Kayıp Uygarlık Atlantis İle İlgili Bütün Yazılar

Bermuda Şeytan Üçgeni’nin sırrı:

Atlantis’lilerin Atina’lılarla savaşı sırasında bugün “Bermuda Şeytan Üçgeni” diye anılan yerde birçok kristal batmıştı. Bunların birçok yüzü vardı ve golf topu büyüklüğünde idiler.

Kristaller, Atlantislilerin silahları ve enerji merkezleri için güç kaynağı idi.

Bunlarla güneş ışınları, güçlü lazer ışınlarına çevrilebiliyordu. İlk önceleri barışçı amaçlarla kullanılan bu kristaller zamanla silah olarak da kullanılmaya başlandı.

Karaipler’de batmasından 11.500 yıl geçtikten sonra bile bu kristaller halen etkilidir.

Güneş ışınları okyanus’un dibindeki bu bölgeye ulaştığı zaman, kristalleri yeniden fazilete geçirir. Bu kristaller aktive edildiği zaman, buradan çıkan güçlü ışınlarla temas eden gemi veya uçan derhal yok olur. Bu ışınların tahta üzerinde bir etkisi yoktur.

Bu ışınlara görünmez olduğu için “Kara Işın” adı verilir. Bu dünyanın en korkunç yok edici anti-madde ışınıdır. Atlantis’liler bu ışını düşmanları Atinalı’lara karşı kullanmışlardı. Renksiz kristal, gün boyunca güneş ışınlarından enerjiyi alıp, dolduktan sonra, aldığı enerjiyi dışarıya aktarmaya başlar. Bu kristaller hiçbir şekilde tahrip edilemez.
 
Zaman: Bilinmiyor (İÖ yaklaşık 9600?/1520? / efsane)
Yer: Akdeniz? / Atlas Okyanusu?

Dün kentinden ve hemşehrilerinden söz ettiğinde aklıma tekrarlamakta olduğum bir hikâye gelmişti ve senin, nasıl bir esrarengiz rastlantıyla Solon'un anlattıklarıyla harfiyen uyuştuğunu görmekle şaşırdığımı söylemiştim. PLATON, KRİTİAS, İÖ 4. YÜZYIL.

İnsanlığın Çok Eski çağlarının derinliklerindeki ve eski dünyanın tümüne hâkim olan büyük ve güçlü bir milletin akıl almayan bir felaket sonucunda neredeyse bir gece içinde sona ermiş olması insanları iki bin yıldır meşgul etmektedir. Burada büyük Atlantis ada milletinden söz ettiğimiz kuşkusuzdur.
 
ATLANTİS: EFSANENİN İÇERİĞİ

Atlantis'in doruk noktasına 11 bin yıl önce eriştiği söylenirse de, literatürde ortaya çıkışı ancak 2350 yıl önce, İÖ 359 ve 347 yılları arasıdır. Ülkenin adı Yunan filozofu Platon'un Sokrates ile öğrencileri arasındaki hayali konuşmalarının iki diyalogunda (Timaio ve Kritias) ortaya çıkar. Timaio diyalogunun başında Sokrates bir gün önceki "mükemmel" toplum konuşmasına değinir.

Platon burada uzun yıllar önce yazdığı en ünlü diyalogu olan Devlet'e atıfta bulunmaktadır. Platon, Sokrates'e Devlet'te sunulan mükemmel hükümetin unsurlarını saydırır: Zanaatkarlar ve çiftçiler askeriyeden ayrılacaktır, askerler merhametli olacak, atletizm ve müzik eğitimi alacak, komün halinde yaşayacak ve altına, gümüşe ya da herhangi bir özel mülke sahip olmayacaklardır.

Sokrates varsayımsal tartışmalardan bıkıp öğrencilerine uygulamalı felsefe denilebilecek bir ödev verir. Devlet'te vazedilen kavramlara göre yaşayan bir toplumu haklı bir savaşa sokarak mükemmelleştirmelerini söyler.

Hocasının önerisini yerine getiren Kritias şöyle der: "O halde, Sokrates, garip ama gerçekten doğru olan şu hikâyeyi dinle." Kritias bu hikâyeyi dedesinden (onun da adı Kritias'tır) dinlediğini söyler. Dedesi de babası Dropides'ten, o da Yunan bilgesi Solon'dan dinlemiştir. Solon ise İÖ 600 yılından hemen sonra bulunduğu Mısır'da Mısır rahiplerinden duymuştur. Böylece Platon'un kendi anlatımına göre Kritias'tâ iki yüz yıl önce ortaya atılmış bir hikâyeyi dolaylı olarak duymaktayız.

giz26.jpg
giz27.jpg


(Solda) Atlantis hikâyesinin özgün kaynağı olan Platon'un (İÖ 427-347) I. yüzyılda yapılmış mermer büstü. Platon, Timaio ve Kritias diyaloglarında Atlantis'i ortaya atmış ve toplumunu ayrıntılarıyla ele almıştır. (Sağda) Athanasius Kircher'in Atlantis haritası (1678). Platon'un da belirttiği gibi ülkeyi Herakles Sütunları'nın ötesine, Atlas Okyanusu'nun ortalarına yerleştirir. Kuzeyin aşağı tarafta olduğuna dikkat!
 
MÜKEMMEL DEVLET, ATİNADIR, ATLANTİS DEĞİL

Mısırlı rahipler Solon'a "bütün kentlerin en iyi yönetileni" olan eski Atina hakkında bir hikâye anlatmışlardı. Platon'un mükemmel devlet modeli işte zamanından 9300 yıl öncesinin bu eski Atina'sıdır. Rahipler Solon'a, eski Atinalılar'ın en büyük kahramanlık eylemini anlatırlar: Atinalılar "Avrupa'nın ve Asya'nın tümüne bir sefer açan büyük bir devleti" savaşta yenmişlerdir. Bu yayılmacı millet "Herakles Sütunları"nın ötesinden, Atlas Okyanusu'ndan gelmiştir. Ve bu büyük devletin adı Atlantis'ti.

Atlantis, ta Mısır'a kadar kuzey Afrika'nın tümünde egemendi. Ancak Kritias'ın söylediğine göre o savaşta Atinalılar tarafından yenilen Atlantis, tanrılar tarafından depremler ve sellerle ortadan kaldırılmıştı.

Kritias, Atlantis hikâyesini anlattıktan sonra Sokrates'e şöyle der: "Dün kentinden ve hemşehrilerinden söz ettiğinde aklıma tekrarlamakta olduğum bir hikâye gelmişti ve senin, nasıl bir esrarengiz rastlantıyla Solon'un anlattıklarıyla harfiyen uyuştuğunu görmekle şaşırdığımı söylemiştim."

giz28.jpg
giz29.jpg


(Solda) Girit'in doğusunda Zakros'taki Minos sarayından kristal bir vazo. Minoslular'ın sanat ve mimarideki gayet apaçık teknik gelişmişlikleri, bu etki uygarlık ile Platon'un diyaloglarında anlatılan aşırı gelişmiş Atlantis toplumu arasında ortak noktalar aranılmasına yöneltmiştir. (Sağda) İspanya'da bulunmuş ve İÖ 450 yıllarına ait olan "Elche Leydisi". Bazı aşırı kuramcılar bunun bir Atlantis rahibesi olduğunu iddia ederler.
 
ATLANTİS İÇİN TARİHİ BİR KAYNAK MI?

Platon, Atlantis ya da eski Atina tarifini gerçek tarihe mi dayandırmıştır, yoksa bütün olayı uydurmuş mudur? Platon'un zamanındaki Yunanlılar'ın perspektifinden bile eski sayılacak önemli bir Akdeniz uygarlığı vardı ve bu da, en azından kısmen büyük doğal felaketlerle imha olmuştu: Minoslular'ın Girit'i.

Bazı çağdaş bilimadamları Atlantis'in yeri ve boyutları Kritias'ta yanlış ifade edilmiş ya da abartılmış olsa da, (belki de yanlış çeviri nedeniyle) Platon'un hikâyesinin Yunanistan'ın doğusunda ve Ege Denizi'nde Girit'in kuzeyindeki Thera adasının yanardağ patlamasına dayandığı fikrindedirler.

İÖ 17. ya da 16. yüzyıldaki Thera patlamasından kalan volkanik püskürtüler, 1838'de patladığında on binlerce insanın ölümüne neden olan Krakatoa'nınkinin iki katıdır. Thera'daki daha büyük patlama çok etkili olmuş olmalıdır ve bu nedenle de tesirin dolaylı olduğu Mısır gibi ülkelerin tarihi kayıtlarında yer alması mümkündür.

Bazıları için Minoslular'ın Girit'i Atlantis'tir ve Platon, Kritias'ta ülkenin Thera patlamasıyla yokolmasını çarpıtmıştır. Ancak bu iddiayı sürdürebilmek için Girit'in yerinin neden yanlış olduğu, boyutlarının neden farklı olduğu, neden yanlış zamanda gelişmiş olduğu, Atina ile hiç savaşmadığını ve bir felaketle yok edilmemiş olduğunu açıklamak gerekecektir.

Arkeoloji, Minos kıyı topluluklarının Thera'daki patlamanın yarattığı tsunami dalgalarıyla ağır hasara uğradığı halde Minos uygarlığının daha iki yüzyıl yaşadığını ve hatta geliştiğini kanıtlamıştır.

Başka bilimadamları Thera'daki ünlü Minos kolonisinin Atlantis için model olduğunu iddia etmişlerdir. Minoslular'ın buradaki yerleşim merkezi yanardağın patlamasıyla yok olmuştu, ancak Platon'un da eski bir uygarlığın bir ileri karakolunun yok edilmesinden söz etmediği de kesindir. Yine de, Thera, Platon'un Atlantis modeli olamayacak kadar yanlış yerde, yanlış boyutta ve yanlış çağdadır.

giz30.jpg
giz31.jpg


(Solda) Atina ile Isparta arasındaki Peloponnesos Savaşı'nda (İÖ 431-404) öldürülen iki savaşçı: Khairedemos ve Lykeas. Platon zamanında yapılan bu savaşta her iki kentin çeşitli cepheleri -örneğin Isparta'nın politik yapısı- Platon tarafından Atlantis ile Atina arasındaki çatışmayı formüle etmek için kullanılmış olabilir. (Sağda) Ignatius Donnelly'nin "Dolphin Boğazı"nı gösteren Atlas Okyanusu haritası, Donnelly burasının kayıp kıta Atlantis'in denize batmış kalıntısı olduğuna inanıyordu.
 
ATLANTİS: ÇAĞDAŞ FANTEZİ

Atlantis konusunda herhangi bir tartışma bu kayıp kıta hakkında 19. ve 20. yüzyıllarda ileri sürülen gerçekten garip iddialardan söz edilmeden tamamlanmış olamaz. Minnesota Eyaleti kongre üyesi, iki kere başkanlık adayı ve amatör bir tarihçi olan Ignatius Donnelly 1881'de, "Atlantis: The Antediluvian World" adlı kitabını yayımlayarak efsaneyi herkesten çok canlandıran kişidir.

Donnelly'ye göre Platon'un Atlantis'i Mısır, Mezopotamya, İndus Vadisi ve Avrupa'nın olduğu kadar Güney ve Kuzey Amerika uygarlıklarının kaynağı ve büyük kültürel başarıların kökenidir. Donnelly'nin tezi çağdaş arkeoloji ya da jeoloji araştırmaları altındaki dayanak noktalarından yoksundur. Bu kültürlerin evrimlerini, değil Atlantis'e, başka herhangi bir tek ana kaynağa borçlu olduklarını gösteren herhangi bir kanıt yoktur.

