Islam Fikıh Ansiklopedisi

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Z1rT
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
İŞVEREN
Bir işin sahipliği ve sermaye gücünü elinde tutan kimse. Emeğini ortaya koyarak çalışan işçi kesimini idare eden ve onların çalışacağı iş düzenini belirleyen.

Işveren ve işçi ayırımının ortaya çıkışı, iktisadî faaliyetin büyük hacimde yapılmaya başladığı dönemlere has bir durumdur. Özellikle de Batı'ya has bir terimdir. Bilhassa Kapitalist felsefenin ortaya çıkışı sayıları XIX. asır da, işçi belirli kişilere bağımlı olarak çalışan ve sadece ücret alan kişidir. Işçinin varlığı, işi yapabilecek durumda olduğu ve işverenle anlaşması halinde mümkündür. Yani işveren, işçi karşısında son derece yetkili ve üstün bir mevkidedir. Hükümetlerin bile müdahale edemeyeceği bir mevkide olan kapıtalist müteşebbis, bu üstün mevkişi dolayısıyla işçiler için haksız bir çalışma ortamını hazırlamakla büyük toplumsal hadiselerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Batı'da özellikle eski ve orta çağların işçi-patron münasebetleri hemen hemen işçi ve patronun karşılıklı güven ve sadakat esasları dahilinde devam etmiştir. Çalışanlara karşı zulüm ve haksızlıklar, kişilere bağlı bir şekilde sürüp gitmiştir. Fakat Kapıtalizm çağı münasebetleri bambaşka bir şekle girmiştir. Bir kere, iktisadi ve sosyal hayatta olduğu gibi, burada da ferdiyetçi prensip hakimdir Bir işçi kapitalist işletmeye iştirak edince, yalnız iş ve vazifesi bakımından değerlenmiştir. Ona işletmedeki vazifesi dışında bir kıymet atfedilmemiştir. işçi, vazifesini bitirdikten sonra, patronun ilgisi dışına çıkmaktadır. Kapitalist işletmedeki işçi-patron münasebetlerini izah eden en açık görüşü meşhur Amerikan sanayıcisi Ford ortaya koymuştur. Ona göre bir işletmede el ele vererek çalışmak için birbirini sevmeğe, şahsî temasa lüzum yoktur. Işçiler vazifelerini bitirince evlerine giderler. Ferdî şahsî hayatlarını istedikleri gibi kurar ve geçirirler. Nihayet bir fabrika bir salon değildir. Modern sanayide sadakat ve güvene dayalı bir işbirliğine yer yoktur. Zaten modern sanayinin meslek hayatında, insan unsurundan fazla birşey beklenememektedir (Tahir Çağatay, Kapıtalist Içtimai Nizam ve Bugünkü Durumu, Istanbul 1975, s.122)

Sanayileşme ile birlikte, sanayı işletmelerinin yönetimi de günümüze kadar aktüalitesini muhafaza eden en önemli konulardan biri olarak belirmiştir. Aslında XIX. yüzyıl işletme ve teşebbüslerinde yönetimin tek başına kapıtal sahiplerinin elinde toplandığı görülmektedir. Bu teşebbüslerde istihdam edilen işçiler ise ölü sermaye gibi üretim araçlarının sahibi olan kapıtal sahiplerinin irade ve emirlerine terkedilmiş bulunmaktadırlar. Sanayı Kapıtalizminin bu ilk safhalarında, kapıtal sahibi yöneticilerin, iradelerini hudutsuz ve kayıtsız olarak sürdürebildikleri bir gerçektir. Ancak bu durumun bütün ileri sanayı cemiyetlerinde, az ya da çok, aşıldığı, kanunî düzenlemelere tabi olarak çalışan işletme ve teşebbüs devrının başladığı görülmektedir.

Bu durumda yönetim, ücretli profesyonel yöneticilere devredilmiş ve sahiplik ya da sermayedarlık ile yöneticilik birbirinden ayrılmıştır. Sanayi devriminin beraberinde getirdiği yeni teknoloji, sermaye ihtiyacının artmasına ve sermaye maliyetlerinin yükselmesine yol açmıştır. Büyük sermayeleri kendi kaynaklarından sağlayamayan müteşebbisler sermaye şirketleri ve birleşme yoluyla sermayelerini arttırmışlardır. Ancak bu yol, işletme sahipliği ile yönetimin aynı ellerde toplanmasına sebep teşkil etmiştir. Ayrıca büyüklüğün de tesiriyle, örgütlerin yönetici ihtiyacı artmış, bütün bu gelişmeler sonucu olarak yöneticiler sınıfı oluşmaya başlamıştır.

Kapıtalizmin bu yeni üretim tekniği ve sürüm anlayışı, eski sanayı şekli ve sistemlerinden hemen tamamıyle ayrı bir yol tutmuştur. Bu düzende ekonomik hayat kapıtalist teçhizata ve zihniyete sahip teşebbüs erbabı tarafından sevk ve idare edilmektedir. Bunlar üretim vasıtaları, kapıtal techizatı ve işgüçleri üzerinde tasarruf hakimiyete sahiptirler. Bu nizamda küçük sanat erbabının ve feodal zümrenin ekonomik hayatın sevk ve idaresindeki rolleri son derece gerilemiş veya hiç kalmamıştır. Teşebbüs bizzat hissedarlar tarafından değil, fakat onların tayın ettiği ve teşebbüste hisse sahibi olmayan uzman kişiler tarafından yönetilmeğe başlanmıştır. Bu süretle işletme ve teşebbüslerde yönetimin tek başına kapıtal sahiplerinin elinde toplanması sistemi artık terkedilmiş bulunmaktadır (Orhan Tuna, Nevzat Yalçıntaş Sosyal Siyaset, Istanbul 1981, s. 101-102).

Kapıtalist döneme has yönetim felsefesi, çalışanlar üzerinde ters bir tepki meydana getirmiş ve onları kendi haklarını koruma yolunda bir birleşme ve teşkılatlanma noktasına ***ürmüştür işveren zümreşinin kendi menfaatini sürekli düşünür olması, işçilerin de menfaatleri doğrultusunda bir mücadele içerisine girmesini sonuçlandırmıştır. Avrupa ülkeleri ve Amerika'da bu münasebetle büyük huzursuzluklar ve çatışmalar çıkmıştır. Işçi ve işveren tarafları, birbirlerini düşmanca görerek çatışma içerisine girmeleri uzun yıllar devam etmiştir.

