.s) hazretleri şöyle anlatır:
İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir anneleri vardı. Her gece kardeşlerden biri annenin hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allah Teâlâ'ya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allah Teâlâ'ya ibâdet kardeş, yaptığı ibâdetten, duyduğu hazdan dolayı kardeşine:
- Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim, dedi.
- Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüya gördü.
Rüyasında bir ses ona:
- Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık, deyince genç:
- Ben Allah Teâlâ'ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi.
Ses ona:
- Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız yok. Fakat, kardeşinin annene yaptığı hizmetlere annenin ihtiyacı vardı, karşılığını verdi.
[/align]
 

Ameş ve Karısı
İmam-ı Azam Ebu Hanife rh.a.'in arkadaşlarından, o dönemin hadis ve kıraat âlimlerinden Süleyman A'meş, bir gece evinde eşiyle tartışmış ve hanımını biraz incitmişti. Buna rağmen tartışmadan hemen sonra hanımıyla tekrar konuşmak istemiş, ama hanımı kocasına kırgın olduğu için, adamın sözlerini cevapsız bırakmıştı.
Adam öfkeyle:
-Niçin bana cevap vermi yorsun? diye hanımını bağırıp, azarladı. Fakat bir cevap alamadı.
A'meş'in kızı babasına:
-Bu gece olmasa da, yarın sabah konuşur seninle, dediyse de adamın öfkesi dinmedi:
-Eğer bu gece benimle konuşmazsa, benden kesin boş olsun, dedi.
Kızcağız da annesini konuşması için ikna etmeye çalıştı. Ama annesi inat etti, konuşmamakta direndi.Karısının konuşmamakta kararlı olduğunu gören A'meş'in ise az önce öfkeyle ettiği yeminin ciddiyeti aklına geldi, söylediğine pişman oldu. Eşiyle boş olmaktan kurtulmak için care düşünmeye başladı. Gecenin bir yarısında giyinip evden cıktı. Doğru Ebu Hanife Hazretlerinin evine gitti. Ebu Hanife onu içeri alıp derdini sordu. A'meş karısıyla olan hadiseyi anlattı, dert yandı:
-Bu kadın bu tavrıyla benden kurtulup kaçmak istiyor. Beni sıkıntıya sokmasından korkuyorum. Kendisi çocukların annesidir. Onu boş olmaktan kurtarıp beni rahatlatacak bir care var mı? diye sordu.
Ebu Hanife:
-Üzme kendini. Allah'ın izniyle bir care bulunur, dedi.
Ebu Hanife, A'meş'in oturduğu yerdeki mescidin müezzinine haber gönderip yanına çağırdı. Bu gece sabah ezanını henüz vakti girmeden okumasını tenbihledi. A'meş de evine dönüp, ezanı beklemeye başladı. Daha sabah olmadan okunan ezanı duyan A'meş'in hanımı, sabah oldu da boşanması gerçekleşti zannederek konuştu:
-Oh be! dedi. Senden kurtuldum, kötü huylu herif!
A'meş ise kıs kıs gülerek cevap verdi:
-Henüz sabah olmadı. Sen de konuşup yeminimi bozdun. Bize çare gösterenden Allah razı olsun.
 

Allah Rızası İçin

Ebû Hafs-ı Haddâd, Ebû Bekr-i Şiblî'nin evinde kırk gün misâfir kaldı. Çeşit çeşit yemeklerini yedi. Ayrılıp giderken yanına vardığında;

"Ey Şiblî! Eğer yolun Nişâbur'a uğrarsa, yanıma gel! Misâfirperverlik nasıl oluyormuş, sana öğretirim." dedi.

Şiblî de; "Ben ne yaptım ki?" deyince;

"Başka ne yapacaksın, külfete girerek çeşitli yemekler hazırladın, civanmertlikte bu yoktur. Misâfir gelince öyle davranmalı ki, hizmet ederken üzerine bir ağırlık çökmemeli, gittiği için de ferahlamamalısın! Külfete girdiğinde, gelişi ağır gelir, gittiğinde de rahatlarsın. Böyle ev sâhipliği olmaz." buyurdu.

Bir müddet sonra, İmâm-ı Şiblî kırk arkadaşıyla berâber Nişâbur'a geldi. Ebû Hafs-ı Haddâd'a uğradı. Ebû Hafs-ı Haddâd o gece kırk bir mum yakmıştı. Şiblî bunları görünce;

"Bu ne hâl böyle?" dedi.