Ancak, diğer 19. ve 20. yüzyıl düşünürleriyle karşılaştırıldığında Donnelly, bir entelektüel itidal örneğidir. Helena Blavatsky'nin liderliğini yaptığı Teosofistler, Atlantisliler'in uçakla uçtuklarını ve uzaydan gelen yabancılardan aldıkları ekinleri biçtiklerini iddia ediyorlardı.

Daha yakın zamanlarda, geç 20. yüzyılda yaşayan psişikler, kayıp kıtadan ruhlarla bağlantı kurduklarını iddia etmişler ve modern dünya insanlarına Atlantisliler'den çeşitli öğütler aktırmışlardı. Kuşkusuz bu iddiaları destekleyen hiçbir kanıt yoktur.

giz32.jpg
giz33.jpg


(Solda) Girit'te Knossos'ta Taht Odası. Tahtın iki yanında bitkiler ve yarı aslan yarı kartal yaratıklar resmedilmiş. Minos Girit'i önemli bir erken dönem Akdeniz uygarlığıdır ve Platon'un zamanında artık çok eskilerde kalmıştı. Platon, Atlantis tanımını bu topluma mı dayandırmıştır? Ne yazık ki, bütün gerçekler bu kurama uyum göstermiyor. (Sağda) Minoslular'ın Knossos Sarayı ya da Tapınağı, İÖ 2. binyıl ortalarından kalmıştır. Burası çok odalı ve gayet zarif duvar resimleriyle büyük bir yapıdır
 
Platon'un Görüşü

Platon'un, diyaloglarını kurmak için iyi bildiği tarihi kayıtları kullandığı kuşkusuzdur. Belki de onun zamanından bin yıl önce güçlü bir devleti yok eden doğal bir afetin gelenekleri vardı ve Platon mesajını iletmek İçin bu hikâyeleri kullanmıştı.

Ancak, Kritias'ın kısmi bir mecazi yorumunu destekleyenler bile Platon'un tarih yazma niyetinde olmadığını, hikâyenin bazı unsurlarını vermeye çalıştığı derste mecaz olarak kullanmak istediğini kabul ederler. Örneğin, Atlantis Destroyed adlı kitabında Rodney Castleden, Platon'un Atlantis'inin Minos Girit'i ile Thera'nın iyi bir eşleştirilmesi olduğunu ve hikâyenin o bölümünün Atina'yı Isparta ile karşı karşıya getiren daha yakın tarihteki Peloponnesos Savaşı'nın anlatımı olduğunu iddia eder. Bu savaşta Isparta muzaffer çıkmıştı ve Isparta'nın politik yapısı Platon'un eski Atina tanımına girmiş görünmektedir.

Son olarak, Kritias'ta Atlantis'te belirli eski toplumların ayrıntılarının paralellerini aramak Platon'un vurgulamak istediği bir şey değildir. Onun Kritias'ın ağzından söylettiği şeyler tarihi anlatmak amacını değil, ne de olsa tarihçi olmayıp bir filozof olan yazar için daha önemli bir işlev yüklenir.

Platon, görüşünü belirtmek için Atlantis'i neredeyse yenilmesi imkânsız bir düşman olarak göstermektedir. Platon'un Atlantis'i ayrıntılı olarak tanımlaması okura onun maddi zenginliğini, teknolojik gelişmişliğini ve askeri gücünü anlatmaktır.

Kritias daha küçük, maddi açıdan yoksul, teknolojik olarak o kadar gelişmemiş ve askeri açıdan zayıf Atinalılar'ın Atlantisliler'i yenebileceği ana mesajını iletir: Tarihte önemli olan yalnızca servet ya da güç değildir. Daha da önemli olan insanların kendi kendilerini yönetme biçimleridir.

Platon için mükemmel bir devletin ve toplumun entelektüel başarısı, maddi refah ya da güçten önemlidir. Bu noktayı vurgulamak için esaslı bir hikâye anlatması da Platon'un bir öğretmen olarak üstünlüğünü gösterir.
 
EDEBİYAT VE ATLANTİS

Atlantis efsanesi, Ortaçağ'da Yunanlılar'dan Arap coğrafyacılara, onlardan da Avrupalı yazarlara geçmiştir. Montaigne, Buffon ve Voltaire gibi yazarlar bile bu efsaneye inanmışlardır.

Atlantis efsanesinin etkisiyle çok sayıda edebi yapıtlar da yazılmıştır. Francis Bacon'un fizik bilimlerinin ideal devletini betimleyen "Nova Atlantis (Yeni Atlantis)", İsveçli Rudbeck'in "Atland eller Mahneim (Atlantis ya da Mahneim)", Kristof Kolomb'u, yitik eski kıtaları aramaya çıkan biri olarak tasarlayan Katalan yazar Jacinto Verdaguer'in "L'Atlantida" adlı şiiri, Gerhardt Hauptmann'ın aynı efsaneyi simgeleştirerek, bir kadın oyuncuya âşık olan bir bilim adamının psikolojisine uyguladığı romanı Atlantis ve P. Benoit'in "Atlantide" adlı kitapları bunlardan bazılarıdır.

Ayrıca jeoloji biliminde Atlantis adı resmi olarak, Atlas Okyanusu'nun yerinde bulunduğu varsayılan karalara verilen bir addır.
 
.Ö. 50.722 yılında Atlantisliler çocuklarını ve mahsullerini yiyen tehlikeli, dev hayvanlardan kurtulmanın bir yolunu ararken doğal kaynaklardan elde edebilecekleri enerji üzerine deneyler yapmaya başladılar. bilim adamları ümitsizce sayısız miktardaki kimyasal maddeyi birleştirerek oldukça güçlü patlayıcılar yaptılar; ama bu tehlikeli silahları kontrol etmek çok zordu. Bir gün hayvanların yuvaları üzerinde denemeler yaparken oluşan patlamalar korkunç bir depremi tetikledi ve bu da Atlantis’in beş küçük adaya bölünmesine yol açtı.

M.Ö. 28.000’de ise Atlantisli bilim adamları, kristalin sesini çok yükseltince ses aniden öldürücü, yıkıcı bir güce dönüşüverdi. Sürekli olarak devam eden depremlerin, volkanik patlamaların ve sellerin oluşturduğu kargaşa Atlantis’i tekrardan üç ada kalana kadar parçaladı. Bu parçalanan adalardan biri de Karayip’teki Poseidian’dır. Plato, bu küçük adalardan oluşan sıranın Atlantik kıyılarını Amerika kıtasına bağladığını söylemiştir.

M.Ö. 10.000 yıllarında gezegenimizde iklimi bir anda değiştiren bir şey oldu. Sibirya’nın sıcak kuzey bölümleri bir anda oldukça soğudu ve Avrupa ile Kuzey Amerika’da buluna buzullar birden erimeye başladı. Bu kötü şartları ve jeolojik yükselmeler sonucunda Kuzey ve Güney Amerika kıtalarında içlerinde mamutların, koca dişli kediler, mastodonlar, kurtların, mağaralarda yaşayan iri yarı aylıların ve bizonların bulunduğu kırk milyon hayvan doğanın gazabından kurtulmayı başaramadı. Mayaların geriye kalan üç büyük kitabından biri olan “Chilam Balam” da gökyüzünün yere doğru eğildiği ve her şeyi toprağın altına gömdüğü anlatılmaktadır. Gezegenimizde yaşayan insanlar için ne korkunç bir andı!

atlantis30qe.jpg


Tıpkı büyük bir yangının büyük, gösterişli ağaçlarla kaplı bir ormanı yok etmesi gibi vahşi doğa olayı da hayvanlar kadar gelişmiş uygarlıkları da ortadan kaldırmıştır. Lemurya ve Atlantis tarifsiz acılar çektiler. Güzel evleri, piramitten yapılmış tapınakları yerle bir oldu; okyanus suları ülkelerinin üzerini kapladı. Plato, bu olaydan “Atlantis adası deniz tarafından yutuldu ve ortadan kayboldu” şeklinde söz etmektedir. Mu kıtasında felaket daha çabuk olmuştu. Ada bir anda aşağıya kayma başladı ve 64 milyon insan bu arada hayatını kaybetti. Bugün birçok kişinin bilinçaltında bir yerlerde bu korkunç ana ait hatıralar hala tazeliğini korunmaktadır.

Churchward, Mu’nun altındaki granitin volkanik gazlarla iç içe bulunduğunu düşünüyordu. İlk başta Mu’ya güç veren odalar yüzeye çok yakındı ve aşağıda bulunanlardan ayrı tutuluyorlardı ama yerkabuğunun altındaki şiddetli depremler ve volkanik hareketlenmeler aşağıda bulunan mağaraların yukarıya çıkabileceği geçitler açtı. Aşağıdan gelen gazların etkisiyle daha yüksekte bulunan odalara uygulanan basınç, mağaraların çatılarını vurdu ve ülkeyi parçalara ayırdı. Bu sırada gazlar alevlere dönüştü ve ülkeyi yuttu.

Wishai S. Cevre, tektonik tabakalar hareket etmeye başlayınca, Lemurya’nın suyun altında kalmış bir parçasının Amerika kıtasının batı kıyılarında ortaya çıktığını ve eğer bir kişi Kaliforniya’nın batısından Pasifik Okyanusu yönünde hareket eder ise toprak yapısının değiştiğini fark edebileceğini söylemiştir. Sonuç olarak ülkenin doğu kısmında yetişmesi mümkün olmayan kızıl ormanlar, bazı yaban çiçekleri ve mantarlar burada herhangi bir çaba gösterilmeden kendiliğinden yetişmektedir. Aynı zamanda Edgar Cayce de Kaliforniya’nın aşağı kısımlarında Lemurya’nın kalıntılarının bulunduğundan söz etmektedir.

Bazı araştırmacılar, M.Ö. 10.000 yılında gezegenimizdeki birçok insanın ölümüne yol açan şiddetli depremlerin, güçlü dev dalgaların ve okyanus seviyesinin depremlerin, güçlü dev dalgaların ve okyanus seviyesinin hızlı bir şekilde yükselmesinin bir zamanlar Güney Pasifik Kıyıların’nda görülen yamyamlık ve çocuk katlinin sorumlusu olabileceği düşünmektedirler. Felaket sırasında şans eseri kurtulabilenler yüksek bölgelere çıktılar; ama yer sallanmaya devam ettiği ve okyanus suları sürekli olarak yükseldiği için insanlar geriye kalan verimli arazide beraber yaşamak zorunda kaldılar. Kendileri ve diğer adalarda yaşayanlar arasında uzaklık artmaya devam etti ve oldukları yerde mahsur kaldılar. Çoğu zamanda yeteri kadar yiyecekleri yoktu. Bu yüzden hayatta kalabilmek için insan eti yemek zorunda kaldılar.

Bilim adamları, M.Ö. 10.000 yılındaki felakete neyin neden olmuş olabileceği hakkında birkaç teori geliştirmişlerdir. En mantıklısı ise korkunç bir hareketlenmenin dünyanın eksenini kaydırdığı ve bunun da yeryüzünün altındaki kızgın ve kalın tabakanın hareket geçmesine yol açtığı sonuçta da kırılgan bölgelerde yer kabuğunun parçalanmış olabileceği teorisidir.