Işçi birlikleri, toplumun endüstrileşme durumuna eşit bir şekilde ortaya çıkmıştır. Tarihte çoğu bugün de görülebilen değişik türde sendika gruplaşmaları yer almıştır. Bu arada sendikacılığı geniş ve temel bir politik vasıta gibi kullanma çabası, gelişmekte olan ülkelerin siyaşı işlerinde hala önemli bir rol oynayabilmektedir.

Sendika ve şirket arasındaki güç durumu, çatışmanın yoğunluğunu belirlemektedir. Güç, dengeli olunca çatışma fazlalaşmakta; güç ayrılığı çok olunca, bu çatışma en aza inmektedir. Grevler, iş yavaşlatmaları ve iş durdurmaları, anlaşmazlıkları gidermenin militanca yollarıdır. Bununla birlikte, çoğu zaman endüstriyel anlaşmazlığa konu olan taraflar bu anlaşmazlığın daha az yıkıcı bir şekilde sonuçlanmasını arzu etmektedirler.

Batı hukuku çalışma hayatında ortaya "güçler" çıkarıp bu güçlerin çarpışma usul ve vasıtalarını tanzim ile meşgul olmasına karşılık, Islâm dinî "taraflar arasında muvazene" tesisi ile menfaatlerini birleştirmeye gayret etmiştir. Önemli olan, cemiyetin hayatında işsizliğe mani olma ve istihsalın devamını sağlamaktır. Bu hedefe doğru hareket edilerek, taraflar arasında mutlaka bir çözüm bulunacak, bir tarafın diğerini ezmesine müsaade edilmeyecektir.

Islâmiyet emeğe olduğu kadar sermayeye de değer vermiş; ikisinin bir arada tekâmül ve yardımlaşma halinde bulunmasını temin için gayret sarfetmiştir. Toplumun menfaati, Allah'ın hakları içinde yer alır (bk. Servet Armağan, Islâm Hukuku'nda Işçi Işveren Arasındaki Münasebetler, Sosyal Siyaset Konferansları, Istanbul 1982).

Işçinin hakları, Islâm hukukunda, üzerinde çok duruları bir konudur. Işçinin yaptığı iş karşılığında esasları mukavele ile belirtilen bir ücrete hakkıolduğu Islâm hukukçuları tarafından toplumlarda, işçi-işveren ilişkisini vurgulayan bir teferruatla anlatılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) Buhârî'den alınan bir hadisi şerif'te şöyle buyurmaktadır: "Ben kıyamette üç kişinin hasmıyım: Bana söz verip sonra sözünden dönen kimse; hür bir şahsı satıp, parasını yiyen ve bir işçiyi kiralayan, onu çalıştıran ve fakat ona ücretini ödemeyen kimse" (Buhârî, Büyû', 106, Icâre, 12, 15; Ibn Mâce, Ruhûn, 4).

Sermaye-emek çatışması Kapıtalist ülkelerde sürüp gitmektedir. Son yirmi yıl içerisinde işveren ve işçi örgütleri ile birlikte grev ve lokavtlar da sayıca artmış ve yaygınlaşmıştır.

Grev, emeğe daha iyi şartlar sağlamak amacıyla işi durdurma hakkıdır. Böyle olunca, grev yalnız üretici ve tüketiciyi değil, işçileri de etkilemektedir. Piyasada mal arzının düşmesinden ötürü fiyatlar artmakta; bu, tüketiciyi etkilemektedir. Üretime ara verilmesine yol açtığı için üreticiyi de etkilemektedir. Öte yandan grevden ötürü işi durdurmakla isçinin kendisi kayba uğramaktadır. (Ayrıca bk. Ecir, işçi maddeleri).

Grevin zıttı olan lokavt; işyerinin işçilerin alacakları kararlara baskı yapmak için, işveren tarafından kapatılması demektir. Lokavtla üretim durmakta ve işsızlık sorunu baş göstermektedir. Böylece grev ve lokavt sonucu, üretici ve tüketicinin çıkarları zedelenmekte ve bu durum, kestirilmesi güç bir çok sosyo-ekonomik tepkilerin ortaya çıkmasına yolaçmaktadır. Emekle sermaye arasında uzun boylu bir uzlaşma sağlamak için birçok girişimler yapılmış, ne var ki, Kapıtalist sistem bu konuda sağlam bir sonuca varmakta başarısızlığa uğramıştır.

Islâm toplumda sermayenin de, emeğin de varlığını tanımaktadır. Bu konuda Kur'an ve Sünnet'te saptanan temel ilke şudur: Emekçi, işini bağlılıkla ve tüm kabıliyetlerini harcayarak yapacaktır. işveren ise işçiye hizmetinin karşılığını tam olarak ödeyecektir. Gerçekte Islâm, meseleye manevî bir yön vererek, sermaye ile emek arasında kopmaz bir barış kurmaktadır. Bu husus, bugünkü emek-sermaye çatışmasının sebeplerini ve Islâmî emirleri analiz edince daha da aydınlanacaktır. Ekonomik ve psikolojik etkenler, bu tür endüstriyel rahatsızlıklar ve tedirginlik doğurmaktadır (bk. M. A. Mannan, Emek Sermaye ilişkisi, Istanbul 1972, s. 199).
 
İTİKÂD
Dini hükümler iki kısına ayrılır; fer'î amelî olanlar ve aslı; itikadi olanlar. İkinci kısım dini hükümler inanç esasları ile ilgilidir. Bu grup dinî inanışları isimleri anlatan itikat sonraları bu inançların bütününe ad olan akâid ile eş anlamlı kullanır olmuştur. Kelimenin manası üzerine kelâm ve mantık ilmi çerçevesinde çeşitli ihtilaflar mevcuttur. Ancak bu ihtilaflar aslı ilgilendiren meseleler değildir. Şu kadarının bilinmesi yeterlidir: itikat; meşhur olan manası ile aklî kesin hükümdür. Bu hüküm aklî olması dolayısı ile şüphe mahalli olabilir. Meşhur olmayan ikinci tarife göre; kesin veya tercih edilen aklî bir hükümdür. ilme istinat eder, şüphe ***ürmez. Bu mana bazen yakını bilgi ile de açıklanır (bk. Tehânevî, Keşşâf, II, 952).