Ebû Hafs-ı Haddâd;

"Ne oldu?" buyurdu.

Şiblî;

"Külfete girmeyin, demiştiniz. Bu mumlar ne böyle?" dedi.

Ebû Hafs-ı Haddâd;

"Öyleyse onları söndür." buyurdu.

Şiblî, kalkıp hepsini söndürmeye çalıştı, fakat, birini söndürebildi.

Bunun üzerine Ebû Hafs-ı Haddâd;

"Sizi Allahü teâlâ gönderdi. Ben de Allah rızâsı için kırk mum yaktım. Birini de kendim için yaktım. Benim için olanı söndürdün. Allah rızâsı için olanı söndüremedin. Sen ise Bağdât'ta her yaptığın şeyi benim için yapmıştın. Seninki külfet oldu, benimki ise külfet olmadı." buyurdu.
 
Allah'ın Beratı
Rufaî tarikatına mensup müridlerden biri bir gün kendisine çok güvenerek cezbe halindeyken şöyle dua etti:
- Ya Rabbi Cehennemden azat olduğuma dair bu aciz kuluna bir belge gönder.
Aradan çok geçmedi, gök yüzünden beyaz bir kâğıt geldi. Alıp baktılar ki, kâğıtta hiçbir yazı yok. Kâğıdın geldiğini görerek sevinen o mürid, içinde bir yazı olmadığını görünce çok üzüldü, mükedder bir vaziyette durumu şeyhine anlatmak üzere kâğıdı Ahmed Rufai Hazretlerine götürdü.
Ahmet Rufaî Hazretleri kâğıdı eline alıp bakınca kendinden geçti ve şükür secdesine vararak:
- Ey bari Hûda, sana hamd ü senalar olsun. Bu zayıf kulunun müridlerinden bir kimseye böyle bir berat göndermek şerefine eriştirdin, dedi.
Müridler:
- Efendim dediler. Biz orada bir yazı görmüyoruz, siz ise bu şahsın cehennemden azat olduğunu nasıl anlıyorsunuz? dediler.
O:
- Ey benim müridlerim ve sadık dostlarım, kudret eli siyah yazmaz, siz buradaki yazıyı göremiyorsunuz, bu kâğıdın üzerindeki yazı nurdan kalemle yazılmıştır, buyurdu.