Kuyruklu yıldızların gökyüzündeki tanrıları rahatsız etmiş olabileceğine dair eski bir inanış bir kez daha inandırıcılık kazanmıştır. bilim adamları giderek Dünya’nın yüzeyinin bir kuyruklu yıldıza maruz kaldığına ya da 1994 yılında Temmuz ayında yirmi bir parçaya ayrılarak Jüpiter’e çarpan cimse benzer bir maddeye maruz kaldığına inanmaktadır. Bu kuyruklu yıldızın her bir parçası birçok nükleer bombanın sağlayabileceği güce sahiptir. Eğer bunların bir parçası ya da patlayan yıldızların kalıntıları okyanuslarımızdan birine düşere çarpmanın etkisinden başka ortaya çıkan ısı oldukça büyük miktarda suyun buharlaşmasına yol açar. Atmosferimize inen yabancı maddenin sürekli eriyen dış kısmından çıkan sıvıye ek olan bu su, günlerce süren yağmurlara neden olabilir. Yeryüzüne çarpman kuyrukluyıldızın enkazı gökyüzüne dev toz bulutları gönderirse Güneş’in yaydığı ışık kaybolabilir ve biz de karanlığa mahkum olabiliriz.

Sadece yeraltındaki mağaralarda sığınacak yer bulabilenler ve dağların yüksek kısımlarında yaşayanlar bu dev dalgalardan kurtulabildiler ve birçoğu da bitkiler tekrardan büyümeye başlayana kadar açlıktan öldüler. Denizde bulunan gemiler geçici olarak güvenli bir sığınak ve ihtiyaç duygulan yiyeceği sağlayan bir kaynak olmuşlardır; ama bu şanslı insanlar bile en sonunda en ilkel şartlarda yaşamak zorunda kalmışlardır. Nuh’un Gemisi’ne benzer hikayeler bütün dünyada bıkıp usanmadan anlatılmaya devam edilmektedir.
 
Alman fizikçi Dr.Otto Muck, Atlantis’in son kez batışı sırasında geniş çaplı bir göktaşının Atlas Okyanusu’nda A.B.D.’nin batı kıyısına indiğini söylemiştir. Bu etrafına ateş saçan, zararlı maddenin parçalarının Carolina civarlarında yerkabuğunda açtığı büyük delikler, bugün okyanus tabanından rahatlıkla görülebilmektedir. Ayrıca havadan çekilen fotoğraflarda “Carolina Halkaları” adı verilen içinde Georgia, Virginya, Maryland ile Kuzey ve Güney Carolina’nın da bulunduğu yüzlerce eliptik daire görülebilmektedir. Muck, hızla hareket eden bir astreoit’in bize çarptığı zaman çıkaracağı enerji, 30.000 hidrojen bombasının gücüne eşdeğerde olduğunu tahmin etmektedir.

Dünya, diğer büyük gezegenlerde kıyaslanınca oldukça küçük ve kırılgan bir yapıya sahiptir. Kabuğunun derinliği beş ile otuz metre arasındadır. İçinde bulunan sıcak magma sıvısı sürekli olarak hareket halindedir ve eğer bu dolaşımı engellenirse dışarıya çıkarak dünyanın dengesinin bozulmasına yol açmaktadır. Muck, göktaşının çarpmasının çok güçlü olduğunu ve dünyamızı dev bir top gibi kendi etrafında sallayarak depremlerin, dev dalgaların ve uzun süre devam eden yıkıcı volkanik hareketlenmelerin ortaya çıkmasına yol açabileceğini söylemiştir.

Atlantis’in ortadan kayboluşunu açıklayan bir başka teori ise uzaydan büyük bir hızla gezegenimize çarpan bu maddenin yarattığı dev sarsıntı sonucu Atlantis kıyınsı her iki tarafında da çatlaklar ortaya çıkmıştır. Yeryüzünün derinliklerinde bulunan kırmızı renkli sıcak magma bu yarıklardan korkunç bir hızla yukarıya yönelmiştir ve ülkenin tabanını eritmiştir. Bu arada ada parçalanmaya başlamıştır ve bu güzel ülke sulara gömülmüştür. Lemurya ya da onunla benzer kaderi paylaşmıştır.

Dünya’nın ekseninin harekete geçmesi, depremler, volkanik patlamalar ve seller Atlantis’in batmasının dış görünüşte meydana gelen fiziksel açıklamaları olabilir; ama bu felaketin bir başka nedeni ise insanların dış görünüşleri ve eğilimlerinde yatmaktadır. Güzel dünyamıza sevgi göstermemeleri, bencilce istekleri ve ahlaksızlıkları bu yıkımı destekleyen etkenler arasında sayılabilir.

Bilimsel başarıya duyulan ilgi, zamanla tutkulu ilişkilerin, kaynak paylaşımının ve binlerce yıl boyunca Atlantis ve Lemurya’daki hayatı şekillendiren doğayla kurulan dengenin yerini aldı. Her iki ülkede de her zaman insanlığın yararı için çalışmayan bir grup ortaya çıktı.

Bilim adamları ilk başlarda beyinlerini başkalarına yardımcı olabilmek amacıyla bilinmeyen bölgelere girmek için kullanıyorlardı. Sonuçta ruhsal bir temel üzerine oturulmuş göze çarpacak kadar gelişmiş bir teknoloji olmuştu. Yukarıdaki büyücünün anlattıkları bir zamanlar bilgilerini diğer insanların sağlıkları ve güç kazanmaları için kullananların Atlantis ve Lemurya’nın son günlerindeki davranışlarına tipik bir örnektir. Onlar kadar çöküntüye uğramasalar da Llasa Kayıtları’nda güzel elbiseler giyip, mücevher takarak büyüleyici güzellikteki saraylarda yaşayan zengin bir sınıfın oluştuğundan söz edilmektedir.

M.Ö. 10.000 yılında meydana gelen felaketin önceki kötü durumda bilim adamlarının hareketleri oldukça belirleyici olmuştu; ama Atlantis’teki insanların davranışları da buna katkı da bulunmuştu. Tarihlerinin büyük kısmında “Tek Kanun”u takip etmişlerdir ve ilişkilerinde oldukça anlayışlı davranmışlardır. Dünya’ya karşı saygı ve ilgiyle yaklaşıyorlardı. Teknolojiye olan ilgileri artıp, bilimsel gelişmeler yoğunlaşınca doğaya olan saygıları gittikçe azaldı; daha da ileri giderek onu kontrol altına almaya çalıştılar ve doğal kaynakları kendi yararları için kullandılar.

Teknoloji hayatlarında önemli bir rol oynamaya başlayınca, insancılığı yok edici özelliği de ortaya çıkmıştır. İnsanlar daha fazla şey elde etmeye odaklandılar ve bunların daha kolay elde edilebileceği şehirlere taşınmaya başladılar. Sonlara doğru birçok insan zamanının çoğunu maddi şeylere ayırmaya başlamıştı. Bizim hesap makinelerine ve bilgisayara olan bağımlılığımız gibi zihinsel işlemler için makinelere başvurmuşlardır. Bilinçlerini daha çok fiziksel dünyaya açtıkları için beş duyularıyla algılayabildiklerinin ötesinde olanları ve üç boyutlu dünyaya olan ilgileri ve saygılarını kaybettiler. Yaratıcılarından ayrıldıkları ve ihtiyaçları olan sevgiyi başka yerde aradıkları için ahlaki değerleri de azaldı; açgözlülük, öfke, nefret ve kıskançlık arttı, her yeri suç kapladı PASAKLI KIZ ilişkileri, soygunlar ve cinayetler sıradan olaylar haline geldiler. “Şeytan’ın Oğulları”, şeylere tıpkı bir köle gibi davranmaya başladı.

Bir muhabir, oldukça dürüst olan “Tek Kanunun Oğulları” ile “Şeytanın Oğulları”nın takipçileri arasındaki anlaşmazlıkların aralarındaki başka problemlere bağlandığını söylemiştir.

Atlantis’in son günleri insanların değiştiremedikleri bir bozulma ve ahlaksızlık üzerine yoğunlaşmıştı. Savunucular kısmen de olsa ülkenin bu durumundan sorumludurlar. Plato, insanlardaki değişimi şöyle anlatıyor: “Dini duyguları sahip oldukları şeyleri yüküne dayanamayarak zayıfladı, etraflarını göremeyecek kadar öfkeliydiler. Bu sırada tanrıların tanrısı Zeus, bu dürüst ırkın içinde bulunduğu durumu gördü ve onları cezalandırmaya karar verdi” Cayce, Atlantis’teki birçok kişinin çok fazla günah işlediği için elementlerin onların bu kötü gidişlerine bir son verebilmek için bir araya gelmiş oldukları fikrine katılmaktadır.

Modern bilim, duygu ve düşüncelerin sahip olduğu enerjinin doğa güçleri üzerinde nasıl bir etki yaratabileceği konusunda açıklama yapma konusunda zorlanıyor; ama zeki insanlar bu konsepti anladılar. Yağmura ihtiyaç duyulunca, şamanlar özel melodik danslar ve şarkılar söylüyorlardı. Dua edenlerle onların gücü birleşince bulutlardan enerji çıkıyor, bulutlar çözülünce yağmur, susamış topraklara ve aşağıda bulunan insanların üzerine düşmeye başlıyordu. Oldukça büyük bitki törenleri düzenliyorlardı ve bu toprağın üstünde dans ediyor hatta onu öpüyorlardı. Dans edip şarkı söylerken; sevgi, titreşim ve sesin birleşmesinin yeni diktikleri bitkiler, tohumlar ve sevgili gezegenleri için yaralı olduğunu biliyorlardı.

Beyin gücümüzü ne kadar az anladığımı vurgulamalıyız. Bazı insanlar, küçük eşyaları onlara hiç dokunmadan yerinden oynatabilmektedirler, bazıları ise çatal ve kaşıkları bükebilecek kadar enerjiyi nasıl üretebileceklerini biliyorlar. Böylece meditasyon ve tasavvur yoluyla yoğunlaşmış bir beynin stresin hoş olmayan belirtileri kadar başka sağlık problemlerinin de ortadan kaldırılmasında ya da hafifletilmesinde etkili olabileceğinin farkına vardık.

Edgar%20Cayce.gif
 
Edgar Cayce, düşüncelerimizin “şeyler” veya “hareketler” olduğunu ve bazen bir mucize yarabileceklerini düşünmektedir. İnsanlar tek bir düşünce üzerine yoğunlaştıkları zaman, düşünceleri fazladan bir güç alır ve niyeti yavaş yavaş gerçeğe dönüşür. En azından on yedi saniye boyunca bir düşünce veya duygu üzerine araya karşıt bir görüntü ya ad duygu karıştırmadan yoğunlaşırsanız, istediğiniz şeyin fiziksel dünyada oluşacağı söylenmektedir.

Peki bu nasıl mümkün olabilir? Yaratma süreci bir düşünce ya da kavramla başlar. Düşünceler atmosferde gezinen enerjilerdir. Beynimizdeki enerji dalgaları etrafımızda dolanırken, dışarıya sinyaller gönderirler. Düşüncelerin insanlar üzerinde bulaşıcı olduğu ve kitlesel bir histeri oluşturabileceklerini biliyoruz. Eğer sinirli bir grup insan bir araya gelirse onların sahip oldukları öfke diğerlerini de etkileyen bir enerji açığa çıkarır ve en sonunda ortaya öfkeli bir grup insan daha çıkar. Aynı şekilde gezegenimizde istenmeyen enerji de kozmos etrafında dolaşır ve Evren’e sürekli rahatsızlık verir. Atlantis’in son dönemlerinde suçlar, ahlaksızlık ve “şeyler”in tedavisi üzerine yapılan mücadeleler sırasında ortaya çıkan istenmeyen titreşimler çok güçlüydü. Plato ve Cayce’in söylediği gibi negatif düşüncelerin ve hareketlerin sahip oldukları aşırı miktardaki enerji, doğal güç kaynakları üzerinde büyük bir tehdit oluşturmaya başladı. Bu sırada ortaya çıkan bir felaket ise bu güzel ve bereketli ülkeyi üzerinde yaşayanlarla birlikte okyanusun derinliklerine göndermiştir. Eğler biz de dikkatli olmazsak evrenin tıpkı Atlantis’te ve Lemurya’da yaptığı gibi bizi de bu şekilde seçerek tıpkı pireli bir köpek gibi dünya’yı buruşturup atma ve medeniyetimizi ortadan kaldırma tehlikesi vardır.