İtikat terimi sonraki dönemlerde akâid ile eşanlamlı kullanıldığı için bütün inanç sistemlerini ifade eder. Her ne kadar günümüzde teorik çerçeve içerisinde disiplin hâline gelmiş mezhepleri anlatmak için (özellikle kelâmî) mezheplere atfen kullanılmaktadır. Hakikatte itikat daha geniş anlamları ihtiva eder. En geniş anlamıyla itikat; kişinin Allah, insan ve kâinat hakkındaki tasavvur ve telakkilerini kapsayan, olaylara bakış tarzını etkileyen düşüncedir. İslâm iman esasları bir müminin itikadı olduğu gibi Marksizm ve hümanizm de kendi mensuplarının itikadıdır (bk. iman mad.)

İslâm'da kelâmî mezhepler Maturidilik, Eşarilik ve Selefilik itikadı mezheplerdir.
 
İTİKÂF
Bir yerde bekleme, durma ve kendini orada hapsetme. Akıl bâliğ veya temyiz kudretine sahip bir müslümanın beş vakit namaz kılınan bir mescitte ibadet niyetiyle bir süre durması anlamında bir fıkıh terimi.

İtikâf, Kur'an ve sünnetle sabittir. Kur'an'da Ramazan ayının gecelerinden söz edilirken; "... Camilerde itikâfta iken de hanımlarınıza yaklaşmayın..." (el-Bakara, 2/ 187) buyurulur. Başka bir ayette itikâf ibadetinin daha önceki ümmetlerde de yapıldığına işaret edilir (bk. el-Bakara, 2/125). Hz. Peygamber'in özellikle Ramazan içinde ve Ramazanın son on gününde itikâf yaptığını bildiren çeşitli hadis-i şerifler vardır. Hz. Âîşe'nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Resulullah (s.a.s) Ramazan'ın son on gününde itikâf yaparlardı. Bu durum vefat zamanına kadar bu şekilde devam etmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber'in zevceleri itikâfı sürdürmüşlerdir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 67, 129; bk. Buhârî, İ'tikâf, 1-18; Ezân, 12, 135; Hayz 10; Müslim, İ'tikâf, 1-6; Ebû Dâvud, Ramazân, 3; Savm, 77).

Ebu Hanife'ye göre içinde beş vakit namaz kılman her mescidde itikâfta bulunmak caizdir. Ebu Hanife ve İmam Mâlik'e göre itikâfın nâfile olarak en azı bir gündür. Ebû Yusuf en az süreyi, bir günün yarıdan çoğu olarak belirlerken İmam Muhammed itikâf için bir saati de yeterli bulur.

Mesciddeki itikâf erkeklere mahsustur. Kadınlar evde mescit edindikleri bir yerde itikâfta bulunabilir (ez-Zebîdî, Tecrîd-i«Sarîh, Terc. Kamil Miras, Ankara 1984, VI, 323-326).
İTIKAF ÜÇE AYRILIR
a. Vacip olan itikâf: Adak olan itikâf vaciptir. Bu, en az bir gün olur ve gündüz oruçla geçirilir. Hz. Ömer, Resulullah (s.a.s)'den, "Cahiliyye devrinde Mescid-i Haram'da bir gece itikâfta bulunmayı adamıştım; ne yapayım" diye sormuş Resulullah (s.a.s); "Adağını yerine getir" buyurmuştur (Buhârı, i'tikâf, 16; Ahmed b. Hanbel, ll, 10).

b- Sünnet olan itikâf: Ramazan'ın son on gününde itikâfa girmek sünnettir. Hz. Âîşe'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) orucun farz kılınmasından ömrünün sonuna kadar Ramazan aylarının son on gününde itikâfa girmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 67, 129). Bir yerleşim merkezinde bulunan müslümanlardan birisi bu sünneti yerine getirirse, diğerleri üzerinden bu görev düşer. Bu duruma göre, her yerleşim birimi için itikâf sünnet-i kifâye hükmündedir. Bir kişinin bunu yapması o beldedeki diğer müslümanları sorumluluktan kurtardığı gibi Cenâb-ı Hakk'ın, itikâf yapanın ecrini diğer belde müslümanlarına da vereceği umulur.

c- Müstehab (mendub) olan itikâf: Vacip ve sünnet olan itikâfların dışında itikâfa girmek müstehabdır. Bunun belirli bir vakti yoktur. Hatta mescide giren kimse çıkıncaya kadar itikâfa niyet ederse orada kaldığı sürece itikâfta sayılır. Bu itikâfda oruç şart değildir. Bazı müctehidlerin, itikâf süresinin bir saat bile olabileceği görüsünde bulunduklarını yukarıda zikretmiştik.
İTİKÂFI BOZAN ŞEYLER
a- Cinsi ilişkide bulunmak. Kur'an-ı Kerimde; "Mescidlerde itikafa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın " (el-Bakara, 2/187) buyurulur. Öpmek ve kucaklamak gibi şeylerden dolayı inzal vaki olursa yine itikâf bozulur.

b- Herhangi bir ihtiyaç yokken mescidden dışarı çıkmak.

c- Bayılmak.

İtikâfa giren kimse mescidden ancak şer'î, zaruri ve tabiî ihtiyaçları için çıkabılir.

İtikâfa giren kimsenin bulunduğu mescidde cuma namazı kılınmıyorsa, cuma namazını kılmak üzere başka bir mescide gitmesi, küçük ve büyük abdest bozmak için mescidden dışarı çıkması tabiî bir ihtiyaçtır.

İçerisinde bulunduğu mescidden zorla çıkarılması ya da şahsı ve eşyası hakkında korkusu sebebiyle başka bir mescide taşınmak için çıkması ise zarûrî ihtiyaç sebebiyle çıkıştır.

Bunların dışında mescidden çıkmak itikâfı bozar. İtikâfda olan kimsenin yemesi, içmesi, uyuması ve ihtiyacı olan şeyleri satın alması mescidde olur (bk. İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984, II, 440 vd.; ez-Zebîdî, a.g.e., VI, 323 vd.; Mehmed Zihnî, Ni'met-i İslâm, İstanbul 1328, s. 98 vd.).
 
İTİKÂFIN ŞARTLARI
1- Niyet; Niyetsiz itikâf olmaz. Nezredilen itikâfda niyetin ayrıca dil ile ifade edilmesi gerekir.

2- Mescid: Erkeğin, itikafı cemaatle beş vakit namaz kılman mescidde olmalıdır. İtikâfın en faziletlisi Mescid-i Haram'da, sonra Mescid-i Nebevî'de ve sonra da Mescid-i Aksa'da olandır. Diğer mescidlerdeki fazilet cemaatin çokluğuna göre değişir.

