0
EXE RANK
EaglePaV
Fexe Kullanıcısı
İnsan, düşünme, anlama, kavrama yetisi olan bilinçli ve toplumsal bir varlıktır. İnsanbilim canlı varlık olarak insanı ve onun gelişim tarihini araştıran ve betimleyen bir doğa bilimidir. İnsan felsefesi de, insanbilimin deneyden çıkardığı veriler üstünde düşünen, insan ve insanlık sorununu konu edinen ve insanın varlık yapısıyla varlık bütünü içindeki yerini araştıran felsefedir.
Bilimsel alanda yapılan ilk deneyler, özellikle Köhler’in ve Pavlov’un hayvanlar üzerinde yaptıkları deneysel çalışmalar, insanla hayvan arasında sadece bir derece farkını meydana koyuyordu. Bu çalışmalar Darwin kuramına dayanıyorlardı. Metafizik felsefe, Alman düşünürü Max Scheler’le bunu bir nitelik farkına dönüştürmeye çalıştı. Scheler, insanda bulunup da hayvanda bulunmayan bu niteliğe geist adını veriyor ve onu saf bir etkinlik olarak tanımlıyordu. Scheler, insan ne madde ne de ruhtur, diyordu: Düşünce-ruh insanla başlamıştır, insandan önce yoktu ki insanı meydana getirsin. Madde insandan önce de vardı, insana özgü bir şey değildir ki insanı meydana getirsin. İnsana özgü olan ve insandan başka hiçbir varlıkta bulunmayan, bundan ötürü de insanı meydana getiren tek şey geist’tir. Scheler, geist’in ne olduğunu açıklamak için metafizik felsefeye özgü bir tanım verir: Geist, us’u, ide bilincini, kendiliğindenliğe yönelen bir algıyı ve heyecan etkinliklerini kapsayan bir ilkedir. İnsanlaşmayı sağlayan geist, evrimsel bir gelişme sonunda meydana gelmiş değildir. Çünkü evrimsel gelişme doğaya uygun bir doğrultuda yol alır, oysa geist doğaya karşıt bir yapıdır. Ama bu karşıtlık, bir kavga anlamında değildir. Doğayla geist arasında, geist’in ustalıkla düzenlediği bir ilgi vardır ki bu ilgi geist’in yararına işler. Geist, doğayla çatışmadan, doğayı yener. Geist bir zekâ gücü de değildir, çünkü zekâ geist’in kapsadığı pek geniş alanın küçük bir parçasıdır. Hayvansan beyin sonsuza kadar gelişerek insan zekâsını aşsa da geist’i doğuramaz. Çünkü geist, hayvansal bir gelişme değil, özdeksel gelişmelerin pek özel olarak birbirlerini etkilemeleri sonunda beliren ve belirmesi pek özel koşullara bağlı olan bir düzen aktıdır. Geist, bir özdek olmadığı gibi, bir ruh da değildir. Çünkü biz bütün ruhsal olayları nesne hâline getirip inceleyebiliriz ama geistimizi, başka bir geistimiz olmadığından, nesne haline getirip inceleyemeyiz.
Alman düşünürü Arnold Gehlen, Max Scheler’in bu metafiziğini yaşambilim alanına aktarmıştır. Gehlen, Hollandalı bilgin Louis Bolk’un gecikme kuramını geliştirerek, insanın bütün hayvanlar arasında en geç gelişen varlık olduğunu ve birçok eksiklikler taşıdığını, sonuç olarak da bu eksiklikleri tamamlamak yeteneğini oluşturarak insanlaştığını ileri sürmüştür. Gehlen’e göre de insanla hayvan arasında, bir derece farkı değil, bir nitelik farkı vardır. İnsanda bir hayvanlık vardır ama insan denilen varlık bu hayvanlığın sınırını aştıktan sonra başlar. Alman düşünürü Nicolai Hartmann da insanbilimini varlıkbilimsel temellere dayamıştır. Hartmann, doğrudan doğruya, insan başarılarını inceler. Hartmann’a göre bu başarılar, teknik, sanat, ahlâk, din vb. ile gerçekleşir. Bu başarılar, insanla hayvan arasında, bir derece farkının değil bir nitelik farkının varlığını gösterir bizlere. Bunu görmek için insan, bütünsel bir varlık olarak ele alınmalıdır.