* Shirley Andres, Lemurya ve Atlantis, s.223-239
__________________
 
KAYIP KITA ATLANTİS NEREDE?
k3.JPG
Araştırmacılar, arkeologlar, jeologlar ve antropologlar ne derse desin,
Atlantis’ bir efsane olarak binlerce yıldır, hep gündemde!… Sanırız ki, yayınlarımızın sürdüğü zaman aralığı içinde, Kayıp Kıta Atlantis’in gerçek sırlarına ulaşılamadıkça bu tip haberlerle sık sık karşılaşacağız ve bir bilgi sitesi olan Astro set'te yayınlamaya devam edeceğiz…
Daha önce de belirttiğimiz gibi, kayıp kıta yalnız Atlantis değil!. Mu ve Lemurya da gündemde… Gündemde her zaman Atlantis’le ilgili haberler vardır ve bu haberlere
meta açıdan değişik bir gözle bakacak olursak şöyle görebilir miyiz ki; önemli olan sadece bu batık ve kayıp kıtaların yeryüzüne çıkışı değildir. Bu tip sansasyonel olayların gündeme gelişindeki asıl amaç, ‘Mu-Lemurya ve Atlantis Bilgeliğinin’ yeryüzüne tekrar çıkışının gizli müjdesini vermek neden olmasın? …
Binlerce yıl önceki, saf, arınmış ve ilk aktığı günlerin tazeliğini taşıyan derin bir bilgelik yeryüzüne çıkmaya hazırlanıyor olabilir…
k5.JPG

Platon, Atlantis’le ilgili ilk yazdığı eseri ‘Timea’ ve M.Ö. 345 yılında yazdığı ‘Kritias’ adlı eserinde kaynak olarak M.Ö.7 yy’da yaşayan ünlü politikacı, filozof ve tarihçi Solon’u gösterdi. Solon kayıtlara göre M.Ö 590 yılında Mısır’a giderek Mısırlı rahiplerden tradisyonel (geleneklerin aktardığı) bilgiler edindi. Bu bilgiler, Atlantis’de yaşamı ve Mısır uygarlığının kökeninin Mu ve Atlantis’e uzandığını anlatıyordu. Solon’a göre onun doğumundan 9 bin yıl önce çok güçlü bir medeniyet vardı.
k4.JPG
Sırrı çözülemeyen Atlantis Efsanesi
Tanınmış Yunan gezgin ve tarihçi Herodot, bu günkü Sahra’da yaşamış olan garip bir halktan söz eder ve onların Atlantisli olduğunu söyler. Bu efsanevi ülke zaman zaman yerküremizin, birbirleriyle hiç ilgisi olmayan noktalarına yerleştirilmeye çalışılmıştır. Yunanlı tarihçi gibi günümüz romancılarından Pierre Benoit gibi yazar araştırmacılar, bu ülkenin, Sahra’nın Fas Atlaslarına yakın bölümünde bulunduğunu iddia etmişlerdir. O zamanlardaki Sahra bu günkü gibi çöl değil, aksine yemyeşil ve bereketli bir yerdi. Bu ülke insanlarının torunları tuaregler olmalıdır, zira mavi derileriyle meşhur bu insanların kökenleri saptanamamıştır.
Diğer bazılarına göre de Atlantis, Baltık Denizinde veya İzlanda ile Grönland arasında yer almaktadır. Bazen ise Kafkasya’da bulunduğu iddia edilmektedir.Bütün bu tezler içinde en çok rağbet göreni ise Atlantik Okyanusu’nun ortasında yer aldığıyla ilgili olanı. Bu tezden ilk söz eden Platon (Eflatun) olmuştur. Platon, Atlantis’le ilgili ‘Timea’ adlı eserinde bu konuyu çok detaylı ele almıştır. Ama bu tradisyona birbiri ile ilgisi olmayan pek çok uygarlıkta da rastlanmaktadır. Öne sürülen ifadelerin çoğunun birleştiği nokta, bu uygarlığın çok yüksek bir evrim seviyesine erişmiş olduğu. Tip olarak siyah saçlı ve çıkık elmacık kemikli olan Atlantisliler, maddeye hakim olacak güçte sihirli bilgiye sahiptiler. İnanılmaz derecede yüksek bir teknolojileri vardı, başkentleri olan Poseidon ’da altın tapınakları vardı. Tunçtan yapılmış geniş bir sur ile çevriliydi ve bolluk, bereket içindeydiler.
k1.JPG
Atlantis’in yok oluşuna, işte bu ileri teknoloji ve o doymak bilmez iktidar hırsı neden oldu. Atlantisliler, dikkatsiz davranarak, “negatif güçleri” uyandırdılar ve kim bilir, belki de atomik bir bir tufan sonucunda dalgalar arasında yok olup gittiler. Atlantis, üzerinde yaşayan halk ile birlikte bir gün ve bir gece içinde volkan ateşleri, yer sarsıntıları ve her şeyin yutan suların arasında kayboldular…Atlantik ’de yer alan bu günkü Azor ve Kanarya adaları, her halde Atlantis’in sular üzerinde kalmış olan izleridir ve Tenerif adasındaki Teide Tepesi de Atlantis ’lilerin büyük kutsal dağının en yüksek tepesi olmalıdır.

Kayboluşundan 10000-12000 yıl sonra Atlantik Okyanusunda bu efsanevi ülkeye ait kalıntılar bulunmuştur: Aniden okyanusun içinden fışkırmış olan volkanik adalar, Bahama adalarındaki Bimini ’de görülenlere benzer taş döşeli devasa bloklar gibi. Bilmediğimiz efsanevi bilgilerin anahtarına sahip olan bu esrarengiz uygarlık konusunda, ezoterizm, gizemcilik ve okültizmle ilgilenenler, kulakları kirişte yeni haberleri beklemekteler…
Meraklı araştırmacıların kulaklarına kar suyu kaçtı mı? Bilmiyoruz ama şimdi de Atlantis’in kalıntılarının İspanya’nın güneyinde olduğu iddia ediliyor. Belki de hepsinde doğruluk payı var. Bir kıta mı yoksa tüm gezegen mi değişime uğradı henüz tam olarak bilemiyoruz ki?
Tek bir kıta değilse elbette pek çok yerde kalıntılara rastlamak mümkün. Bu kalıntıların birinden gerçek tarihi belgelere ve kanıtlara ulaşıncaya kadar beklemek zorundayız.


[align=center]Sorular yanıt arıyor… Atlantis efsanesi gerçek mi? Araştırmalar devam ediyor…
[/align]
k2.JPG
Ünlü Kahin Edgar Cayce ise, ‘Tufan Öncesi Atlantis’ ve İnsanın Kaderi (RM-Yayınları) adlı eserlerinde, Batık Atlantis Kıtası’nın tekrar yeryüzüne çıkacağını, ‘Okumak’ adını verdiği kayıtlardan öğrendiğini belirtmişti. İkinci Dünya Savaşı, A.B.D.’deki ırk mücadelesi, Vietnam Savaşı, Kennedy’nin öldürülmesi ve binlerce kişiyle ilgili kehanetleri hep doğru çıkan Cayce, okumalarına göre; Los Angeles, San Fransisco ve New York’un tam***** yakının yerle bir olacağını, Japonya’nın büyük bir kısmının sulara gömüleceğini, jeolojik hareketlerin Kuzey Avrupa’nın şeklini değiştireceğini, Sovyetlerde komünizmin son bulacağını, Amerika ile yeni bir ittifaka gideceklerini ve Batık Atlantis Kıtası’nın tekrar su yüzüne çıkacağını gördüğünü söyledi.
Gerçekleşir mi?Edgar Cayce’nin ikinci bir adı da ‘Uyuyan Kahindir’. Nostradamus’tan sonra dünyanın ikinci büyük kahini olduğu iddia ediliyor. Gerçekleşen olaylar var ama tedbir açısından şimdiden bir şey söylemek pek mümkün değil… En azından böyle bir yeteneğe duyulan saygı adına… Yaşayıp görmek gerek…
Cayce’ye göre Atlantis Efsanesi şöyle:
Atlantisliler İ.Ö. 10500 yılından da önce Mısır’a göçtüler ve Atlantis’in 40 bin yıllık kayıtlarını da aldılar. Platon’a göre ise, adlarına Naakaller denilen Mısırlı rahipler Solon’a Atlantis'in gerçek öyküsünü anlattılar. Cayce, bu kayıtların, Sfenks’in yakınlarında, henüz keşfedilmemiş ve tamamen toprağın içindeki bir piramidin
Kayıtlar Salonunda bulunacağını söyledi.
Cayce’nin okumalarını gerçekleştirdiği 1923-1944 yılları arasındaki 20 yıllık aktif dönem sürecinde, Atlantis ile ilgili geniş bir bilgi birikimi elde edilmiş ve bu bilgiler, Cayce’nin Virginia Beach’de kurmuş olduğu Araştırma ve Aydınlanma Cemiyeti (A.R.E) tarafından arşivlendi.
 
Buhari’nin naklettiği bir hadise göre Hz.Adem’in boyu 60 zira idi. Aynı rivayette insanların boylarının gittikçe kısaldığı da anlatılmaktadır. Bu rivayete göre Hz.Adem’in boyu 40 m. civarında idi. Hz.Nuh tufandan önce 950 sene tebliğ görevini yürüttüğü Kuran’da açık bir şekilde ifade edilmektedir. Seylan adasında Müslümanların Adammala, “Adem Dağı” adını verdikleri, Portekizlilerin de “Picoli Adama” dedikleri çok meşhur bir dağ mevcuttur. İnsanoğlunun atasının cennetten “inişi” sırasında ilk defa buraya basmış olduğu rivayet edilir. Kocaman bir sağ ayak izi kayanın zirvesinde hep görülmektedir. Bu izin büyüklüğü için batılı bir seyyah, “Beş ayak üç parmak uzunluğunda ve iki ayak beş parmak ile iki ayak parmağı genişliğinde az derince bir çukur” demektedir. İslami rivayetlerde Hz.Adem’e atfedilen devasa boy ile orantılı olmuş olsa gerek. Çünkü bu rivayetlere göre Hz.Adem’in boyu o zaman o halde idi ki, başı göğe değiyor ve diğer ile denize basıyordu. Anadolu’da da birçok yerde dev mezarları bulunmaktadır.

cortez.gif
Cortez Meksika'da dev kemiklerini bulmuştu

İstanbul’da Beykoz’da Yuşa Tepesi’nde bulunan bir mezarda, Yuşa Hazretleri adlı bir evliyanın yattığına inanılmaktadır. Mezar, 17 metre uzunluğunda ve 4 metre genişliğindedir. Eğer açılıp incelenirse içinden dev bir iskeletin çıkması çok doğaldır. Kadadokya bölgesinde, yani Nevşehir, Kırşehir ve Göreme civarında bu tür dev evliya mezarları vardır. Ayrıca mitolojisinin devleri olan Titanları da unutmamak gerekir. M.Ö. 440’da yaşayan Empadokles Sicilya adasında devlerin yaşadığından söz eder. 14. yüzyılda yazar Boccacio, yine Sicilya’da bir mağarada bulunan 10 metrelik bir dev iskeletinden söz ediyordu. 1577’de İsviçre’de 6 m.’lik iskelet bulundu. Yine 1500’lerde Meksika fatihi Cortez, İspanya Kralı’na Meksika’dan getirdiği dev kemiklerini göstermişti.