3- Oruç: Daha önce de belirttiğimiz gibi vacip olan itikâf için oruç şarttır. Sünnet itikâf Ramazan ayında olduğu için zaten oruçlu bulunma şart vardır.

4- Temizlik: Kadınların hayız ve nifastan temiz olmaları gerekir. Cünüplük oruca mani olmadığı gibi, itikafı da bozmaz. itikâfa giren cami içinde iken ihtilâm olursa, dışarı çıkarak gusül abdesti alır ve yeniden itikâfa devam eder.

tikâfta erginlik çağına gelmiş olmak şart değildir. Bu nedenle mümeyyiz bir çocuğun itikâfı da geçerlidir.

Kadının itikâfa girebilmesi için kocasının iznini alması şarttır.

İtikâf sırasında kötü ve çirkin söz söylememek, Ramazanın son on gününü ve cemaatı kalabalık olan mescidi tercih etmek, itikâf günlerinde Kur'an, hadis, Allah'ı zikir ve ibadetle meşgul olmak ve temiz elbise giyip güzel kokular sürünmek itikâfın adabındandır.
İTİKÂFTAKİ KADININ YEMEK PİŞİRMESİ
Kadın itikafta iken kocası için yemek pişirebilir mi?

Konunun anlaşılabilmesi için şu bilgileri hatırlamamız gerekir.

1- Itikâfin mescidde yapılması şarttır. Buna göre, eğer kadın evinin bir köşesini mescid edinmemişse onun itikâfi da sahih olmaz.

2- Kadının itikâfı ancak kocanın izni ile sahih olur. Kocası kendisine itikâf için izin verdikten sonra artık ona engel olamaz. Çünkü zevceye verilen izin, onun menfaatlerini kendi mülküne vermek (temlik) demektir. Kadının da mülk edinme ehliyeti bulunduğu için bundan dönülemez.

3- Kadının itikâf adâması (böylece itikâfı kendisine vacip kılması) sahih ise de, bu adağını yerine getirmesi kocamın iznine bağlı bulunduğundan, izinsiz olarak itikâf adayan kadın kocası bundan engelleyebilir.

4- Bir ay itikâfa izin veren kocanınzevcesi aralıksız itikâf yapmak istediğinde kocası ona parça parça itikâf yapmasını emredebilir.

5- Itikâfa girenin yemesi, içmesi, uyuması, kendisi ya da çoluk çocuğu için muhtaç olduğu şeyi satın alması mescidde olur. Bunlar için çıkarsa itikafı bozulur.

6- Yukardaki biIgiler vacip olan.(yani adanmış, nezredilmiş bulunan) itikâflar içindir. Nafile itikâflarda hareket serbestisi biraz daha fazladır. Buna göre kocası kendisine "yemesini pişirme" şartı ile, izin veren, ya da nafile itikâfa girerken bu niyetle giren.kadın, çıkıp evinin yemeğini pişirebilir.

7- Yalnız gündüzleri itikefa niyet etmek de sahih olduğu için, böyle niyet eden bir kadın da geceleri (oruç tutulmayan saatler) çıkıp ev işlerini yapabilir. (Allah'u alem)
 
İTLÂF (BAŞKASININ HAKKINA TECAVÜZ VE ÖDEME DURUMU)
Yok etme, helâk etme. Bozmak ve tüketmek yakın anlamlı kelimelerdir. Bir şeyi örfe göre kendisinden yararlanılır olmaktan çıkarmak anlamında bir İslâm hukuku terimi. Meşhur İslâm hukukçusu el-Kâsânî (ö. 5 87/ 1191) , suçları , insanlara veya hayvanlara ve eşyaya karşı işlenenler olmak üzere ikiye ayrılır. Hayvan ve eşyaya karşı işlenenleri de gasb ve itlâf olmak üzere iki kısımda mütalaa eder (el-Kâsânı, Bedâyîu's-Sanâyi', VII, 164, 233).

İtlâf, tazmini gerekli kılan bir sebeptir. Çünkü başkasının hakkına tecavüz ve ona zarar vermektir. Ayette; "Kim sizin hakkınıza tecavüz ederse, siz de size yaptığı tecavüzün aynısıyla mukabele edin" (el-Bakara, 2/194) buyurulur. Hz. Peygamber de; "İslâm'da zarar ve zarara karşı zarar yoktur" buyurmuştur. Gaspta bile tazmin gerekince, malı telefte öncelikle gerekir. Çünkü bu, sırf hakka tecavüz ve zarar vermedir. Hatta başkasının malına zarar vermenin kasten ve hata yoluyla olması, telef edenin büluğ çağına ulaşıp ulaşmaması, temyiz kudretine sahip olup olmaması arasında bir fark yoktur. Bütün bu durumlarda tazmin gerektiği konusunda dört mezhebin görüş birliği vardır. Hatta uyuyan veya akıl hastası olan da mala verdiği zarardan sorumludur (ibn Nüceym, el-Esbâh, ve'n-Nezâir, I, 77; İbn Rüşd Bidâyetü'l Müctehid, II, 404 vd.; ibn Âbidîn, Reddu'l-Muhtâr, V, 378, 415).

Mal telefine dolaylı yoldan sebep olma İslâm hukukçuları arasında görüş ayrılığına neden olmuştur.

Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, kapı, pencere ve benzeri yerleri açık bırakarak malın çalınmasına sebep olan, bir hırsıza veya zalime yol göstererek veya hayvanın bağını çözerek mal telefine sebep olan kimse malı tazmin etmez. Çünkü mücerred olarak kapıyı açık bırakma, hayvanı serbest bırakma vb. fiiller her zaman doğrudan telefe sebep olmadığı için bunlara bir hüküm gerekmez. Mâlikî ve Hanbelilerde ise, bu kimseye tazmin gerekir. Bir kabın ağzını açık bırakmanın yol açtığı telefte de aynı hüküm uygulanır (el-Kâsânî, a.g.e, VII, 166; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 280; eş-Şîrâzî el-Mühezzeb, I, 374, 375; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuh, V, 741, 743).

Acı bir haber vermekten veya hâkimin gebe bir kadını davet etmesi yüzünden can telefi meydana gelse tazmin gerekmez. Çünkü sebep sonuç arasında bağlantı yoktur. Mal sahibinin malının başından uzaklaştırılması telefe yol açmışsa, eğer mal menkulse tazmin gerekir; gayrimenkulse gerekmez. İmam Muhammed'e göre ise, gayrimenkullerde de gasp ve telef hükümleri uygulanır (İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 223, VII, 834; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 192).