Friedrich Nietzsche’ye gelirsek eğer, o da, evrimsel doğallaşmanın insanla durduğunu ve artık bundan sonra daha çok doğallaşmak gerekmeyeceğini ileri süren Friedrich Hegel’e karşı evrimin insanüstüne yöneldiğini savunmuştur. Maymuna karşı insan neyse, insana karşı insanüstü odur, der ve Zerdüşt Böyle Dedi adlı yapıtında bu deyimini şöyle açıklar: “Siz solucandan insana kadar yol aldınız ve içinizde birçok şey hâlâ solucandır. Ben size insanüstünü öğretiyorum. İnsan, aşılması gereken bir olgudur. Onu yenin ve yeryüzünün amacı olan insanüstüne yönelin. Yeryüzüne bağlı kalın ve size öte dünya umutlarından söz edenlere kanmayın. Tanrı ölmüştür.”
Kökleri Fichte’de bulunan bu felsefe, olumsuz yönlerinin gelişmesiyle varoluşçuluk vb. gibi çağdaş düşünce akımlarını meydana getirmekten başka, sonunda Alman Nasyonel Sosyalizm’ini doğurmuştur. Fakat bu büyük bir talihsizliktir çünkü Nietzsche’nin felsefesi hem yanlış anlaşılıp çarpıtılmış ve hem de Adolf Hitler hayranı olan kız kardeşi Elizabeth Forster’ın tahrifat gazabına uğramıştır. Nietzsche, zihinsel yetilerini yitirdiğinde kız kardeşi eserleri üzerinde çalışmalar yapmıştır. Sonraları Walter Kaufmann, Elizabeth Forster’ın yaptığı bu yanlı eklentileri fark ederek, kitabı gerçek haliyle hazırlayacak ve yayınlayacaktı. Günümüzde Manzino Montinari gibi araştırmacılar el yazıları üzerinde çalışmalar yaparak tahrifatı kaldırmaya çalışıyorlar.
Hintli eski felsefe hocası Bhagwan Shree Rajneesh Osho bu konu hakkında şöyle der: “Adolf Hitler öylesine basit bir insandı ki Nietzsche’nin anlamını kavramış olabilmesi olanaksız; ama onun felsefesinin Mesihliğine soyundu ve o basitliğinin doğrultusunda yorumlar yaptı. Yorum yapmakla da kalmayıp bunları eyleme döktü ve bunun sonucunda ikinci dünya savaşı patlak verdi. Nietzsche güç isteminden söz ederken, bunun hakim olma isteğiyle hiç ilgisi yoktur. Ama nazilerin ona yüklediği anlam budur. Güç istemi, hükmetme isteğiyle taban tabana zıttır. Hükmetme isteği aşağılık kompleksinden ileri gelir. Kişi kendine, onlardan aşağı değil üstün olduğunu kanıtlayabilmek için diğerlerine hükmetmek ister. Ama bunu kanıtlaması gereklidir. Kanıt olmazsa onların altında kalacağını bilir; bu yüzden bunu saklayacak birçok kanıta ihtiyacı vardır. Gerçekten üstün olan kişinin kanıta ihtiyacı yoktur, o zaten üstündür.”
Osho sözlerine son olarak şöyle devam eder: “Benim hissime göre Nietzsche hiçbir zaman delirmedi. Yalnızca kendi zamanının fazla ilerisindeydi, fazla içten ve doğrucuydu. Delirmediğinin kanıtı da tımarhanede yazdığı son kitabı olan Güç İstemi’dir.”
Konumuzu toparlarsak, işte maalesef insan felsefesindeki derin ve erdemli anlatımlar kolay anlaşılıp hazım edilemediğinden kolaylıkla yanlış anlaşılıp yanlış görüşlere alet olabiliyorlar.
İnsan felsefesi için çok eski dönemlere bakarsak eğer Kinikler Okulu’nu görürüz. Bu okulu Atinalı Antisthenes kurmuştur. Kinikler için yaşamanın doğru sayılabilecek biricik anlam ve ereği erdemdir. Erdem deyince onlar, insanın içten tam bir bağımsızlığını, kendini belirlemede mutlak olarak özgür olmasını, kısaca: her türlü gereksemeye bağlılıktan insanın kendini kurtarmasını anlarlar. Kinikler aşırı bireycidirler. Onlar için erdem, yalnız en yüksek değer değil, biricik değerdir de, mutlu olmak için biricik araçtır. Erdem biricik değer, kötülük ise biricik kaçınılacak şeydir. Geri kalanların hepsi; sağlık, güzellik, zenginlik, lüks, şan ve şeref aldırış edilmeyecek, kayıtsız kalınacak şeylerdir. Bu görüşteki ana düşünce: İnsanı kendi kendine dayandırmaktır. Bilge kişi erdemli kişidir, yani kendi kendine yeten kişidir. İnsan felsefesinin özü kendini bilmektir. Kendini bilen kişi özne olmanın farkındalığı ile kendine yeten bir birey olur.