Büyük Dini Hkayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi
 
Allah'ı bilmeye yüz delil

Fahreddîn-i Râzî Herat ve civarında bozuk inançları yaymakla meşgul olanlarla mücâdele ediyor, Müslümanlar'ı bunların tehlikelerine karşı korumaya çalışıyordu. Üç yüz kadar atlı talebe ve âlim ile Herat'a geldiğinde; hem devlet, hem din büyükleri akın akın ziyaretine gelmiş, alâka göstermişlerdi. Ama birileri vardı ki; ne geliyor, ne de gelme arzusu ızhâr ediyordu. Acaba Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin muhâliflerinden miydi?
Halktan bir zengin, bir gün Fahreddîn-i Râzî hazretlerini bahçesinde yemeğe dâvet etti. Maksadı; ziyaretine gelmeyen zâtı da orada bulundurup, görüşmelerini ve bir yanlış anlamanın meydana gelmemesini temin etmekti.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri, yemekte karşılaştığı ziyaretine gelmeyen zâta,
- Niçin bizi ziyârete gelmediniz? diye sordu. Şöyle cevap verdi o zât:
- Ben fakirin biriyim. Ne ziyâretinize gelişim size bir şeref kazandırır, ne de gelmeyişim size bir şey kaybettirir. Siz mühim kimselerle meşgul olun.
Bu cevap Fahreddîn-i Râzî hazretlerini düşündürdü. Bu defa büsbütün meraklanarak ısrarla suallerini peşi peşine sıraladı:
- Bu, sıradan birinin sözüne benzemiyor. Kalbi-gönlü uyanık birinin cevabıdır bu. Şimdi daha çok meraklandım. Söyleyin lütfen niçin gelmiyorsunuz? Bize vermek istediğiniz bir mesajınız olmalı.
- Sen, 'Müslümanlar'ın benim ziyâretime gelmeleri vâciptir' diyormuşsun. Neden senin ziyâretine gelmek vâcip olsun?
- Ben ilim ehli biriyim. Benim ziyâretime gelenler aslında benim değil, ilmin ziyâretine gelmiş olurlar. Mücâdelemde bana yardımcı olmuş, beni desteklemiş sayılırlar.
- Öyle ise anlat bakalım... İlmin hedefi Allâh'ı bilmek olduğuna göre, nasıl biliyorsun Hazret-i Mevlâ'yı?
- Yüz delil ve burhan ile biliyorum Allah Teâlâ'yı...
- Peki öyleyse, söyler misin; burhan ve delil, şüpheleri gidermek için değil midir? Demek sende bu kadar şüphe varmış ki her birine delil aramış; ancak bu delillerle şüpheni gidermişsin. Halbuki Allahü zû'l-Celâl bana, öyle bir îman verdi ki; şüphenin zerresi bile kalbimde yoktur. Olmayan şeyi gidermek için ne diye delil ve burhan arayayım?
Bu cevaptan sonra bir suskunluk başlar. Neden sonra yerinden kalkan büyük müfessir Fahreddîn-i Râzî hazretleri,
- Uzat elini de öpeyim. Sen sıradan biri değil, bir îman ve ihlâs numûnesi mâneviyât sultânısın. Kim isen söyle de beni daha fazla merakta bırakma.
Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kulağına eğilen birinin, fısıltı hâlinde söyledikleri şundan ibârettir:
- Konuştuğun zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleridir.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri hemen diz çöküp rica eder:
- Lütfen beni de kabul buyurun tâlipleriniz arasına da, ben de iştirak edeyim sohbetlerinize...
....
İşte zâhirî ilimle bâtınî ilmin farkı... İşte zâhirî ilim ehli ile, zû'l-cenâhayn olan mâneviyat erbâbının seviye ve dereceleri... Keza, aralarındaki diyaloğun güzelliği ve hakkı teslim ile neticelenişi... Ve, biribirlerine karşı olan nezâket ve saygıları...
Zamanımız 'tartışmacıları'na örnek olması dileğiyle...
 
Allah'ın Emaneti
Hz.Ümm-i Süleym, gayet temiz ahlak sahibi bir hatun idi. Çocuğu vefat ettiği zaman, sabır ve metanetle bizzat kendisi yıkadı ve kendisi kefenledi ve bir tarafa bırakıp, komşularına dönerek:
- Babasına haber vermeyin.
Hz. Ebu Talha orada bulunmamaktaydı. Akşam eve döndüğünde, çocuğu sordu, hanımı:
- Gördüğünden şimdi çok iyidir, der.
Sonra yemek yediler, oturdular, birlikte oldular. Bir müddet sonra Hz.Ümm-i Süleym, beyine gayet metanetle şöyle der:
- Ebu Talha, ödünç alınmış bir şeyi geri vermek icap eder mi etmez mi?
- Söylediğin bu söz nasıl bir söz, elbette ki ödünç alınan şey geri verilmeli.
- O halde, Hak Teala da sana emanetten vermiş bulunduğu çocuğu aldı.
Ebu Talha bu sözü duyunca :
- Biz Allah için halk edilmiş bulunuyoruz ve hep onun tarafına döneceğiz, der ve şükreder.
Sabah olunca gidip Resulullah'a (s.a.v.) anlatır. Resulullah (s.a.v.):
- Ya Rabbi bunun daha iyi bir karşılığını Ebu Talha'ya ver, diye dua eder.
Nitekim, dokuz ay dokuz gün sonra Abdullah diye bir çocukları olur. Çocuk, Peygamberimizin himayelerinde büyürler, İslam Tarihinde önmeli bir şahsiyet olur.
 
Allah'tan Kork, Mührümü Bozma !