İtlâfta tazminin gerekmesi için şu şartların bulunması aranır:

l) Telef edilen şey mal olması gerekir. Bu yüzden ölü hayvanın, deri ve kanın, âdı toprağın tahrip edilmesi tazmini gerektirmez. Çünkü bunlar şer'an ve örfen mal değildir.

2) Malın, sahibine göre mütekavvim sayılması icab eder. Mütekavvim mal; darda kalmaksızın kendisinden yararlanmanın şer'an mübah olduğu maldır. Bu sebeple, müslümana ait şarap veya domuzun telefi hâlinde tazmin gerekmez. Telef edenin müslüman veya zimmî olması sonucu etkilemez. Çünkü bunlar müslüman hakkında mütekavvim malı değildir. Gayri müslime ait şarap veya domuza gelince; bunları telef eden müslüman olsun, başkası olsun tazmin eder.

3) Telefin devamlı bir zarar oluşturması gerekir. Mal eski hâline getirilebilirse tazmin gerekmez.

4) Telef edenin tazminin vücûbuna ehil olması gerekir. Meselâ, bir kimse kendi malını telef etse bir şey gerekmez.

5) Tazminden bir yarar olmalıdır. Harbînin malını telefte müslümana ve dâru'l-harpte müslümanın malını telefte harbı üzerine tazmin gerekmez. Çünkü bir belde hâkiminin, hükümlerini başka bir belde halkı üzerinde infaz etme yetki ve velayeti yoktur. Harbînin malı İslâm nazarında mübahtır. Bunu alan kimse gaspçı sayılmaz. Âdil, bâğinin (âsî); bâği, adilin malını tahrip etse tazmin gerekmez. Çünkü bunların birbiri üzerinde velâyet ve hükmetme yetkileri yoktur.

Başkasının malını dolaylı yoldan (tesebbüben) telefte tazminatın gerekmesi için telefin; hakka tecavüz yoluyla veya kasıtla olması gerekir. Meselâ, umumî yolda idarecilerden izinsiz bir çukur kazan ve çevresinde gerekli tedbirleri almayan kimse, bu kuyuya düşüp ölen bir hayvanı tazmin eder. Komşu arazının suyunu kesen ve mahsulün kurumasına sebep olan kimse de bunu öder. Ayrıca sebebin, sonucu, âdetlere göre araya başka bir sebep girmeksizin meydana getirmesi gerekir. Meselâ, izinsiz umumî yol üzerinde kazılan bir kuyuya bir hayranı üçüncü bir şahıs itse ve ölümüne sebep olsa, hayvanı, kuyuyu kazanın değil, onu o kuyuya itenin tazmin etmesi gerekir. Bir malın zaruret halinde tahribi veya tüketilmesi tazmine engel teşkil etmez. Telefte tazmin gaspta tazmin gibidir. Yani mal mislî ise misliyle; kıymeti ise kıymetiyle tazmin edilir (es-Serahsî, a.g.e., II, 53; el-Kâsânî, a.g.e., VII, 155, 157, 167 vd.; eş-Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 329 vd.; ez-Zühayli, el-Fıkhu'l-İslâm; ve Edilletüh, V, 745, 750).
İVAZ( KARŞILIK OLARAK VERİLEN ŞEY)
Bedel, karşılık, yerine geçen, satım veya mali konudaki başka bir akitte, taraflardan birisinin taahhüdüne karşılık, diğer tarafın vermek veya yapmak yükümlülüğünde olduğu şeyleri ifade eden bir İslâm hukuku terimi. Çoğulu "a'vaz" dır. Bir akit iki tarafa borç yüklüyorsa, buna "ivazlı akit" denir. Satım, kira ve sulh akdi gibi. Taraflardan birisine borç yüklüyor, diğer taraf borç yükü altına girmiyorsa, buna da "ivazsız (bilâ ivaz) akit" denir. Hibe, vasiyet, âriyet gibi.

Bir satım akdinde satıcı malı vermeyi borçlanırken, alıcı da, bu malın bedeli olan parayı ödemeyi üstlenmektedir. Burada mal ve bunun bedeli olan para karşılıklı ivaz'lardır. Hibe akdinde ise bir taraf, meselâ bir gayrimenkulünü karşı tarafa bağışlarken bir bedel talep etmediği için, akit ivaz'sız olarak yapılmaktadır.

Hibe akdi gerek İslâm hukukunda ve gerekse beşerî hukuklarda, kural olarak; bir mal veya ekonomik değeri olan bir şeyin karşılıksız ve meccânen temlikidir (Mecelle, mad. 833, 838; Türk B.K. m. 231/1; Velidedeoğlu, Türk Medenî Hukuku, İstanbul 1950, l, 39).

Ancak bu kuralın istisnası olarak, hibe edilenin kıymetine eşit veya daha fazla olmamak şartıyla ivaz'lı hibe de mümkün ve caiz görülmüştür. Çünkü günlük hayatta bağış yapılırken bazı şart ve yükümlülüklerin konulması veya küçük de olsa bir bedelin alınması bağışlayan için önemli olabilmektedir. Çok değerli bir gayrimenkulü "ölünceye kadar kendisine bakmak şartıyla bağışlamak" veya yüzmilyon lira değerindeki dairesini alıcıya yardım etmek amacıyla onmilyona satmak gibi.

Hanefîlere göre, ivazlı hibe, başlangıcı bakımından hibe ise de, sonucu itibarıyla satım akdinden ibarettir. Bu yüzden de caizdir. Hatta İmam Züfer'e göre bu çeşit hibe doğrudan satım akdi niteliğindedir (es-Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-1331, XII, 79; Sahnûn, el-Müdevvene, Kahire 1323-1324, XV, 79).

Şafiî ve Mâlikîlere göre de ivazlı hibe, satım akdi niteliğinde olup, taraflar için seçim hakkı bile doğurur (Mâlik, el-Muvatta', II, 128; Sahnûn, a.g.e., XV, 79).

İvazlı hibenin caiz olduğunu gösteren deliller hadis ve sahabe kavlidir. Abdullah b. Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber'e birisi bir deve hibe etmiş, O da karşılığında bir ödemede bulunduktan sonra, o kimseye razı oldun mu? diye sormuş, o şahıs, hayır, deyince, Hz. Peygamber, onu razı edinceye kadar, karşılık olan ivazı arttırmaya devam etmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 295; Abdurrazzâk, el-Musannef, IX, 105). Hz. Ömer de şöyle demiştir: "Yaptığı hibenin karşılığını bekleyen kimseye, ya bağışladığı şey geri verilmelidir, ya da karşılığı olan bir ıvaz ödenmelidir" (Abdurrazzâk, a.g.e., IX, 105).