Filozof Arthur Schopenhauer şöyle der: “Benim felsefem sözgelimi bana beş kuruş bile kazandırmamıştır, ama beni bir sürü kayıp ve masraftan alıkoymuştur. Sıradan insan hayatının mutluluğunu kendi dışındaki şeylere, mala mülke, şana şöhrete, kadın ve çocuklara, dostlara, cemiyete ve benzerine bağlar, dolayısıyla bunları kaybettiği yahut hayal kırıklığına uğratıcı bulduğu zaman, mutluluğunun temeli çöker. Bir başka deyişle onun çekim merkezi kendi dışındadır.”
Schopenhauer sözlerini şöyle tamamlar: “Bir insan ne kadar kendisine ve kendisinde olana sahipse başkalarında o kadar az şey bulabilecektir; ve onların haz duydukları yüzlerce şey ona yavan ve yüzeysel gelecektir.”
Evet, insan bilen ve eyleyen bir varlıktır. Bu biliş kendini bilmekten geliyorsa, kendi düşüncelerinden geliyorsa yani dışsal ve taklit bilgisi değilse o zaman kişi bir özne olarak kendi kendine düşünme ve bir karara varma sorumluluğunu alıyor demektir. Bu sorumluluğu almak kişinin özgüvenini arttırır ve böylece kişi kendini tanıma yolculuğunda iç huzur sahibi olur. Gerçeği kendinde arar, bulur ve yaşar. Böylece dış dünyada yaşadığı kayıplarla sarsılmaz ve dış dünyanın ve dış dünya ile ilgilenenlerin yüzeyselliği içinde boğulmaz.
Kendini bilen insanın en büyük özelliği yaşamının tüm sorumluluğunu almasıdır. Yaşamının tüm sorumluluğunu alan kişi sorumluluğunu aldığı her şeye olan yaklaşımı ile gittikçe özne olmanın farkındalığını daha da arttırır ve çevresine de ışık olmaya başlar. Kendisi ile yüzleşen kişinin eylemleri de artık bu bilinçlilik doğrultusunda gerçekleşir. Eğer kişinin bilgisi artıyor ama kendisi ve eylemleri aynı kalıyorsa o kişi hem bilgisini içselleştirmiyor hem de korkuları ile yüzleşerek sorumluluk almıyor demektir. Sorumluluklarını almayan kararsız insan özne olamaz ve böylece kendi düşünceleri dışındaki düşüncelerin, fikirlerin taklitçisi olur ve başka insanlara bağımlı olur. Kendi kendine yetme erdeminden mahrum olur. Bundan mahrum olan dış dünyada bağımlısı olduğu şeyi kaybettiği anda bütün dünyası yıkılır ve kendi dengesini kaybeder. Böyle bir insan duyarlı değil duygusaldır. Kendini bilmek kendine hâkim olmak demektir. Kararlı olmaktır. Sorumluluğunu bilmek ve nitelikli iş yapmaktır. İnsanın özne olmasını, kendini bilmesini engelleyen şey arzular ve korkulardır. İçinde özne olmanın, gerçeği bulmanın kararlılığını taşıyan kişi korkuları ile yüzleşme cesaretini bir şekilde bulup erdem sahibi bir filozof olur. İnsan her an aksiyon halindeki bir varlıktır. Özne olanın her aksiyonu bilinçlice yapılır. Bu aksiyon fiziksel bir aksiyondan önce düşünsel, zihinsel bir aksiyondur. Düşünsel korkularımızla yüzleştikçe bilinçleniriz. Düşünsel korkularımız düşünmekten, sorgulamaktan korktuğumuz şeylere yönelmek, doğru ve yanlış diye hüküm verdiğimiz tüm yargılarımızı tekrardan gözden geçirmek yani tüm kalıplarımızdan, şartlanmalarımızdan kurtulmaktır. Şartlanmalarını terk eden özne eylemlerini arzularına göre değil farkındalığına göre oluşturur ve böylece özne şartlanmalarını terk ettiği gibi tabiatı da terk etmiş olur. Böylece kişinin özsaygısı daha belirginleşir. Kendisi ile barışık, özsaygısı olan kişi kendi kanaatlerini özgüvenle ortaya koyar; net, açık, anlayışlı ifadelerde ve eylemlerde bulunur.