Bir diğer kaşif, ünlü Macellan, 1520’de iki devle karşılaştı, başının onun beline geldiği söylüyordu. Keşifler çağında daha birçok ünlü gezgin, devlerden söz ettiler. 19702’lerde bir Alman bilim adamı 350000 yıl önce dev bir insan ırkının yaşadığını ve bilimsel açıdan bunun yakında kanıtlanacağını söylüyordu.

Grekler’de, İskandinavlar’da, Mayalar’da ve İnkalar’da ilk yaratılan ırkın, devler ırkı olduğuna ilişkin ortak bir inanç vardır. Meksika Toltekleri’nin kozmogonik inançlarında bir dizi depremden sonra nesilleri yeryüzünden silinmiş olan “Kinamet Devleri”nden söz edilmektedir. Kuzey Cermen efsanelerinden Eda’larda Niflheim(1) ve “Buzul Devlerinin” kuzeyde olduğu kabul edilir. Edalar’da, Hymir’in ataları olduğu, “Devler Soyu”nun Ases’ten (İskandinav iyilik tanrılarından) daha eski bir geçmişe sahip olarak görünmeleri ile Hindular’da Asura’lar ile Deva’lardan daha eski kabul edilmeleri arasında bir ilişkisellik vardır. Bir yoruma göre, “Devler” soyunun bir kadınla birleşmesinden, semavi Ases’in doğmasıyla yarı-tanrısal bir çağ başlamış ve bunlar “Devlerle” savaşa tutuşarak önce onları yenmişler, daha sonraları, savaşçı olmaktan ziyade barışçı olan kutsal soy Wanen’lerle birleşen “Devler” tarafından mağlup edilmişlerdi.

Devlerden söz eden önemli kaynaklardan biri de Tevrat’tır. Eski Ahidin “Tekvin” bölümünde, “Yeryüzünde Nefilim (Devler) vardı, bunlar eski zamandan (Atlantisliler) zorbalar, şöhretli adamlardı” denmektedir. Tevrat’ta ismi geçen Filistinli (Gittit’li) dev Golyat’ın boyu 2,74 m. idi. Golyat “Gath” isimli bir Filistin şehrinden geliyordu. Tevrat’ta Golyat’tan başka, Bashan kralı “Og”dan da söz edilir. Og’un boyu ise 3,96 m. idi. Og, bir devler ırkı olan “Rafait”lerin sonuncusu idi. Tevrat’taki referanslar onun “Rafa” kökenli bir grup dev’den biri olduğundan söz eder. Ammonit’ler bu halk’a “Zamzummim” diyorlardı ki, bu çabuk ve anlaşılmaz söz anlamındaydı. Gerçekten de devlerin konuşmaları diğer insanlar tarafından anlaşılmıyordu. Tevrat’taki “Rafait” kelimesi de ölüm, güçsüzlük ve ölümün çaresizliği anl***** gelmekteydi.

olmek_heads-04.jpg
Olmek heykeli

Orta Amerika’da bir zamanlar yaşamış olan “Olmekler” de zenci devlerdi. Olmekler, diğer bir dev grubu olan “Tiwanakanlar” ile birlikte Peru’daki devasa yapılarda kullanılan köle devlerdi. Tevrat’ta Refait’lerden başka bir grup devden daha söz edilir ki, bunlar da “Anakim”lerdi.(2) Anakimler Rafait’ler gibi, Kenan ülkesinin dağlık ülkesinin dağlık bölgesinde yaşıyorlardı. Tevrat’taki ifadelerden anlaşıldığına göre, M.Ö. 1300 yıllarında devlerin nesli tükenmişti. Heredot, diyotorus Sicilus, Homeros, Pliny, Plutarch ve Philostratus gibi antik tarihçileri, çağlar önce ölmüş olan devlerden bazılarının iskeletlerini bizzat görmüş olduklarından söz etmişlerdi.

axes.jpg

Anakim'lilerin "Axe" silahları görüyorsunuz. Bağdat müzesinde

Efsanevi Atlantisliler de kendi dördüncü alt ırklarının ortalarına doğru fiziki güzelliklerinin ve güçlerinin zirvesine ulaşmış olan “devler” idi. Tibetli Bilgilerin Dzyan kitabında “Atlantisliler kendi fizik bedenlerinin büyülüğünde olan 8m. boyunda dev heykeller inşa ettiler” diye yazmaktadır. Dzyan kitabının “Himalaya ötesi bölgede” ortaya çıktığı ileri sürülür. Bu önemli gizli öğreti, başlangıçtan beri var olan “Kadim Kelamı”, yaratılış formülünü vermekte kalmazi beşeriyetin milyonlarca yıllık evrimini de belirli bölümlerden anlatır. Bu bölümler içerisinde “Devler ırkı”ndan da bahsedilmektedir. Dzyan kitabının, yaklaşık bir asır önce, Güney Tibet’te, Himalayalar’daki bir inziva yerinde, ünlü Rus medyum Madam Blavatsky tarafından gün ışığına çıkarıldığı iddia edilmektedir. M. Blavatsky “Gizli Öğreti” adını verdiği bu gizemci (Okült) öğretiye göre, dünyamızda muhtelif kök ırklar yaşamıştı. Okült öğretiye göre, “Round” denilen her büyük dünya devresinde 7 kök ırk yaşar ve her kök ırk da 7 alt ırka ayrılır. Şu anda 4. Round’da bulunmaktayız Madam Blavatsky’in “Kök Irklar” doktrini şöyle özetlenebilir.

1)İlk kök ırk, metafizik düzeyde, yani astral düzeyde varolmuştu.
2)İkinci kök, fiziksel bedenlere sahip olmamasına rağmen, Grönland’da fiziksel bir yurda sahiptiler.
3)Üçüncü kök ırkı Lemuryalılar, yani Lemurya kıtasında meskun olan insanlar oluşturuyorlardı. Lemura, bugünkü Hint Okyanusu ile Avustralya arasında bir yerde idi. İlk Lemuryalılar, bir çeşit maymuna benzeyen denizanaları idi ve daha sonra bunların alt ırklarından kahverengi derili ve 4,57 m. uzunluğunda dev insan ırk türemişti. Kötü yollara düşen Lemuryalılar, yüksek tanrılara yakardılar ve bunun sonucunda “Bilge Yılanlar” ve “Işık Ejderhaları” dünyaya geldiler.

Bunların neslinden gelen “İlahi Krallar” insanlara bilimi öğrettiler. Venüs’ten gelen bu “İlahi Krallar” Lemuryalılara ölümsüzlük ve kişisel reenkarasyonu öğrettiler. Ayrıca insanlara tarımı ve metalleri işlemesini de yine bu krallar öğretmişlerdi.

4)Dördüncü kök ırk, 70 milyon yıl önce, sürüngenler çağının sona ermesinden sonra ortaya çıkan Atlantislilerdi. İlk Atlantisli alt ırk olan Rmoahal’ler 3,66 m. uzunluğunda ve siyah derili devler idiler. Bunların soyundan gelenler Taş devrinin ünlü “Cro Magnon” insanını oluşturdular. İkinci Atlantisli alt ırk, Tluatlis, kırmızı derili bir halktı. Üçüncü Atlantisli alt ırk ise, üstün insan üstadları tarafından yönetilen Toltek’lerdi. Dördüncü alt ırk, Çobi çölünde büyük bir medeniyeti kuran savaşçı Asyalı Turan’lılardı(Türklerdi). Bunların bazıları Meksika’ya giderek Aztek, Maya ve İnka kültürlerinin oluşmasında önemli bir rol oynadılar. Beşinci alt ırk Sami’lerdi. (Bugünkü Sami’lerle karıştırılmaması gerekir). Altıncı alt ırk Akatlı’lardı. Bask’lar Akatlı’ların uzak akrabaları idiler. Yedinci alt ırk, bugünkü Çinli’lerin ve Asya’ya göç eden yüksek bir kültür düzeyine sahip Turanlıların oluşturduğu Moğol ırkı idi.
5)Beşinci ve son kök Ayranlardı ve bunlar Sami’lerden türemişlerdi (Bugünkü Samiler değil!!). Aryanlşar göze çarpan entelektüel güçlere sahiptiler ve “İlahi Öğretmenlerin” rehberliğinde spiritüel bakımdan en gelişmiş olanları Asya’ya göç etmişlerdi. Atlantis’in tedrici batışı sırasında bütün alt ırklardan sağ kalanlar, dünyanın birçok bölgesine göç ederek kültürlerini de birlikte taşıdılar. Ayrıca bunların içlerinden seçilenler ise, kuzeyden göçederek Beşinci kök ırkı, yani Ayranları başlattılar. Ana Atlantis kıtası Miyosen devrinde yok olduktan sonra, bir zamanların büyük Atlantisinin Pitosen devrine ait kısımları da tedricen batmaya başladı. Bu sırada başka kıtalar yüzeye çıkmaya başlamıştı. Aryan ırkının Beşinci kök ırk ilk kez ortaya çıkışından, Eflatunun bahsettiği küçük Atlantis adasının sulara gömülüşüne kadar, Aryan ırkları, ilk dev insanların neslinden gelenlerle sürekli olarak savaştılar. Bu savaş, hemen hemen günümüzden 5000 yıl önce başlayan Kali Yuga (Son Adem ile başlatılan dönem)dan önce gelen çağın kapanışına kadar sürdü. Hindistan tarihinin ünlü Mahabbarata savaşı işte buydu.(3)

Teozofi öğretisine göre, Atlantis ırkları ile bizler arasında ortak görüntüler mevcuttur. Mısır’ın 3. alt ırkı ile bizler arasında da benzerlikler mevcuttur. Bizler büyük eski ırkların yani Lemurya’nın, Atlantis’in ve tufan sonrası büyük ırkların Turan torunlarıyız. Yine Teozofi öğretisine göre, hızlandırılmış tekamül seyri şeması konik şekilde bir yay gibi, tabanda geniş, zirvede ise nokta haline gelen bir yay gibi çizilebilir. Tekamülümüz esnasında bizden önceki ırkların etkisi altındayız. Bunu şöyle açıklayabiliriz:

1)Hint ırkı gelecekteki 7. ırk (ruh-insanlar) ile kesişecektir.
2)İran ırkı gelecekteki 6. ırk (Seçilmişler-Tanrı Erleri) ile kesişecektir.
3)Mısır-Kalde ırkı, 5.ırk (Bizimki) ile kesişmektedir.
4)Grek-Latin ırkı, bizlerin, yani envölüsyon (düşüş) perdesini kapayıp 7. kök ırk nihayetinde gerçekleşecek olan dünyanın sona ermesinden önce evolüsyona (yükseliş, tekamül) kurtuluşa doğru tırmanmaya başlayacak olan 5. ırk’ın ilk güçte birlik döneminde etkili olmuştur.

Beşinci Kök Irk’ın sona ermekte oluşu ve envolüsyondan (düşüş) evolüsyona geçiş noktasına bulunmanın bir icabı olarak bizler, yani günümüz insanlığı tam bir gerileme içindeyiz. İçine dalmış olduğumuz şeytan kazanından bir diğer ırkın, yani 6. ırkın (Tanrı Erlerinin) mayası çıkacaktır.