Mecelle'nin 855 nci maddesinde; "İvaz şartı ile hibe sahih ve şart muteberdir" hükmü yer alır. Bu madde için şöyle bir örnek verilir: Bir kimse, mülkü olan bir akarı, ölünceye kadar kendisine bakmak şartıyla, birisine hibe ve teslim etse, bağışlanan bağışlayanı bakmaya razı iken, bağışlayan pişman olup, hibesinden vazgeçmekle o akarı geri alamaz. Burada borçlanma karşılıklı olduğu için, tek yanlı irade beyanıyla akdin bozulamayacağı belirtilmiştir.

Hibede, şart koşulan ivaz muayyen ve belirli olmadığı taktirde hibe akdi sahih, şart fâsit olur (Ö.N. Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve İstilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1949-1952, IV, 111). Şafiîler'e göre, şart koşulan ivaz belirli ise akit sahih ve satım akdi niteliğinde olur. ivaz şart koşulmuş fakat belirsiz bırakılmışsa akit batıl olur (Sâf î, el-Ümm, Mısır 1321-1325, VII, 105; Nevevî, Minhâcü't-Tâlibîn, Mısır, t.y., s. 72).

Türk Borçlar Hukukunda da, şartlı, mükellefiyetli veya küçük bir bedel karşılığında yapılacak "ivazlı hibe" geçerli sayılmıştır. Hibenin tarifinde yer alan; "bağışlamanın mukabıl bir ivaz taahhüt edilmeksizin yapılması gerekeceği" ifadeleri, genel kurallarla ilgilidir (bk. mad. 244/1). İvazlı hibe, kuralın istisnasıdır. Diğer yandan satım akdi ile ivazlı hibe arasında hükümleri ve sonuçları bakımından birtakım farklılıklar vardır (bk. AbdulKadir Şener, İslâm Hukukunda Hibe, Ankara 1984, s. 60-61).

Hanefîlere göre prensip olarak hibeden vazgeçmek caiz görülürken, yedi durumda artık bunun mümkün olmayacağı esası benimsenmiştir. Hibe edilen şey karşılığında bir ivazın verilmiş olması ve bağışlayanın da bu ivazı kabzetmiş bulunması rucûa engeldir (Diğer rucû engelleri için bk. Ebû Yusuf, el-Asâr, Kahire 1355, s. 163 vd.; el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi', Mısır 1327-1328, VI, 128-134; Mehmed Mevkufâtî, Mevkufât, Mülteka Tercemesi, İstanbul 1312- 1315, II, 138).
 
İYİLİK VE GÜZEL ŞEYLER İŞLEMEK
İyilik, hayırda genişlik, güzel davranış. Birr, müslümanların gerek kendi aralarında gerekse İslâm devletinin gayr-i müslim vatandaşlarına karşı güzellik ve adaletle davranmaları anlamında kullanıldığı gibi, Müslüman'ın Allah'a karşı olan görevlerini ifa ederken işlediği sâlih amellerin bütünü anlamına da gelmektedir. Birr takvanın kendisidir. Allah'ın emrine uyup, ilâhî mürakâbeyi yakînen kavramaktır. Tasavvuru, şuuru, ameli ve Allah'a yönelişi birleştirmek demektir. Ferdin ve toplumun vicdanına hükmeden tasavvur ile ferdin ve toplumun hayatını düzenleyen amel, Allah'ın istediği ölçüler dahilinde birleşirse işte o zaman birr gerçekleşir. Çünkü Kur'an genel olarak toplum hayatında hakkaniyet ve sevgiyi özellikle vurgulamaktadır. Yani başkalarına karşı hakkı gözetmek ve sevgi göstermek, Kur'an'ın insanlar için emridir. İşte bu, birr ile açıklanabilen geniş, bol ve sürekli olan bir hayırdır.

Be-r-ra', "iyilik etti, iyi davrandı, hayırda bol ve geniş oldu" demektir; kelime Kur'an'ı Kerîm'de bu anlamda değişik şekillerde kullanılmıştır:

"Allah sizi din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik ve adaletle davranmaktan alıkoymaz, Allah adaletle davr******rı sever" (el-Mümtehine, 60/8).

'Adele' fiilî ism-i fâilinin "adl" ve "âdil" şeklinde geldiği gibi "Berra" fiilinin ism-i faili hem "berr", hem de "bârr" olarak gelir. Adl, âdilden daha beliğ ve daha öte bir anlam ifade ediyorsa, berr de bârr'dan daha beliğ ve daha geniş bir anlam ifade eder. Berr öncelikle Hakk Teâlâ hakkında kullanılır.

"Biz bundan önce O'na dua ederdik; muhakkak O berr ve rahîm olandır" (et-Tûr, 52/28).

"Kul Rabbi'ne bol itaatte bulundu" anlamında kullanıldığı gibi, Allah'ın berr olması da kulun ibadetine karşılık çok fazla sevap vermesi demektir. Berr melekler hakkında da kullanılır ve çoğulu berara'dır. Berr'in Kur'an'da aynı zamanda insanlar, daha doğrusu peygamberler hakkında da kullanıldığını görüyoruz:

"(O Kur'an Allah katında) pek şerefli son derece yüksek ve tertemiz sahifelerdedir. Emrine itaatkâr değerli (kiramen berara) kâtiplerin ellerindedir. " (Abese, 80/13-16).

"(Yahya) anne-babasına berr idi, zorba ve isyankâr değildi " (Meryem, l9/14-15).

"(İsa): "Beni bulunduğum her yerde mübarek kıldı ve sağ olduğum sürece bana namaz ve zekât'ı emretti. Ve anneme karşı berr (kıldı) beni, zorba ve şakıy kılmadı beni". (Meryem, 19/31-32).

"Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla ve kötülüklerimizi ört ve bizi ebrarla (salih kimselerle) birlikte vefat ettir" (Âli İmrân, 3/193).

"Muhakkak ebrâr Naim'dedir" (el-İnfitar, 82/13).