Erasmus, Deliliğe Övgü adlı kitabında şöyle der: “Rica ederim, bana söyleyiniz, insan kendinden nefret ederse, birini sevebilir mi? Kendi kalbi ile barışık olmazsa başkaları ile iyi geçinebilir mi? Kendi varlığından canı sıkkın ve yorgun ise topluluğa hoşluk getirebilir mi? Özsaygı’nın yardımı olmaksızın, hayatta, yerinde ve istekle yapabileceğiniz herhangi genel ya da özel bir edim olur mu? İnsanın, ne ise onu olmaktan memnun olması, sahip olduğu şeylerle yetinmesi, saadetin en büyük kısmı değil midir?”
İşte Erasmus’un bu dediğini özsaygı sağlar. Özsaygı kişiye özne olma iradesini sağlar, böylece kişi korkuları ile yüzleşme cesaretine kavuşur.
Friedrich Nietzsche şöyle der: “Sevginizle yürümelisiniz size korku salanın üstüne.” Ve şöyle der: “Yalnızca eyleyen öğrenir.”
Oruç Aruoba da, Benlik adlı kitabında şunları söyler: “Belki önemli olan, kavramlara boşverip, eylemlere bakmak – düşünülecek bir şey değildir özgürlük; yapılacak bir şeydir.”
Özetle, insanbilim ve insan felsefesi, Bedia Akarsu’nun sözlüğünde dediği gibi, felsefenin bütünü olmak savındadır. Çünkü bütün felsefî sorular şu soruya geri götürebilir: İnsan nedir?
İşte bu sorunun yanıtını da ancak kendi kendimizi Herakleitos gibi araştırırsak ve kendimizi Sokrates gibi tanırsak bilebiliriz. Başkasının bilinçlenmesi ile biz bilinçlenmiş olmuyoruz. Bizim kendi sorumluluğumuzu üstlenmemiz şarttır. “İnsan nedir?” sorusunun cevabı burada gizlidir ve insan felsefesinin özü de budur.
Bilimsel alanda yapılan ilk deneyler, özellikle Köhler’in ve Pavlov’un hayvanlar üzerinde yaptıkları deneysel çalışmalar, insanla hayvan arasında sadece bir derece farkını meydana koyuyordu. Bu çalışmalar Darwin kuramına dayanıyorlardı. Metafizik felsefe, Alman düşünürü Max Scheler’le bunu bir nitelik farkına dönüştürmeye çalıştı. Scheler, insanda bulunup da hayvanda bulunmayan bu niteliğe geist adını veriyor ve onu saf bir etkinlik olarak tanımlıyordu. Scheler, insan ne madde ne de ruhtur, diyordu: Düşünce-ruh insanla başlamıştır, insandan önce yoktu ki insanı meydana getirsin. Madde insandan önce de vardı, insana özgü bir şey değildir ki insanı meydana getirsin. İnsana özgü olan ve insandan başka hiçbir varlıkta bulunmayan, bundan ötürü de insanı meydana getiren tek şey geist’tir. Scheler, geist’in ne olduğunu açıklamak için metafizik felsefeye özgü bir tanım verir: Geist, us’u, ide bilincini, kendiliğindenliğe yönelen bir algıyı ve heyecan etkinliklerini kapsayan bir ilkedir. İnsanlaşmayı sağlayan geist, evrimsel bir gelişme sonunda meydana gelmiş değildir. Çünkü evrimsel gelişme doğaya uygun bir doğrultuda yol alır, oysa geist doğaya karşıt bir yapıdır. Ama bu karşıtlık, bir kavga anlamında değildir. Doğayla geist arasında, geist’in ustalıkla düzenlediği bir ilgi vardır ki bu ilgi geist’in yararına işler. Geist, doğayla çatışmadan, doğayı yener. Geist bir zekâ gücü de değildir, çünkü zekâ geist’in kapsadığı pek geniş alanın küçük bir parçasıdır. Hayvansan beyin sonsuza kadar gelişerek insan zekâsını aşsa da geist’i doğuramaz. Çünkü geist, hayvansal bir gelişme değil, özdeksel gelişmelerin pek özel olarak birbirlerini etkilemeleri sonunda beliren ve belirmesi pek özel koşullara bağlı olan bir düzen aktıdır. Geist, bir özdek olmadığı gibi, bir ruh da değildir. Çünkü biz bütün ruhsal olayları nesne hâline getirip inceleyebiliriz ama geistimizi, başka bir geistimiz olmadığından, nesne haline getirip inceleyemeyiz.