Geçmiş ümmetlerde gurbete çalışmaya giden üç arkadaş, bir ara yoğun bir yağmura mâruz kalınca yol kenarındaki bir mağaraya sığınırlar. Ne var ki, karşı dağdan, düşen yıldırım sebebiyle kopup yuvarlanan bir taş gelir, içinde bulundukları mağaranın kapısına sıkışıp kalır.
İçeride bulunan üç arkadaş korkup düşünmeye başlarlar. Nasıl çıkacaklar kapanmış olan mağaradan? Biri der ki: Bu belâdan kurtulmamızın bir çâresi olabilir. O da, Rabbimizin rızâsı için yapmış olduğumuz iyilikler. Gelin bunları şefaatçı yapıp buradan kurtulmayı Rabbimizden dileyelim.
Bu sebeple biri der ki:
– Ey Rabbim! Ben yanında işçi çalıştıran biriydim. Bir gün, çalışan işçim akşam yevmiyesini almaya gelmedi. Ben de onun parasını onun adına ayırıp çalıştırdım. Seneler sonra gelince parasını kazancıyla birlikte verdim. Şaşırdı, almak istemedi. Sonra ciddi olduğumu anlayınca yevmiyesini kazancıyla alıp sevinerek gitti. Bunu sadece senin rızân için yaptım. Eğer senin yanında makbul oldu ise, bunun hürmetine şu kayayı, çıkacağımız yerden uzaklaştır!
Bu dua üzerine kaya yerinden kımıldar, ama çıkılacak kadar yer açılmaz.
İkincisi de şöyle der
– Ey Rabbim! Ben annesine çok hizmet eden biriyim. Bir gece annem su istemiş, ben de koşup dışarıdan su getirmiştim, baktım annem uyumaktadır. Karşısında uyanıncaya kadar bekledim. Gece yarısı uyandığında beni karşısında bekler halde görünce çok memnun olup duâ etmişti. Bunun hürmetine bu belâdan bizi kurtar.
Kaya biraz daha kımıldar, ama yine kurtulmaya yeterli değildir.
Üçüncü olarak da son arkadaşları şöyle duâ eder:
– Ey Rabbim! Memleketimizde kıtlık olmuş, bir çok âile açlık belâsına mâruz kalmıştı. Benim durumum ise iyi idi. Bir gün komşum kızı yanıma gelip açlıktan ölüm tehlikesi geçirmekte olan âilesi için benden yiyecek birşeyler istemiş, ben de ona kendisini bana teslim etmesi halinde istediğini verebileceğimi söylemiştim. Başka çâresinin kalmadığını anlayan kızcağız, nihayet isteğime râzı olmuş, birlikte tenha yere gittiğimizde birden şu ikazda bulunmuştu:
– Ey elinde imkân olan adam! Allah’dan kork, benim iffet mührümü nikâhsız bozmaktan hicap duy! Bu mühür, ancak nikâhla bozulur, başka değil!
Bu beklenmedik ikazdan korkup titremeye başladım. Kendimi mâsum bir kızın namus mührünü bozan iffetsiz durumuna düşürmekten utandım ve dedim ki:
– Haydi gel, istediğin kadar yiyecek al, mührünü muhafaza ederek iffetinle yaşa.
Böylece ona istediğini verdim ve mührünü bozmadım. Bunu senin rızân için yaptım. Eğer kabul edildi ise, şu kayayı kapımızdan uzaklaştır da çıkıp kurtulalım.
Bir de baktılar ki, sıkışmış kaya paldır küldür yuvarlanıp gitti, kurtulup dışarı çıktılar.
Evet, işte iffetsizlerin yersizliğini söylemek istedikleri kızlık işaretinin hadisteki adı mühürdür.
Kaynak: Yeni Aile İlmihali, Ahmed Şahin, Cihan Yayınları
 
Alabilirsen Al


Hacı Bayram-ı Velî'nin doğduğu Zülfadl (Sol-Fasol) köyünden bir genç askere çağrılmıştı. Yetim olan bu temiz genç, babasından kalma birkaç altınını, annesinden kalan hâtıra bilezik ve küpleri emânet edecek bir kimse bulamadı. Hepsini küçük bir çekmeceye koyup, Hacı Bayram-ı Velî'nin türbesine getirdi. Türbeyi ziyâret edip;

"Yâ hazret-i Hacı Bayram-ı Velî! Beni vatanî vazifemi yapmak için çağırdılar. Annemden ve babamdan kalma şu hâtıraları emânet edecek bir kimse bulamadım. Bu küçük çekmeceyi zâtı âlinize emânet bırakıyorum. Eğer askerden dönersem, gelir alırım. Şâyet dönemezsem, istediğiniz bir kimseye verebilirsiniz!" diye münâcaat etti.