“Altın Çağı” yaşayacak olan ırk bizler değil, 6. ırk’a mensup insanlar olacaktır. 20. yüzyıl insanının bedensel ve pisişik yapısı, ruhsal görüşe yeniden kavuşmasını engelleyecek derecede yoğundur. İşte bu yüzden 5. ırk büyük doğal afetlere maruz kalacak ve sonunda sarı ırkın istilasına uğrayacaktır ve her ırkın sonuna damgasını vuran tufan, bir kez daha dünyayı temizleyecektir. Bu, tüm toplulukların kutsal kitaplarında yazılıdır.

blavatsky_hp.jpg

Blavatsky

Blavatsky’in Teozofisi’ne göre, “Gizli Üstadlar” veya “Nezaretçiler” Aryan’lardı. Hitlerin 3. Reich’ının milliyetçi programında Aryan ırkı, evrimin en üst basamağındaki ırk olarak tanıtılıyordu. Nazilerin Teozofi yorumuna göre, Yahudiler Sami kökenli olmakla beraber, 4. ve 5. kök ırkların anormal ve gayri bağlantıları (Bu ırkların dejenere olmuş karışımları) olarak görülüyorlardı. Hitler döneminin inançlarını ortaya koyan insanların kökeni ile ilgili en önemli kitaplardan biri de Edgar Dacque’ın “Urwelt Sage und Menscheit” (İlk Dünya Efsanesi ve İnsanlık) adlı kitabıdır. Dacque 1878’de doğmuştu ve Münih Üniversitesi’nde Tarih öncesi Profesörü idi. Dacque, Blavatsky’in bir hayranı ve okültistti. Yukarda adı geçen kitabında ki, 1924’de basılmıştı, tarih öncesi Ortodoks görüşü, okült bakış açısıyla bağdaşılmıştı. Hitler’in gençlik devrinin arka planına baktığımız zaman, onun “Yeni Tapınakçılar” örgütünün muhtemel bir üyesi olduğuna inanıyorum. Tapınakçıların arındaki gizli güç aslında “Illuminati” mi idi?


(1)“Nefilim” ile kelime benzerliğine dikkat çekmek isterim.
(2)Anakimler, Nefilimler’in soyundan geliyordu. Bu insanlar o kadar büyüktüler ki, İsrailliler bunların yanında çekirge gibi kalıyordu.
(3)Michael Howard, “The Occult Cnospiracy” Rider & Co. Ltd, 1989
__________________
 
Efsane söyle baslar; zamanımızdan 11.500 yıl kadar önce genellikle bir çoklarının Atlas Okyanusu’nda olduıgunu iddia ettikleri bir kıta varmıs. Bu ülke insanlııgın, özellikle beyaz-ari ırkın doıgduıgu ve çok üstün bir uygarlııga yükseldiıgi bir adaymıs. Büyüklüıgü Libya ve Asya (Anadolu)’nın toplam alanından daha genismis. Burada Günes’e tapan bir dini ve teknolojide çok gelismis, bilimi benimsemis, çok yüksek kültüre sahip ve çok uygar bir ulus yasarmıs.



Atlantisliler, Avrupa, Akdeniz, Karadeniz, Hazar Denizi ve Orta Amerika kıyılarına yaptıkları seferler ile ora halklarına bu uygarlıklarını asılamıs ve koloniler kurmuslar. Sık sık olan depremlere ada halkı alısmıssa da yine oldukça zararını görüyorlarmıs. Bir gün çok siddetli depremler sonucu, Atlantis adası tümüyle sulara gömülerek yeryüzünden yok olmus ve silinir gitmis.



Zamanımızdan 2400 yıl kadar önce yasamıs olan eski Atinalı filozof-düsünür Eflatun (Plato) M.S.428-348, Atlantis efsanesini ilk yazan kisidir. Eflatun’a göre, Atinalı Solon, M.S. 6.yüzyılda yasamıstır. Aynı zamanda devlet adamı olan Solon, eski Mısır'ı ziyarete gittiıginde orada büyük itibar görür ve Sais Mabedi rahipleri ile görüsür. Mısır rahipleri Solon'a, Yunan ve Mısır uygarlıklarının daha bir çocuk kadar genç olduklarını ve asıl insanlııgın altın devrinin kendi zamanlarından 9000 yıl önce sulara gömülerek batan ve yok olan Atlantis uygarlııgı oduıgundan sözederler. Solon saskın ancak ilgi ile bu açıklamaları dinler ve ilk kez bir batılı Atlantis’in varlııgını efsane biçiminde de olsa, öıgrenmis olur.



Sonradan bu notlar ve bilgiler Eflatun tarafından “Diyaloglar” adı altında kaleme alınır. Birinci diyalog; Timaeus, ikinci diyalog; Critias, ya da Atlantik’ dir. Eflatun bu iki yazıda Atlantis anakarasını ve gelisimini sonuna dek detayları ile anlatır. (Ilgilenenlere, bu yapıtı okumalarını öneririz)



Bir çok bilgine göre Atlantis, Atlas Okyanusu’nda deıgil, baska bir yerdedir. Örneıgin, Akdeniz'de, Ege’de Tera Adası’nda, Afrika’da, Kuzey Denizi’nde vb. Bazı arastırmacılar ise bu esrarengiz ülkenin Kafkasya'da olduıgundan sözeder. Bunlar, Reginald A. Fessenden, Delisle de Sales, Hermann Wirth gibi tarihçi ve arastırmacılardır.



Atlantis anakarasının Kafkasya'da olduıgu gerçekte ispatlanamayacaıgı ve mantııga aykırı olabileceıgi düsünülebilir, ancak gerçek olan bir sey vardır ki, Kafkasya ile Atlantis arasında çok yakın bir iliski saptanmıstır.



Atlantis’ in sulara batısını izleyen büyük tufanın o zamanki bilinen dünyayı sular altında bırakmıs olması da gerekirdi. Bu tufanda su yüzünde ancak yüksek daıgların kalmıs olabileceıgi de çok olasıdır. Avrupa'nın en yüksek daıgları Pireneler, Alpler ve Kafkas daıglarıdır ve bu bölgede yasayan insanlar en yakın kara olduıgu için tufanda kurtulanlar arasında sayılabilir. Bu büyük felaketten kurtulabilen bazı Atlantisliler'in de böyle daıglık kara parçalarına sııgınarak yasamlarını kurtarabilecekleri de akla gelen bir teoridir. Eflatun da bunu bu sekilde yansıtmıstır.

Uluslar dönem dönem geçirdikleri gelisimleri ve uygarlıkları zamanla unuturlar. Felaketler, tufanlar, depremler çok seyi yok eder, kalan harabeler bir tas yııgınıdır. Bir yüzyıl öncesine dek Mısır halkı hiyeroglifleri okumaktan ve geçmis Mısır’ın üstün uygarlııgının derecesinden habersiz yasıyorlardı. Iranlılar'ın Pers ve Darius hakkında hemen hemen hiçbir bilgileri yoktu. Sonraları arkeolojik arastırmalar aracılııgıyla eski yazılar desifre olunca çok seyler öıgrenildi. Ulusların bugünkü durumlarından çok daha üstün bir uygarlııga sahip oldukları anlasıldı. Yunanlar ve Romalılar da aynı sınıflandırmaya girebilir.



Kafkasya’ya gelince konumuzun içine giren, özellikle Kuzey-Kafkasya birçok efsane ve masallara konu olmus, iklimi, geçmisi, coıgrafyası ve tarihi ve insanları ile çok ilginç bir ülkedir. Özellikle Çerkesya bölgesi, Maikop ve çevresinde 19.yüzyıldan beri yapılan arkeolojik kazılarda çok ilginç ve deıgerli kral mezarları, Katakomb Kültürü ve Uygarlııgı’nın kalıntıları bulunmustur (E. Chantre). Yine sahilde Tuapse' den içerde Osetya’ya kadar olan bölgede (ki burası eski Çerkesya bölgesi olarak kabul edilir) Dolmen denilen tekparça tas yapıtlara rastlanmaktadır. Bunların birer mezar mı yoksa birer anıt mı oldukları henüz belirlenememistir.



Kafkasya’ya iliskin çok yapıt yazmıs olan Ingiliz John F. Baddeley, ikinci yapıtında Kuzey-Kafkasya’da görmüs olduıgu çok ama çok büyük harabelerden sözeder. John F. Baddeley bu bölgede Çarlık zamanında ve sonra uzun soluklu geziler yapmıstır. Baddeley, dünyada bir esinin ancak Bolivya'da, 4000 metre yükseklikte Titicaca gölünün sahillerinde, “Tihuanaco” kalıntılarında görüldüıgü söyler. Bu “devasa" harabelerin nasıl Kafkasya’nın bu yüksek bölgelerine binlerce yıl önce, ne gibi aletlerle ve kimler tarafından yapıldııgı gizemi hala çözülmemistir.



Baddeley'in gördüıgü harabeler Osetya bölgesinde, Kaluat köy sırtlarında, Edisa adı ile anılır. Yazar bu kalıntıları Kafkasyalı arastırmacı Prof. Melitset Bekof ile gezmis ve hayran kalmıstır. Adına “Devler Kalesi” denilen bu yapıtlar yüksek bir plato üzerine kurulmus, birkaç dönümden fazla bir alanı kaplamaktadır. Volkanik olduıgu söylenen ve yüzlerce ton aıgırlııgında kayalardan yapılmıstır. Dikdörtgen seklinde olan duvarlarının kalınlııgı yerine göre üç metreden fazladır. Taslar tekparça bloklardan kesilmis ya da yontulmus deıgildir, sanki kalıptan çıkmıssa benzer, yüzlerce ton aıgırlııgındadır her bir tas. Herhangi bir madde (çimento gibi) ile yapıstırılmamıs olmaları ilginçtir. Oldukça düzgün sekilde aralarında milimetrik bir açıklık olmadan birbirlerine uyum saıglamıslardır. Böylece bu görkemli yapıt insan üstü bir kalıntı görünümü vermektedir. Baddeley’in sorusuna yanıtı, Prof. Melitset Bekof verir. Bu harabelerin Keltler'den kalma olabileceıgini söyler. Ancak Baddeley' e göre bu yapıtın Kafkas-Nart mitolojisine de dayanabileceıgi düsünülebilir.



Bunun gibi daha birçok açıklanamayan gizemlerle dolu Kafkasya'da geçmiste çok büyük bir uygarlııgın bulunduıgu ve orada yasamıs insanları etkilediıgi inkar edilemez. Sonradan halk, deıgindiıgimiz gibi bu büyük uygarlııgı unutmus, basit bir pastoral yasam yasamaya baslamıstır. Ancak en ilginç nokta sudur: Kuzey-Kafkasya halkları, özellikle Çerkes dediıgimiz, Adigeler ilk çaıglardan beri bu ülkenin otokton yerel topluluıgunu olusturmaktadır. Adigelerin, Shabze denilen yazılmamıs ancak en küçük noktasına kadar uygulanan töre ve adetleri, yani bir bakıma anayasaları vardır. 19.yüzyılda Avrupalılar'a oranla yalın bir yasam ve toplum düzeni yasayan Çerkeslerin arasına gelerek yıllarca yasayan Ingiliz arastırmacı ve gezgin James S.Bell, bu insanlar için; “Bütün gördüklerimin bana verdiıgi kanı sudur, genellikle Çerkesler, simdiye kadar tanıdııgım, isittiıgim ve okuduıgum ulusların en kibar ve nazik olanıdırlar" diye yazmıstır.



Yine Çerkesleri 1818-1819 yıllarında ziyaret etmis olan Sövaye Kont T.De Marigny, bu insanların arasındaki terbiye, büyüıge ve kadına saygı, kendilerine sahip olmada gösterdikleri irade ile konukseverlik, fazilet ve inceliklerini uzun, uzun anlatır. Daha da ötesi, eıger aile durumu uygun olsa, bu insanlar arasına yerlesip geri kalan yasamını orada yasamak istediıginden sözeder.