Alman düşünürü Arnold Gehlen, Max Scheler’in bu metafiziğini yaşambilim alanına aktarmıştır. Gehlen, Hollandalı bilgin Louis Bolk’un gecikme kuramını geliştirerek, insanın bütün hayvanlar arasında en geç gelişen varlık olduğunu ve birçok eksiklikler taşıdığını, sonuç olarak da bu eksiklikleri tamamlamak yeteneğini oluşturarak insanlaştığını ileri sürmüştür. Gehlen’e göre de insanla hayvan arasında, bir derece farkı değil, bir nitelik farkı vardır. İnsanda bir hayvanlık vardır ama insan denilen varlık bu hayvanlığın sınırını aştıktan sonra başlar. Alman düşünürü Nicolai Hartmann da insanbilimini varlıkbilimsel temellere dayamıştır. Hartmann, doğrudan doğruya, insan başarılarını inceler. Hartmann’a göre bu başarılar, teknik, sanat, ahlâk, din vb. ile gerçekleşir. Bu başarılar, insanla hayvan arasında, bir derece farkının değil bir nitelik farkının varlığını gösterir bizlere. Bunu görmek için insan, bütünsel bir varlık olarak ele alınmalıdır.
Friedrich Nietzsche’ye gelirsek eğer, o da, evrimsel doğallaşmanın insanla durduğunu ve artık bundan sonra daha çok doğallaşmak gerekmeyeceğini ileri süren Friedrich Hegel’e karşı evrimin insanüstüne yöneldiğini savunmuştur. Maymuna karşı insan neyse, insana karşı insanüstü odur, der ve Zerdüşt Böyle Dedi adlı yapıtında bu deyimini şöyle açıklar: “Siz solucandan insana kadar yol aldınız ve içinizde birçok şey hâlâ solucandır. Ben size insanüstünü öğretiyorum. İnsan, aşılması gereken bir olgudur. Onu yenin ve yeryüzünün amacı olan insanüstüne yönelin. Yeryüzüne bağlı kalın ve size öte dünya umutlarından söz edenlere kanmayın. Tanrı ölmüştür.”
Kökleri Fichte’de bulunan bu felsefe, olumsuz yönlerinin gelişmesiyle varoluşçuluk vb. gibi çağdaş düşünce akımlarını meydana getirmekten başka, sonunda Alman Nasyonel Sosyalizm’ini doğurmuştur. Fakat bu büyük bir talihsizliktir çünkü Nietzsche’nin felsefesi hem yanlış anlaşılıp çarpıtılmış ve hem de Adolf Hitler hayranı olan kız kardeşi Elizabeth Forster’ın tahrifat gazabına uğramıştır. Nietzsche, zihinsel yetilerini yitirdiğinde kız kardeşi eserleri üzerinde çalışmalar yapmıştır. Sonraları Walter Kaufmann, Elizabeth Forster’ın yaptığı bu yanlı eklentileri fark ederek, kitabı gerçek haliyle hazırlayacak ve yayınlayacaktı. Günümüzde Manzino Montinari gibi araştırmacılar el yazıları üzerinde çalışmalar yaparak tahrifatı kaldırmaya çalışıyorlar.