Sonra çekmeceyi sandukanın kenarına koyarak ayrıldı.

Aradan yıllar geçti. Gencin askerliği bitti ve emânetini almak üzere Hacı Bayram-ı Velî'ye geldi. Ziyâretini yapıktan sonra, çekmeceyi koyduğu yerde buldu. Hiç dokunulmamıştı.

Orada türbeyi bekleyen türbedâra;

"Bu çekmece benimdir. Askere gitmeden önce emânet bırakmıştım. Şimdi alıyorum." dedi.

Türbedâr;

"Tabi, alabilirsen al. Çünkü ben, bir defâsında bu çekmecenin yerini değiştirmek istedim. Fakat bütün uğraşmalarıma rağmen yerinden bile oynatamadım. Bunda bir hikmet olduğunu düşünerek, bir daha elimi bile sürmedim."

Genç, çekmecenin yanına gelip, Hacı Bayram-ı Velî'ye teşekkür etti ve emânetini alarak köyüne döndü.
 
Ahsen-ül Kasas


Başlıkta okuduğumuz terkip, 'Kıssaların en güzeli' demektir. Bu tâbir, Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. Yûsuf aleyhisselâmın kıssası için kullanılmıştır. Bu kıssayı, ya bir tefsirden, veya onunla alâkalı bir kitaptan okumanızı tavsiye ederiz.
Bildiğimiz sebeplerle Kenan diyarından Mısır'a getirilen Hz. Yûsuf, Yâkup aleyhisselâmın oğludur. Dedesi Hz. İshak, büyük dedesi de Hz. İbrâhim'dir. Hepsi de şirke karşı tevhîdi, küfre karşı îmânı tebliğ etmiş, Allâh'ın nûrunu kalplere nakşetmek için mücâdele etmişlerdir.
Böylesine muazzez, mukaddes ve müberrâ bir nesilden gelen Hz. Yûsuf, aristokrat bir hayat içinde yüzen Mısır saraylarında; hayâ, edep ve terbiye âbidesi olarak insanlara örnek olmuş, aslâ gayr-i meşrû tekliflere iltifat etmemişti. Hatta ahlâksızca yapılan îmâ ve baskılara karşı Cenâb-ı Hakka, bunlardan kurtarması için yalvarıp, 'Zindan, bunların beni dâvet ettiği şeyden iyidir Rabbim, dedi.' (S. Yûsuf, 33)
Sonra, Aziz ve arkadaşları, Hz. Yûsuf (a.s.)'un mâsûmiyetini isbat eden bütün o kat'î delilleri görmelerine rağmen, halkın dedi-kodusunu kesmek için onu zindana attılar. Hatta onunla beraber, biri hükümdârın sâkîsi, diğeri de ekmekçisi olmak üzere iki delikanlı daha hapse atıldı. Onlar, hükümdarı zehirlemeye teşebbüs etmek suçuyla itham olunuyorlardı.
Bunlardan biri,
- Ben rüyamda kendimi şarap için üzüm sıkıyor gördüm, dedi.
Öbürü ise;
- Ben de rüyamda kendimi başımda ekmek götürüyor, kuşlar da gagalayıp yiyor gördüm, dedi. Bize bunların tâbirini haber ver; çünkü biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz, dediler.
Dahhak rahımehullah hazretlerine;
- Yûsuf aleyhisselâmın iyiliği ne idi? diye sorulduğunda, şöyle cevap verdi:
- O, dâima iyiliği tercih eder, bütün hâl ve hareketlerinde güzel ahlâkını gösterirdi: Zindandaki hastaları ziyaret eder, mahzunlara dost ve arkadaş olup onları tesellî eder, yeri dar olanlara genişlik sağlar, muhtaç olanlara yardım toplayıp verirdi.
Yûsuf aleyhisselâm delikanlılara dedi ki:
- Size rüyanızda rızık olarak yiyecek bir şey gelecek oldu mu, ben muhakkak onun ne olduğunu, daha size gelmezden evvel rüyanızı tâbir eder, haber veririm.
Dikkat edilirse, Yûsuf aleyhisselâm onları, kendisine sorulanlara cevap vermezden evvel, tevhîde dâvet ve doğru yola irşad etmek istiyor. Bu dâvet ve tâbirinde doğruluğuna delâlet etmek üzere de, gaybden haber verme mûcizesini anlatıyor. Zira bütün peygamberlerin, peygamber olduklarını isbat için mûcize göstermeleri gerekir.