Simdi en önemli noktaya gelelim. Yazılı yasaları, polisi, üniversitesi, yazılı bir edebiyatı ve maliye kurumu, para, altın ve diıger deıgerli madenlere dayanan bir ekonomik düzeni olmayan bu toplumun, ilkel, barbar bir kabile düzeni olması gerekirken; halkın birbirini yaıgmalamaya, eıglenceye, içkiye düskün korku ve dehsetin kol gezdiıgi bir düzende yasaması gerektiıgi kosullarda bu nasıl olmamıstır. Tersine bu ilkel kosulların var olduıgu bu toplumda, 1000 yıllık bir gelismeden geçmis bir Ingiliz ulusunun ya da diıger ileri ulusların, eıgitim, yasa ve devlet otoritesi ile gelismis niteliklerine karsın bunlar görülmektedir. Bu ileri ülkelerde bu gibi töreleri ve terbiyeyi uygulamak için, yüzlerce yıllık öıgrenim ve eıgitim ile devamlı yenilenen yasalar yapılır ve bunlar polis, asker vb güçlerle yürürlüıge sokulurken, Çerkeslerde bu gelisme tümüyle doıgal olarak uygulanmakta ve yüzyıllardan beri devam etmekteydi. Rus isgaline dek (1864) baıgımsız Çerkesya'da yalnız konuk olmayan ve izinsiz ülkeye giren yabancılara karsı saldırı ve düsmanca hareket görülmüstür.



Çok eski dönemlerde Araplar büyük tufandan önce var olan bir ada uygarlııgından ve burada yasamıs olan “Ad” diye bir kavimden sözederler. Bu Ad’ın deprem ve tufan sonucu battııgını efsane ederler. Bu batan “Ad” efsanesi, Atlantis efsanesiyle ile aynıdır (Charles Berlitz,Mystery of Atlantis, 1976).



Sonraları tek tanrı dinleri ilk insana Adem demistir. Acaba bu ilk insan deıgil de ilk kavim olmasın?

Çerkesler kendilerine, kendi dillerinde Adige derler. Bu da AD'dan gelen anlam*na gelebilir. Bir de Ademey adında bir Çerkes boyu vardır ki geçmisinin Adem’e dayandııgını iddia eder.



Eflatun, Kritias adlı ikinci diyalogunda Atlantisliler'den ve adetlerinden sözederken sunları yazıyor. “Törelerine ve adetlerine çok baıglıydılar. Ilahlarına karsı saygılıydılar. Çünkü yüksek bir karakter ve ruh asaleti tasıyorlardı. Nezaket ve akıl onların yasamlarında ve karsılıklı iliskilerinde en önemli yöntemleriydi. Ahlak en önem verdikleri deıgerdi. Dünyevi seyler ile o kadar ilgilenmezlerdi, mal, mülk, altın, servet onların ilgilendikleri konular deıgildi. Bunlara dünyevi bir yük olarak bakarlardı. Lüks ve sefahat onları. zehirlememisti. Servet onların iradelerini kırmamıstı. Aklı basında, ayık insanlardı. Bu dünyevi mal, mülk, servet ve sefahatin arkadaslık, seref ve karsılıklı saygılarını yitirebileceıginin tehlikesini kavramıs, mütevazi insanlardı



Eflatun’un Atlantisliler'in adetlerinden sözeden bu sözleri, sasırtıcı bir benzerlikle, Kont de Marigny, E.Spencer, J.Sbell, J.A.Longworth ve D.Urquhart gibi Avrupalıların Çerkesler hakkındaki anılarına benzemektedir. Bu iki kavmin töreleri ve adetleri arasındaki benzerlik hayret vericidir. Bazı kuskucular, Atlantis'in tamamen hayal ürünü olduıgunu ve Eflatun’un ideal bir Atina yaratmak için bu ideal halk ve devlet düsüncelerini Atlantis efsanesini yaratarak yaymak istediıginden sözederler. Eıger bu sav doıgru ise, demek ki Eflatun’un kurmak istediıgi ideal Atina ve ideal toplum, binlerce yıl Çerkesya da gerçeklesmis olmuyor mu ?



Avrupa'da Bronz devrinde etken olmus bir Etrüsk uygarlııgı vardı. Italya’nın Ligurya yöresinde gelismis olan Etrüsk uygarlııgı sonraları Romalılar tarafından tasfiye edilmis ve yok olmustur. Bugüne dek çözülememis bir alfabeleri vardır. Silahları ve harp arabaları bronzdandı. Geriye çesitli sanat yapıtları bırakmıs olan Etrüskler, Italya’ya, Anadolu'dan Lydia'dan geldikleri söylenir. Bu kavim Hititlerin bir koluydu, Anadolu'ya yerlesmis Kafkas asıllı bir ırk olduıgu iddia edilir. Fransız dilbilimcisi, Georges Dumezil ise Çerkeslerin Ubıh boyu lehçesinin Hititçe ile aynı olduıgunu kanıtlamıstır. Britanika Ansiklopedisi, açıkça Etrüsk dilinin Kafkas dilleri ile ilgili ve çok fonetik benzerlikleri olan bir dil olduıgunu yazar (Encyclopedia Brittanica, Etruscan Language).



Birçok Avrupalı dilbilimci ve etnolojist ve arastırmacı da bu tezi savunmaktadırlar. 19.yüzyılda yasamıs Çerkes tarihçisi, Noguma Sura Bekmurzin, Etrüskler'in, Ligurlar'ın ve Pelasglar'ın Kafkas asıllı kavimler olduıgunu iddia eder. Bu tezi savunanlar arasında son devrin arastırmacı ve yazarlarından Aytek Natımok ve Gunokue K. Özbay da vardır.

Eflatun ise Etrüskler'in yerlesim merkezi ve ülkesi olan Ligurya için “özellikle Atlantis'in bir kolonisidir” der (C.Berlitz.Mystery of Atlantis).



Tarihçi Alexander Basmakof insanlııgın geçmisinin gizemi hakkında sunu yazmıstır. "Tarih öncesi (prehistorik) devirlere iliskin anahtarlar hala Kafkas ve Pirene (Bask) Daıgları'nın yüksek vadilerinde yasayan kavimlerin elindedir." Basklar, Ispanya'nın Pirene Daıgları ve Atlantik Okyanusu kıyıları ile Fransa sınırı yakınlarında yasayan Avrupa'nın en eski bir deıgismemis kavmidir. Basklar dürüstlükleri, enerjik tavırları, sadakatleri ile temayüz etmis bir ulustur, aynı zamanda hala büyü ve büyücülüıge inanırlar. Çok batıl inançları vardır.



Dilleri Avrupa'nın hiçbir diline benzemediıgi gibi, çok eski devirlere dayanmaktadır. Maıgara devri günlerinin, Kro-Magnon insanlarının dilini andırır bir kökten gelir. Örneıgin ‘tavan’ sözcüıgü maıgaranın üstü anlamındadır, ’bıçak' sözcüıgü ise ‘kesici bir tas’ anlam*na gelen bir tümceciktir. Bu ulusun antikitesi, Atlantis hakkında bir kitap yazmıs olan, yazar Spence'in, Atlantis'ten göç edenlerin zaman zaman Ispanya ve Fransa sahillerine yerlestiklerini bir bakıma onaylar gibidir. Britanika Ansiklopedisi, Bask dilinin, Kafkas dilleri ile benzerliıgini ve aynı aileden olduıgunu açıkça yazar.



Charles Berlitz “Atlantis'in Esrarı” kitabında, Bask dili için, Avrupa'nın çok eskilerden kalma yasayan fosil dili diye sözeder. Buzul çaıgından önceki bir dil, daha doıgrusu Atlantis dilinin günümüze kalmıs tek temsilcisi, der.



Öyleyse, Kafkas dilleri; özellikle Çerkes, Abhaz lehçeler de, bu temsilciliıge hak kazanmıs olmaz mı?

Basklar soy ve dil bakımından Kafkasya’nın Abhaz-Abaza kavmine akrabadırlar. “Tarihte Kafkasya” isimli kitabında General I.Berkok, Baskların, Abask Abhaz, ırkı ile aynı soydan geldiklerini açıklar. Bunlara Kafkasya'da hala ‘Baskheg' diye seslenildiıginden edildiıginden sözeder.



Böylece Atlantis efsanesi ile Etrüsk ve Baskların iliskilerini açıkça ortaya koymus olduk. Etrüsk ve Baskların da Kafkas, Çerkes-Adige ve Abhaz kavmi ile yakın iliskileri de rededilmez bir tarihi gerçektir.

Çerkesler arasında en küçük köydeki en okumamıs bir yaslı kadından bile duyabileceıginiz yaygın bir söylesi vardır; birisine kızdıkları zaman söyle derler, “Ta ham hitug ou vieh” anlamı, “Allah seni o batan adaya sürsün. ”Kafkasya sahillerinde hiç ada yoktur ve bu söz çok eski bir deyistir. Üstelik daıg köylerinde denizden yüzlerce km. uzakta deniz görmemis Çerkesler arasında da bu deyis kullanılmaktadır.

Yine Çerkeslerde yaslı nineler ve dedeler, küçük çocuklara yüzlerce yıl önce bile 'uçan gemiler' ve 'yelkensiz vapurlar' ile ilgili masallar anlattıkları bir halkbilim gerçeıgidir (Circassian Star, No. l, Vol. l, Nana, Nina).



Günümüzde Atlantis’in geçmisteki varlııgı tam olarak kanıtlanmıs deıgildir. Ancak birçok bilim adamı yüzlerce yazar, yıllardan beri bu konuda yüzlerce kitap yazmıslar, tezler yürütmüsler ve iddialarda bulunmuslardır. Bu konu ile ilgili filimler çekilmis ve konferanslar verilmistir.
 
Araştırmacılar, arkeologlar, jeologlar ve antropologlar ne derse desin, ‘Atlantis’ bir efsane olarak binlerce yıldır, hep gündemde
Kayıp kıta yalnız Atlantis değil!. Mu ve Lemurya da gündemde… Gündemde her zaman Atlantis’le ilgili haberler vardır ve bu haberlere meta açıdan değişik bir gözle bakacak olursak şöyle görebilirmiyiz ki; önemli olan sadece bu batık ve kayıp kıtaların yeryüzüne çıkışı değildir. Bu tip sansasyonel olayların gündeme gelişindeki asıl amaç, ‘Mu-Lemurya ve Atlantis Bilgeliğinin’ yeryüzüne tekrar çıkışının gizli müjdesini vermek neden olmasın? …
Binlerce yıl önceki, saf, arınmış ve ilk aktığı günlerin tazeliğini taşıyan derin bir bilgelik yeryüzüne çıkmaya hazırlanıyor olabilir…
Platon, Atlantis’le ilgili ilk yazdığı eseri ‘Timea’ ve M.Ö. 345 yılında yazdığı ‘Kritias’ adlı eserinde kaynak olarak M.Ö.7 yy’da yaşayan ünlü politikacı, filozof ve tarihçi Solon’u gösterdi. Solon kayıtlara göre M.Ö 590 yılında Mısır’a giderek Mısırlı rahiplerden tradisyonel (geleneklerin aktardığı) bilgiler edindi. Bu bilgiler, Atlantis’de yaşamı ve Mısır uygarlığının kökeninin Mu ve Atlantis’e uzandığını anlatıyordu. Solon’a göre onun doğumundan 9 bin yıl önce çok güçlü bir medeniyet vardı.
__________________
 