Hintli eski felsefe hocası Bhagwan Shree Rajneesh Osho bu konu hakkında şöyle der: “Adolf Hitler öylesine basit bir insandı ki Nietzsche’nin anlamını kavramış olabilmesi olanaksız; ama onun felsefesinin Mesihliğine soyundu ve o basitliğinin doğrultusunda yorumlar yaptı. Yorum yapmakla da kalmayıp bunları eyleme döktü ve bunun sonucunda ikinci dünya savaşı patlak verdi. Nietzsche güç isteminden söz ederken, bunun hakim olma isteğiyle hiç ilgisi yoktur. Ama nazilerin ona yüklediği anlam budur. Güç istemi, hükmetme isteğiyle taban tabana zıttır. Hükmetme isteği aşağılık kompleksinden ileri gelir. Kişi kendine, onlardan aşağı değil üstün olduğunu kanıtlayabilmek için diğerlerine hükmetmek ister. Ama bunu kanıtlaması gereklidir. Kanıt olmazsa onların altında kalacağını bilir; bu yüzden bunu saklayacak birçok kanıta ihtiyacı vardır. Gerçekten üstün olan kişinin kanıta ihtiyacı yoktur, o zaten üstündür.”
Osho sözlerine son olarak şöyle devam eder: “Benim hissime göre Nietzsche hiçbir zaman delirmedi. Yalnızca kendi zamanının fazla ilerisindeydi, fazla içten ve doğrucuydu. Delirmediğinin kanıtı da tımarhanede yazdığı son kitabı olan Güç İstemi’dir.”
Konumuzu toparlarsak, işte maalesef insan felsefesindeki derin ve erdemli anlatımlar kolay anlaşılıp hazım edilemediğinden kolaylıkla yanlış anlaşılıp yanlış görüşlere alet olabiliyorlar.
İnsan felsefesi için çok eski dönemlere bakarsak eğer Kinikler Okulu’nu görürüz. Bu okulu Atinalı Antisthenes kurmuştur. Kinikler için yaşamanın doğru sayılabilecek biricik anlam ve ereği erdemdir. Erdem deyince onlar, insanın içten tam bir bağımsızlığını, kendini belirlemede mutlak olarak özgür olmasını, kısaca: her türlü gereksemeye bağlılıktan insanın kendini kurtarmasını anlarlar. Kinikler aşırı bireycidirler. Onlar için erdem, yalnız en yüksek değer değil, biricik değerdir de, mutlu olmak için biricik araçtır. Erdem biricik değer, kötülük ise biricik kaçınılacak şeydir. Geri kalanların hepsi; sağlık, güzellik, zenginlik, lüks, şan ve şeref aldırış edilmeyecek, kayıtsız kalınacak şeylerdir. Bu görüşteki ana düşünce: İnsanı kendi kendine dayandırmaktır. Bilge kişi erdemli kişidir, yani kendi kendine yeten kişidir. İnsan felsefesinin özü kendini bilmektir. Kendini bilen kişi özne olmanın farkındalığı ile kendine yeten bir birey olur.
Filozof Arthur Schopenhauer şöyle der: “Benim felsefem sözgelimi bana beş kuruş bile kazandırmamıştır, ama beni bir sürü kayıp ve masraftan alıkoymuştur. Sıradan insan hayatının mutluluğunu kendi dışındaki şeylere, mala mülke, şana şöhrete, kadın ve çocuklara, dostlara, cemiyete ve benzerine bağlar, dolayısıyla bunları kaybettiği yahut hayal kırıklığına uğratıcı bulduğu zaman, mutluluğunun temeli çöker. Bir başka deyişle onun çekim merkezi kendi dışındadır.”
Schopenhauer sözlerini şöyle tamamlar: “Bir insan ne kadar kendisine ve kendisinde olana sahipse başkalarında o kadar az şey bulabilecektir; ve onların haz duydukları yüzlerce şey ona yavan ve yüzeysel gelecektir.”
Evet, insan bilen ve eyleyen bir varlıktır. Bu biliş kendini bilmekten geliyorsa, kendi düşüncelerinden geliyorsa yani dışsal ve taklit bilgisi değilse o zaman kişi bir özne olarak kendi kendine düşünme ve bir karara varma sorumluluğunu alıyor demektir. Bu sorumluluğu almak kişinin özgüvenini arttırır ve böylece kişi kendini tanıma yolculuğunda iç huzur sahibi olur. Gerçeği kendinde arar, bulur ve yaşar. Böylece dış dünyada yaşadığı kayıplarla sarsılmaz ve dış dünyanın ve dış dünya ile ilgilenenlerin yüzeyselliği içinde boğulmaz.