Rasûl-i Ekrem'e "birr" nedir diye sorulduğunda şu ayet- kerimeyi okumuşlardır:

"Birr, yüzünüzü doğu ve batı yönüne çevirmeniz değildir fakat birr Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve nebilere iman eden, sevdiği halde malı yakınlara, yetimlere, miskinlere, yolda kalmışa, dilenenlere ve boyunduruk altındakilere infak eden, namazı kılan ve zekâtı veren, ahidleştiklerinde ahdini yerine getirenler, zorluk hali, zarar anları ve güçlük zamanında sabredenlerdir. Onlardır sâdık olanlar; ve onlardır müttaki olanlar" (el-Bakara, 2/117).

Ayette açık olduğu üzere, "birr" hem imanı, hem de aşağı yukarı bütün amelleri (nafilelere varıncaya değin) içine almaktadır. Bir diğer husus "birr"in şahıslaştırılmasıdır; yani ayet "birr"i amel olarak değil, bir kişi olarak sunmaktadır. Zaman zaman belirttiğimiz gibi, insan maddi gaflet örtüsünden sıyrıldığı zaman ameliyle özdeşleşir. Artık ona mümin yerine iman; muhsin yerine husn ve berr yerine birr diyebiliriz. Aynı zamanda o, âlim olmaktan ilm olmaya da geçer. İradesini Allah'ın iradesinde eriten ve ilâhî irade karşısında adeta bütünüyle edilgen duruma geçen insan, Allah'ın her yarattığı gibi güzel olur ve hayatıyla, kimliğiyle şahsiyetiyle bol bir hayr ve iyilik (birr) halini alır. Ayetten anlaşılan bir diğer husus birr'in "sıdk ve takva"yı da içine almasıdır. Birr konusunda gelen diğer ayetler, yukarıdaki kapsamlı ayetin bazı yönlerini açıklayıcı niteliktedir. Sözgelimi, malın zekâtını vermek farzdır; infak, farzı içine aldığı gibi fazlasını da kapsar. Kur'an duruma göre ihtiyaçtan arta kalanın infak edilmesini emreder (el-Bakara, 2/219); "Birr", infak ederken kişinin sevdiği şeyden vermesini içine alır.

"Sevdiğinizden infak etmedikçe birr'e erişemezsiniz.." (Âli İmrân, 3/92).

Evlere ancak kapılarından girilir. Arkalarından değil, önlerinden gelinir. Aynı şekilde, her emanet ehline verilir ve her şey ehlinden alınır. Sözgelimi, ilim ancak âlimden öğrenilir; yarı bilenden değil, bilinmeyince zikr ehline (o işi bilenlere) sorulur; ancak bu yollarla birr'e ulaşılabilir.

"Evlere arkalarından gelmeniz birr değildir, ancak birr ittika edendir; ve evlere kapılarından gelin, Allah'tan ittika edin. Umulur ki, felah bulasınız" (el-Bakara, 2/189).
İZÂLE-İ ŞÜYÛ (ORTAKLIĞI SONA ERDİRME )
Birden çok gerçek veya tüzel kişiler arasında ortak olan bir şeydeki ortaklığı giderme anlamında bir İslâm hukuku terimi.

Bir mal üzerindeki ortaklık, bu malı ya ortaklar arasında taksim ederek veya taksim mümkün olmazsa satışı yoluna gidilerek sona erdirilebilir.

Hanefîlere göre taksim cebrî ve rızâî olmak üzere ikiye ayrılır. Cebrî taksim; ortaklardan birisinin isteği üzerine hâkimin kur'a çekerek veya başka bir yolla ortak malı taksim etmesidir. Rızâî taksim; ortakların karşılıklı rıza ile yaptıkları taksimdir. Bu, diğer akitler gibi bir akit sayılır ve "taksim akdi" adını alır. Cebrî taksime "kazaen taksim" de denir. Bunlardan her biri ikiye ayrılır:

1) Müşterek mülkiyete çevirerek taksim (tefrik veya fert taksimi). İştirak halinde ortak olan bir malın, ortakların hisselerine göre taksim edilip, her cüz'ünde şâyi olan hisselerin, birer kısımda belirli hâle gelmesidir. Yarı yarıya ortak olan bir arsanın ikiye taksimi; iki veya üç kişi arasında ortak olan büyük bir evin, bunlardan herbirine ikide bir veya üçte bir kısmını vererek, mülklerini belirleme gibi. Bu, ölçü, tartı, ve standart olup sayıyla alınıp satılan ortak mallarda söz konusu olabilir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', VII, 19, 22; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, V, 184).

2) Toplayıp hisselere bölme (cem' taksimi). Aynı cins ortak mallar toplanarak, ortakların hisselerine göre kısımlara bölünür. Üç kişi arasında ortak olan otuz koyunun onar onar üçe taksimi gibi...

Bu, yalnız mislî mallarda caiz olur. Cinsleri farklı olan mallar bu şekilde taksim edilemez.

Karşılıklı rızaya dayanan taksimin şartları şunlardır:

a) Taksim yapacakların ehliyetli olması. Akıl yeterlidir. Bu nedenle akıl hastalan ve gayri mümeyyiz çocuklar mal taksimine ehil değildirler. Ancak mümeyyiz çocuk bu tasarrufu velisinin izniyle yapabilir.

b) Mülk veya velî olma. Taksimi ancak malın sahipleri veya bunların ehil olmaması hâlinde velileri yapabilir.

c) Ortak veya vekillerinin hazır bulunması. Rızaen taksimde, bir ortağın gıyabıda diğerleri taksim yapsa, bu geçerli olmaz. Ancak böyle bir taksimi hâkim yapmışsa geçerlidir.

d) Ortakların rızası, Rıza olmazsa taksim geçerli bulunmaz. Meselâ mirasçılar arasında vasisi olmayan küçük bir çocuk veya gaib (kayıp kimse) olsa; diğerleri mirası taksim etseler, bu geçersiz olur. Çünkü burada taksim, satım akdi gibidir (el-Kâsânî, a.g.e., VII, 19, 22, 24; İbn Âbidîn, a.g.e., V, 180).
 
Islâm, sosyal ilişkilerdeki usulleri (âdâb-i muâşeret) insan onuruna en yakışır biçimde, dünyasına da âhiretine de en yararlı tarzda açıklamış ve düzene koymuştur.