Yûsuf aleyhisselâm konuşmasına devam ederek şöyle diyor:
- Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Çünkü ben, Allâh'a inanmayan, âhireti de inkâr eden bir kavmin dînini terk ettim. Atalarım İbrâhim, İshak ve Yâkub'un dînine uydum. Allâh'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bizim için doğru olmaz. Bu tevhid, bize ve bütün insanlara Allâh'ın bir lûtfudur; fakat, insanların çoğu buna mukabil şükretmezler.
Ey Benim zindan arkadaşlarım, düşünün bir kere; darma dağınık birçok rabler mi iyi, yoksa her şeyi hükmü altında tutan ve kahredici olan bir tek Allah mı?
Sizin onu bırakıp taptıklarınız, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları kuru, mânâsız ve boş isimlerden başkası değildir. Allah, onların gerçekliği hakkında hiçbir delil indirmemiş, onlara hiçbir güç vermemiştir. Hüküm, yalnız Allâh'ındır. O, yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Ey zindan arkadaşlarım, rüyalarınıza gelince; biriniz efendisine şarap içirecek, diğeri ise asılıp tepesinden kuşlar yiyecektir. İşte hakkında fetvâ istemekte olduğunuz mes'ele, böylece olup bitmiştir.
Bundan sonra Yûsuf aleyhisselâm, bu iki delikanlıdan, kurtulacağını bildiği kimseye yani sâkîye dedi ki:
- Beni efendinin yanında an, benden bahset.
Fakat şeytan, efendisine onu anlatmayı unutturdu. Bu yüzden Yûsuf aleyhisselâm, daha nice yıllar zindanda kaldı. (S. Yûsuf, 35-42)
Yani Hz. Yûsuf, Allah'tan başkasından yardım istediği için, beş yıllık mahpusluktan sonra, yedi yıl daha hapiste kaldı. Zira böyle bir istek ümmetten herhangi bir fert için gayet normal olmakla birlikte, bir peygamber için münasip değildi.
Onun zindanda kaldığı 12 sene âyet-i kerimedeki 'üzkürnî ınde rabbik' kavl-i keriminin harflerinin miktarına müsâvidir. Bu 12 adedinde daha başka acâib sırlar da vardır:
Burçlar, aylar on ikidir. 'Lâ ilâhe illallah' ve 'Muhammedün Resûlüllah'ın asılları da on ikişer harftir.
Kezâ Yâkup aleyhisselâmın oğulları da 12 idi. (Rûhu'l-Beyan)
Yûsuf aleyhisselâm, Mısır'ın iktisadî bakımdan en kritik bir devresinde yani yedi sene süren kıtlık yıllarında hazînenin başına geçmiş ve önceden aldığı tedbirlerle ülkeyi bir bâdireden kurtarmıştır.
Hz. Yûsuf, bu güzel hizmeti yapmayı, bizzat kendisi tercih etmiştir. İlk bakışta, peygamberlik makamında bulunan bir zâtın Mısır Hükümdârı'nın emrinde (bugünkü tâbirle) Mâliye Bakanlığı yapması garip karşılanabilir; fakat, insanlığa iktisadî yönden bir hizmet verirken, kazandığı sevgi-saygı ve hüsn-i zanla en müessir bir şekilde İslâm'ı tebliğ, telkin ve tâlim etmesi, kısacası o milleti maddî-mânevî tehlikelerden beraberce kurtarması, ibret ve ders alınacak bir husustur.
Onun içindir ki, Kur'ân-ı Hakîm'de Yûsuf aleyhisselâmın kıssasına, kıssaların en güzeli mânâsında, 'Ahsenü'l-Kasas' tâbir edilmiştir.
 
Allah Kulundan Ne Zaman Razı olur?Bir talebe hocasına,

- Kul Allah Teala'nın kendisinden razı olduğunu bilebilir mi? diye sordu

Hocası,
- Bilemez, bunu nasıl bilsin ki, Allah'ın rızası gayba ait birşeydir! dedi .
Talebe,
- Hayır, bilebilir!dedi.
Hocası,
- Nasıl? diye sordu,
Talebe,
- Ben kalbimin Allah'tan razı olduğunu görürsem, bilirim ki O da benden razıdır! diye cevap verdi.
Bunu işiten hocası,
- Ey genç güzel ve doğru söyledin! dedi .