Kendini bilen insanın en büyük özelliği yaşamının tüm sorumluluğunu almasıdır. Yaşamının tüm sorumluluğunu alan kişi sorumluluğunu aldığı her şeye olan yaklaşımı ile gittikçe özne olmanın farkındalığını daha da arttırır ve çevresine de ışık olmaya başlar. Kendisi ile yüzleşen kişinin eylemleri de artık bu bilinçlilik doğrultusunda gerçekleşir. Eğer kişinin bilgisi artıyor ama kendisi ve eylemleri aynı kalıyorsa o kişi hem bilgisini içselleştirmiyor hem de korkuları ile yüzleşerek sorumluluk almıyor demektir. Sorumluluklarını almayan kararsız insan özne olamaz ve böylece kendi düşünceleri dışındaki düşüncelerin, fikirlerin taklitçisi olur ve başka insanlara bağımlı olur. Kendi kendine yetme erdeminden mahrum olur. Bundan mahrum olan dış dünyada bağımlısı olduğu şeyi kaybettiği anda bütün dünyası yıkılır ve kendi dengesini kaybeder. Böyle bir insan duyarlı değil duygusaldır. Kendini bilmek kendine hâkim olmak demektir. Kararlı olmaktır. Sorumluluğunu bilmek ve nitelikli iş yapmaktır. İnsanın özne olmasını, kendini bilmesini engelleyen şey arzular ve korkulardır. İçinde özne olmanın, gerçeği bulmanın kararlılığını taşıyan kişi korkuları ile yüzleşme cesaretini bir şekilde bulup erdem sahibi bir filozof olur. İnsan her an aksiyon halindeki bir varlıktır. Özne olanın her aksiyonu bilinçlice yapılır. Bu aksiyon fiziksel bir aksiyondan önce düşünsel, zihinsel bir aksiyondur. Düşünsel korkularımızla yüzleştikçe bilinçleniriz. Düşünsel korkularımız düşünmekten, sorgulamaktan korktuğumuz şeylere yönelmek, doğru ve yanlış diye hüküm verdiğimiz tüm yargılarımızı tekrardan gözden geçirmek yani tüm kalıplarımızdan, şartlanmalarımızdan kurtulmaktır. Şartlanmalarını terk eden özne eylemlerini arzularına göre değil farkındalığına göre oluşturur ve böylece özne şartlanmalarını terk ettiği gibi tabiatı da terk etmiş olur. Böylece kişinin özsaygısı daha belirginleşir. Kendisi ile barışık, özsaygısı olan kişi kendi kanaatlerini özgüvenle ortaya koyar; net, açık, anlayışlı ifadelerde ve eylemlerde bulunur.
Erasmus, Deliliğe Övgü adlı kitabında şöyle der: “Rica ederim, bana söyleyiniz, insan kendinden nefret ederse, birini sevebilir mi? Kendi kalbi ile barışık olmazsa başkaları ile iyi geçinebilir mi? Kendi varlığından canı sıkkın ve yorgun ise topluluğa hoşluk getirebilir mi? Özsaygı’nın yardımı olmaksızın, hayatta, yerinde ve istekle yapabileceğiniz herhangi genel ya da özel bir edim olur mu? İnsanın, ne ise onu olmaktan memnun olması, sahip olduğu şeylerle yetinmesi, saadetin en büyük kısmı değil midir?”
İşte Erasmus’un bu dediğini özsaygı sağlar. Özsaygı kişiye özne olma iradesini sağlar, böylece kişi korkuları ile yüzleşme cesaretine kavuşur.
Friedrich Nietzsche şöyle der: “Sevginizle yürümelisiniz size korku salanın üstüne.” Ve şöyle der: “Yalnızca eyleyen öğrenir.”
Oruç Aruoba da, Benlik adlı kitabında şunları söyler: “Belki önemli olan, kavramlara boşverip, eylemlere bakmak – düşünülecek bir şey değildir özgürlük; yapılacak bir şeydir.”
Özetle, insanbilim ve insan felsefesi, Bedia Akarsu’nun sözlüğünde dediği gibi, felsefenin bütünü olmak savındadır. Çünkü bütün felsefî sorular şu soruya geri götürebilir: İnsan nedir?
İşte bu sorunun yanıtını da ancak kendi kendimizi Herakleitos gibi araştırırsak ve kendimizi Sokrates gibi tanırsak bilebiliriz. Başkasının bilinçlenmesi ile biz bilinçlenmiş olmuyoruz. Bizim kendi sorumluluğumuzu üstlenmemiz şarttır. “İnsan nedir?” sorusunun cevabı burada gizlidir ve insan felsefesinin özü de budur.