Sırrı çözülemeyen Atlantis Efsanesi
Tanınmış Yunan gezgin ve tarihçi Herodot, bu günkü Sahra’da yaşamış olan garip bir halktan söz eder ve onların Atlantisli olduğunu söyler. Bu efsanevi ülke zaman zaman yerküremizin, birbirleriyle hiç ilgisi olmayan noktalarına yerleştirilmeye çalışılmıştır. Yunanlı tarihçi gibi günümüz romancılarından Pierre Benoit gibi yazar araştırmacılar, bu ülkenin, Sahra’nın Fas Atlaslarına yakın bölümünde bulunduğunu iddia etmişlerdir. O zamanlardaki Sahra bu günkü gibi çöl değil, aksine yemyeşil ve bereketli bir yerdi. Bu ülke insanlarının torunları tuaregler olmalıdır, zira mavi derileriyle meşhur bu insanların kökenleri saptanamamıştır.
Diğer bazılarına göre de Atlantis, Baltık Denizinde veya İzlanda ile Grönland arasında yer almaktadır. Bazen ise Kafkasya’da bulunduğu iddia edilmektedir.Bütün bu tezler içinde en çok rağbet göreni ise Atlantik Okyanusu’nun ortasında yer aldığıyla ilgili olanı.Bu tezden ilk söz eden Platon (Eflatun) olmuştur. Platon, Atlantis’le ilgili ‘Timea’ adlı eserinde bu konuyu çok detaylı ele almıştır. Ama bu tradisyona birbiri ile ilgisi olmayan pek çok uygarlıkta da rastlanmaktadır. Öne sürülen ifadelerin çoğunun birleştiği nokta, bu uygarlığın çok yüksek bir evrim seviyesine erişmiş olduğu. Tip olarak siyah saçlı ve çıkık elmacık kemikli olan Atlantisliler, maddeye hakim olacak güçte sihirli bilgiye sahiptiler. İnanılmaz derecede yüksek bir teknolojileri vardı, başkentleri olan Poseidon ’da altın tapınakları vardı. Tunçtan yapılmış geniş bir sur ile çevriliydi ve bolluk, bereket içindeydiler.
Atlantis’in yok oluşuna, işte bu ileri teknoloji ve o doymak bilmez iktidar hırsı neden oldu. Atlantisliler, dikkatsiz davranarak, “negatif güçleri” uyandırdılar ve kim bilir, belki de atomik bir bir tufan sonucunda dalgalar arasında yok olup gittiler. Atlantis, üzerinde yaşayan halk ile birlikte bir gün ve bir gece içinde volkan ateşleri, yer sarsıntıları ve her şeyin yutan suların arasında kayboldular…Atlantik ’de yer alan bu günkü Azor ve Kanarya adaları, her halde Atlantis’in sular üzerinde kalmış olan izleridir ve Tenerif adasındaki Teide Tepesi de Atlantis ’lilerin büyük kutsal dağının en yüksek tepesi olmalıdır.
Kayboluşundan 10000-12000 yıl sonra Atlantik Okyanusunda bu efsanevi ülkeye ait kalıntılar bulunmuştur: Aniden okyanusun içinden fışkırmış olan volkanik adalar, Bahama adalarındaki Bimini ’de görülenlere benzer taş döşeli devasa bloklar gibi. Bilmediğimiz efsanevi bilgilerin anahtarına sahip olan bu esrarengiz uygarlık konusunda, ezoterizm, gizemcilik ve okültizmle ilgilenenler, kulakları kirişte yeni haberleri beklemekteler…
Meraklı araştırmacıların kulaklarına kar suyu kaçtı mı? Bilmiyoruz ama şimdi de Atlantis’in kalıntılarının İspanya’nın güneyinde olduğu iddia ediliyor. Belki de hepsinde doğruluk payı var. Bir kıta mı yoksa tüm gezegen mi değişime uğradı henüz tam olarak bilemiyoruz ki?
Tek bir kıta değilse elbette pek çok yerde kalıntılara rastlamak mümkün. Bu kalıntıların birinden gerçek tarihi belgelere ve kanıtlara ulaşıncaya kadar beklemek zorundayız.
Sorular yanıt arıyor… Atlantis efsanesi gerçek mi? Araştırmalar devam ediyor…
Ünlü Kahin Edgar Cayce ise, ‘Tufan Öncesi Atlantis’ ve İnsanın Kaderi (RM-Yayınları) adlı eserlerinde, Batık Atlantis Kıtası’nın tekrar yeryüzüne çıkacağını, ‘Okumak’ adını verdiği kayıtlardan öğrendiğini belirtmişti. İkinci Dünya Savaşı, A.B.D.’deki ırk mücadelesi, Vietnam Savaşı, Kennedy’nin öldürülmesi ve binlerce kişiyle ilgili kehanetleri hep doğru çıkan Cayce, okumalarına göre; Los Angeles, San Fransisco ve New York’un tam***** yakının yerle bir olacağını, Japonya’nın büyük bir kısmının sulara gömüleceğini, jeolojik hareketlerin Kuzey Avrupa’nın şeklini değiştireceğini, Sovyetlerde komünizmin son bulacağını, Amerika ile yeni bir ittifaka gideceklerini ve Batık Atlantis Kıtası’nın tekrar su yüzüne çıkacağını gördüğünü söyledi.
 
Gerçekleşir mi? Edgar Cayce’nin ikinci bir adı da ‘Uyuyan Kahindir’. Nostradamus’tan sonra dünyanın ikinci büyük kahini olduğu iddia ediliyor. Gerçekleşen olaylar var ama tedbir açısından şimdiden bir şey söylemek pek mümkün değil… En azından böyle bir yeteneğe duyulan saygı adına… Yaşayıp görmek gerek…
Cayce’ye göre Atlantis Efsanesi söyle: Atlantisliler İ.Ö. 10500 yılından da önce Mısır’a göçtüler ve Atlantis’in 40 bin yıllık kayıtlarını da aldılar. Platon’a göre ise, adlarına Naakaller denilen Mısırlı rahipler Solon’a Atlantis’in gerçek öyküsünü anlattılar. Cayce, bu kayıtların, Sfenks’in yakınlarında, henüz keşfedilmemiş ve tamamen toprağın içindeki bir piramidin ‘Kayıtlar Salonu’nda bulunacağını söyledi.
alıntıdır.
__________________
 
Özellikle son yüzyılda modern kozmoloji, arkeoloji, jeoloji ve antropoloji bilimlerinin gelişmesi sonucunda ortaya çıkarılan önemli bulgular günümüz insanını şaşırtmaya devam ediyor. İnsanoğlu bir yandan modern kozmoloji vasıtasıyla, hızla evrenin gizemini çözmeye çalışırken bir yandan da kendi geçmişiyle ilgili araştırmalarını her gün yeni boyutlara taşıyor. Bilim adamları keşif diye ortaya koydukları bu bulgulara sadece modern tekniklerle ulaşmıyorlar, eski çağlardan günümüze ulaşan antik hikayelerden yani mitlerden de faydalanıyorlar. Bir zamanlar efsane nazarı ile bakılan hikayelerin gün geliyor gerçek olduğu ortaya çıkıyor.
Bütün bu çabalar geçmişi günümüze bağlayan yollarda hala gizemini koruyan antik uygarlıkların bilinmezlerinin ortaya çıkarılmasıyla ilgili. Tarihe zaman cetveli dersek, aradaki boşluklara ben “Kayıp Zamanlar” diyorum.

Antakya “Kayıp Zamanlar”a sahip, dünyada ender şehirlerden birisi ve bu kent hayatım boyunca benim için hep sürprizlerin, gizemlerin başkenti olmuştur.
Başlangıçta bunu sadece orada doğmuş, büyümüş olmanın verdiği bilinçsiz bir aidiyet duygusu zannediyordum.
Düşüncelerim zamanla yerini çocukluğumun geçtiği bu şehri daha fazla tanımaya, araştırmaya yöneltti, her fırsatta yaptığım okumalarımda, incelemelerimde gördüm ki uygarlık tarihinin gelişiminin birçok safhasında Antakya’nın önemli bir misyonu vardı ve birbirinden bağımsız, alakasız gibi görünen olaylar bir şekilde Antakya üzerinden birbirleriyle ilintili hale geliyorlardı. Antakya benim için artık “Kayıp Zamanlar”ın başkentiydi.
Bu araştırmada İ.Ö 41.000 den itibaren (bugün için) efsane uygarlık “Atlantis” de dahil olmak üzere insanlık tarihinin kayıp zamanlarının yollarının Antakya’da nasıl kesiştiğini okuyacaksınız.
 
ANTAKYA’YA DOĞRU
Antik çağa ait birçok efsane zamanla önemini yitirmiş olmasına rağmen Mu ve Atlantis Efsaneleri dünya çapında antik kültürün çatısını oluşturmuşlardır. Antik uygarlıklarla ilgili akademik programların dışında çalışmalar yapan araştırmacılarla bilim adamları arasında zaman zaman büyük görüş ayrılıkları olmakla birlikte birbirinden bağımsız gibi görünen bu çalışmaların nihai sonuca varmada hızlandırıcı etki yaptıkları şüphesizdir.
Bilimsel bilgi araştırmalarını sürekli olarak gözden geçirir ve buluşlarını somut verilere dayandırmak ister. Yapılan keşiflerle, Antakya dünya uygarlık tarihinin gizemlerinin çözülmesinde 19. yüzyılın başından itibaren tarih öncesi çağ araştırmacılarının ve bilim adamlarının nadide bir laboratuarı haline gelmiştir.

__________________
 
ATLANTİS NEREDE?
İnsanoğlunun yüzyıllardır ilgi odağı olmaya devam eden Atlantis efsanesi ilk olarak Plato’nun diyaloglarında geçer. İ.Ö 421 yılında Sokrates’in evinde yapılan felsefi bir sohbette Atinalı devlet adamı Kristias Ünlü Yunanlı şair Solon’un Mısır’da bulunduğu sırada Mısırlı bir rahibin aktardığı bilgilerden yola çıkarak İ.Ö 9.000 yılında gerçekleştiği sanılan Atlantis efsanesi olayını dedesi Dropides’e aktardığını anlatır.
Bu toplantıda Sokrates’in talebesi olarak bulunan ve notlar alan Plato daha sonra yazmış olduğu diyaloglarında Atlantis efsanesinden bahseder. Efsaneye göre Cebelitarık boğazının önünde Atlantik okyanusunda Atlantis isimli dev bir ada vardı. Adanın sakinleri çok yüksek bir medeniyet seviyesine ulaşmışlar: Batı Akdeniz’den Avrupa’ya ve Amerika’ya ulaşan büyük bir imparatorluk kurmuşlardı. Zaman içinde güçlerine güç katan Atlantisliler Yunanistan ve Mısır’da dahil olmak üzere tüm Akdeniz ülkelerini ele geçirmek amacıyla yaptıkları son seferde Helenlerle savaşa tutuştular ancak Helenlerin güçlü direnişi karşısında savaşı kaybettiler ve neticede Akdeniz’deki hakimiyetlerini de yitirmiş oldular. Efsaneye göre bu savaştan kısa bir müddet sonra bütün Akdeniz bölgesi tufanlar ve depremlerle sarsıldı, binlerce insan hayatını kaybetti Atlantis adası denize gömülerek yok oldu.

İnsanlık tarihini derinden etkileyen Atlantis efsanesi 1882 yılında Amerikalı araştırmacı Ignatus Donnelly’nin yazdığı “Atlantis Tufan Öncesi Diyar” adlı eserinden sonra dünya mitolojisine ve antik geçmişe ilgi duyan araştırmacıların ve bilim adamlarının gündeminde yeniden ilk sıraya oturdu, birçok kurgu romanında konusu oldu. Araştırmacı Kemal Menemencioğlu’na göre “Jules Verne, H. G. Wells ve Conan Doyle gibi tanınmış yazarlar romanlarında Atlantis konusunu işlediler. Bunların haricinde klasik tezden uzaklaşıp Atlantis’in İsveç'te, İsrail'de, Kuzey Kutbu'nda, Spitzbergen adasında, Amerika'da, İspanya'da, Tunus'ta, Kafkasya'da, Almanya'da ve son olarak Thera veya Santorini adasında ve daha başka yerlerde olduğunu iddia eden eserler yazıldı”. Bu eserlerin sayısı binlerle ifade edilmektedir.
 
Geri
Üst