Kur'ân-ı Kerim, izin isteme konusunu iki ayrı yerde detaylıca anlatır:

"Ey in******r, evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyin. Eğer düşünürseniz bu sizin için daha iyidir." Eğer evde kimseyi bulamazsanız, yine de size izin verilmedikçe içeriye girmeyin. Size, dönün denirse dönün. Bu, sizi daha çok temize çıkarır. Allah yaptıklarınızı bilir. Içinde menfaatiniz bulunan boş evlere girmenizde bir sorumluluk yoktur. Allah açıga vurduğunuzuda gizlediğinizi de bilir". (Nûr (24) 27, 28184. Nûr (24) 58-59)

Bu âyetleri Efendimizin hadîsleriyle beraber düşünen tefsirciler; "Ev sahibinin görülmesini istemediği bir manzaraya ya da açık olabilecek avret bir yere gözü ilişmemesi ve muhtemel çok büyük fitnelere sebep olmamak için gidilen evin kapısını üç defa çalar, sırtını kapıya verir ve bekler. Açarsa selâm verir ve söyleyeceklerini söyler, açmazsa dördüncü defa çalmaz ve döner" demişlerdir. Bu konuda kadınlâ erkek eşittir. Çocuklar ise bununla sorumlu değillerdir. Ancak öğretilmeleri gerekir.

Bu konuda aynı sûrede daha sonra şu âyetler yer alır:

"Ey in******r, elleriniz altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginliğe ermemiş olan (çocuk) lar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuzda ve yatsı namazından sonra yanınıza gireceklerinde, üç defa izin istesinler. Bunlar sizin açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta, size de, onlara da bir sorumluluk yoktur. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah Bilen'dir. Hakîm'dir. Çocuklarınız erginlik çağına gelince, büyüklerinin istediği gibi, onlar da her defasında izin istesinler. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah Bilen'dir. Hakîm'dir.

Bu âyetlerde de ev halkının ve küçük ve büyük çocukların izin isteme niteliği açıklanır. Küçük çocuklar, karı kocanın soyunmuş olabileceği zamanlarda izin almadan onların yanlarına giremezler. Demek ki ergin olmasa dahi, birşeyler anlayabilecek çocuklar, anne-baba ile aynı odada yatmayacaktır.

Böyle küçük çocukların, anne-babanın soyunmuş olabilecekleri zamanlar dışında, izin almadan yanlarına girmelerinde bir sakınca yoktur. Ançak ergin çocuklar, izin konusunda büyükler gibidirler. Anne-babalarının, ya da bir başka kadının odasına her girmek istediklerinde izin isteyecekler üç kez kapıyı vurmalarına rağmen ses çıkmazsa döneceklerdir. Bu bir Islâmi edeptir, öğrenilmesi ve öğretilmesi gerelkir.

Girme, konusunda küçük çocukların da izin isteme gereği düşünülerek, ergin olmayan çocuk nasıl mükellef olur gibi bir soru akla gelebilir. Ancak bunuda hitap onlara değil büyükleredir. Büyüklerin bunu onlara öğretmeleri istenmiştir.
 
KABİR

Mezar, ölen kimsenin toprağa gömüldüğü yer. Çoğulu "kubûr" dur.

İnsan, ruh ve bedenden meydana gelen bir canlıdır. Ruhun yaratılışı bedenden öncedir. Buna göre insan hayatının devreleri dörde ayrılabilir. Birincisi, yaratıldığı zamandan bedene ruh üfleninceye kadar ruh devresi.

Kur'an-ı Kerîm'de ruhların topluca yaratılmasından sonra Cenâb-ı Hakk'ın ilk uyarı ve tebliği şöyle ifade edilir: "Hani Rabbin, Âdemoğullarından, onların sulhlerinden zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefislerine şahit tutmuş; ben sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar da; evet rabbimizsin, şahit olduk, demişlerdi. İşte bu şahitlendirme, kıyamet günü; bizim bundan haberimiz yoktu dememeniz içindi" (el-A'raf, 7/172). İkinci safha, dünya hayatıdır. Doğumla başlar, ölümle sona erer. Dünya hayatının amacı, kimin nasıl fiil ve hareketlerde bulunacağını denemek, sonuçları tesbit etmektir (bk. el-Mülk, 67/2, el-Bakara, 2/155). Üçüncü safha, kabir hayatı olup, ölümle başlar, kıyamet gününe kadar devam eder. Dördüncü safha ise, kıyametin kopmasıyla sonsuza kadar sürecek olan ahiret hayatıdır.

Kabir hayatı, bir bakıma ahiretin giriş kapısı ve başlangıcı sayılır. Ölen kimse, ister kabre defnedilsin, yırtıcı hayvanlarca parçalansın; ister ateşte yanıp külleri savrulsun ya da denizde kaybolsun, onun için kabir hayatı başlamış olur. Münker ve Nekir melekleri kabir sorgulamasını yapar. Rabbini, peygamberini ve dini sorar. Bu sorgudan sadece peygamberler ve çocuklar muaftır.

Ehl-i Sünnet inancına göre, kâfirlere ve bazı günahkâr müminlere kabir azabı vardır. Kabir, iman ve salih amel sahipleri için Cennet bahçelerinden bir bahçe; kâfirler için de Cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabir hayatının, azap şeklinin mahiyeti hakkında, âlimler ayrı görüşler ileri sürmüşlerdir. Azabın ruha, bedene veya her ikisine birlikte yapılması, sonucu değiştirmez. Çünkü salih amel sahibi insanlar kabirde güzel bir hayat yaşarken, kâfirler, büyük bir sıkıntı ve ızdırap içinde bulunacaklardır (Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, terc Şerafeddin Gölcük, İstanbul 1980, s. 235, 237: es-Sâbûnî, Mâtürîdî Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara 1979, s. 185; Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, s. 251; Tirmizi, Kıyâme, 26; Müslim, İman, 34; Ebû Dâvud, Tahâret, 26; Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, Beyrut 1972, III, 29).

Kabirdeki ölü cennetlik (said) bir kimse ise, onun ruhu Cennet'e gider, eğer günahkâr ve cehennemlik (şâkî) ise, Cehennem'in yanına gider. Bir kısım ruhlar da berzah'ta bulunurlar ki, burası ne Cennet ne de Cehennem'dir.

Bazı âlimlere göre, saidlerin rûhu Cennette olmakla birlikte kabirleriyle olan bağlantıları kesilmez. Bu irtibat özellikle cum'a gecesi ve gündüzü ile cumartesi gecesi güneş doğuncaya kadar, pek canlı bir şekilde devam eder. Saidlerin ruhları dünya haberlerini izleme imkânı bulabilirler Vefat edip yeni gelenlere dünyadan haber sorarlar. Kendilerini ziyarete gelenlerin selâmını duyarlar, hatta izin verilirse, selâma karşılık vermeleri de mümkündür (ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc. Kâmil Miras, Ankara 1985, IV, 504, 505)
 
Geri
Üst