Kul Yüce Allah'tan razı olursa, Rabbide ondan razı olur. Kulun aynası ve şahidi kalbidir. Herkes kalbine bakmalı. Kul kalbinde Rabbine ne kadar hürmet ediyor ve onu yüceltiyorsa, kendiside, Hak katında o derece değerlidir
 
Allah Kulunu Nasıl Zikreder

[B][IMG]http://www.biriz.biz/esma/1allah.gif[/IMG][/B]Adamın biri, geceleri devamlı Allah'ı zikrederdi. Bütün gecesi zikir fikir içinde geçerdi. Zikir kalbine yerleşmiş, gönlüne tat vermişti. Bir gün şeytan bu adama yaklaştı ve ona, “Böyle devamlı Allah'ı zikretmen ne zamana kadar sürecek. Sen gece gündüz Allah diyorsun, peki bir kere olsun Allah da sana buyur kulum dedi mi? Zikrinin karşılığını aldın mı? Madem sana bir karşılık verilmiyor, sen bu kötü halinle ve kara yüzünle ne zamana kadar Allah diyeceksin?” diye vesvese verdi.

Bu vesvese adama tesir etti. Kalbi karıştı. onu gerçek zannetti. Demek ben Allah'ı zikretmeye layık bir kul değilim bana karşılık verilmiyor diyerek zikri bıraktı ve uyudu.
Gece rüyasında Hızır aleyhisselamı gördü. Hz. Hızır ona,
-Allah'ı zikretmeyi niçin terk ettin; zikirden niçin pişmanlık duydun? diye sordu.
Adam,
-Ben sürekli Allah Allah diye zikrettim; fakat bir gün olsun Allah'tan “buyur kulum'' diye bir karşılık duymadım. Ben bu işe layık olmadığımdan ve Allah'ın kapısından kovulmaktan korkuyorum, dedi.
O zaman Hz. Hızır (a.s) adamı şöyle uyardı:
-Senin Allah Allah demen, O'nun buyur kulum demesi dır. O seni zikretmese sen O'nu hiç zikredemezdin. Senin O'na kavuşma arzusu ile amel edip çırpınman O'nun tarafından sana verilmiş bir cezbedir. O seni sevmese kendi yolunda koşturmazdı. Senin Allah'tan korkun ve O'na duyduğun aşk, O'nun sana lütfüdür. Senin her yâ Rabbi diye inleyişinde O da sana yönelir, seni dinler ve karşılık verir. Allah bir kulun kalbini bağlarsa, o kul Allah'ı zikredemez. Allah yolunu açmazsa, kul dua edemez. Sen başına gelen bir dert içinde Allah diyorsan, O sana kendisini zikrettirmek için bu derdi vermiştir. Gaye seni kendisi ile meşgul etmektir. Korkma, Allah de. Zikre ve duaya devam et. Hiçbir zikir ve dua karşılıksız kalmaz. Zerre kadar bir amel dahi zayi olmaz. Allah Firavun'a mal verdi, dert vermedi. O da hiç inleyip zikretmedi. Allah'ı zikrettiren dert, O'nu unutturan maldan ve sıhhatten daha hayırlıdır.
Mesnevi Tercümesinden konuyu aktaran D.Selvi:
"Kalp ya dertle ya da muhabbetle Allah der Allah'a yönelir. Kul bilmese de böyledir.O'nu severek zikredenler şükretmiş olur,mükafat alır. Yüce Allah'ı zikretmenin mükafatı, Allah katında zikredilmek ve sevilmektir." der.
 
Allah Mazlumları Zorbalardan Korur


İbrahim Aleyhisselam'ın bir kıssası vardı. Bir zaman İbrahim Aleyhisselam, eşi Sare validemizle birlikte Mısır'a gider. O devirde Mısır'da Firavunlar hüküm sürmektedir. Firavun zulümde en zirveye çıkmıştır. Şehrin giriş ve çıkışları kontrol altındadır. Gelen gidenlerin haberleri anında Firavuna bildirilmektedir. Özellikle kadınlara karşı zaafı olan Firavun, gözüne kestirdiği kadını yanında alıkoyuyordu.
Görevliler Sare validemizi alıp, Firavun'a götürmek isterler. İbrahim Aleyhisselam'a sorarlar:

- Bu kadın senin neyindir?
İbrahim Aleyhisselam:
-Benim kardeşimdir, der.
Sonra da Sare validemizin yanına gidince ona bir açıklama getirir:
-Bugün bana senden sordular, ben de seni kardeşim olarak tanıttım. Sana da sorarlarsa beni yalancı çıkartma. Bu memlekette Allah'a inanan ikimizden başka kimse yok. Seninle eş olmanın yanında aynı zamanda iki din kardeşiyiz. Benim onlara kardeşimdir demem, din kardeşliği açısındadır.
Bekledikleri an geldi, Firavun Sare validemizi istedi. Görevli adamların eşliğinde Sare validemiz zorla Firavunun huzuruna çıkarıldı.
Anlama ve idrak kapasitesi zayıf ya da fitne çıkarmaya niyetli bir takım insanlar bu hadiseyi değişik yerlere çekmektedirler. Bir peygamber hanımını yabancı bir insana nasıl gönderirmiş? Hadiseyi baştan sonra akıl gözü ile takip edenler, bu olayda en küçük bir olumsuzluğun olmadığını görecekler. Hatta günümüze birçok dersler de çıkarmak mümkündür. Bu olay hadisi şeriflerde şöyle haber verilmektedir. Sare, Firavunun karşısına çıkar.
Hadisi Şerifte Firavun zorba olarak anlatılmaktadır. Zorba Sare'ye yaklaşmak için oturduğu yerden ayağa kalktı. Sare o sırada zorbadan izin istedi, abdest alıp iki rekât namaz kıldı ve şu niyazda bulundu:
"Ya Rabbim!Sana ve gönderdiklerine iman etmişim. Bu ana kadar kocamdan başkasına karşı ırzımı, namusumu korumuş isem, şu kâfiri üzerime saldırtma, beni ondan koru!"
Firavun da Sare'yı bekliyordu. Namazını kılıp duasını eden Sare validemiz, Firavunun yanına döndü. Firavun kaldığı yerden tekrar yaklaşmaya başladı. Tam o esnada Firavunun ayakları kendini tutmaz oldu, olduğu yere yıkılıp kaldı. Aciz duruma düşen kuş gibi çırpınmaya başladı. Bu durumu gören Sare validemiz endişeye kapıldı, Firavun bu halde ölecek olsa, sorumlu onu tutacaklardı. Sare validemiz yine Rabbine yöneldi:
"Ya Rabbim!
Bu ölürse, benim üzerime atarlar, onu eski haline getir."
Zorba eski durumuna geldi. Ancak Sare'den de vazgeçmemişti. Tekrar Sare validemizin üzerine yürüdü. Sare validemiz bu sefer de izin istedi. Namazını kıldı, duasını yaptı ve aynı hadise cereyan etti. Bu olay üç defa tekrarlandı.
Firavun yaşadıkları karşısında dehşete düştü. Adamlarına emirler verdi:
-Bu kadını aldığınız yere götürün. Bana kadın diye getirdiğiniz şeytanın ta kendisidir. Benden uzak olsun, yanına cariyelerimden birini de verin.
Böylece Sare validemiz, Firavunun zulmünden, tecavüzünden korundu. Bir de yardıma mahzar oldu. Sare eşinin yanına gelince:
-Ey İbrahim! Rabbim beni zorbanın şerrinden korudu, bir de şu cariyeyi bize ihsan eyledi, dedi.
Bunlar Mevla'mızın ayetlerindendir, her bir ayette insana bir mesaj vardır.
 

[IMG]http://www.biriz.biz/esma/1adl.gif[/IMG]Allah Nasıl Misafir Edilir?
Musa Aleyhisselâmın ümmeti:
- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münasaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:
- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»
Musa Aleyhisselâm:
«Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.
Allah (c.c.):
«Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.
Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip:
«Ya Musa! Uzak yollardan geldim, acım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi.
Hz. Musa:
- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.
Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.
İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:
- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:
- Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:
- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:
- «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.
Demek ki, Allah için yapılan her şey, bizzat Allah'ın kendisine yapılmış gibi olmakta, Allah o kimseden razı olmaktadır.
 
Geri
Üst