Değerli Üyelerimiz sizler için kendimizi sürekli yeniliyoruz. Lütfen 10 saniyede üye olarak bizlere destek olunuz... 😊 Tüm sorunları bize bildirebilirsiniz
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Nevşehir’de yetişen Allah adamlarından “Hasan Dede”
bir gün sevdikleriyle sohbet ederken;
- Kardeşlerim
Allah’ın velî kullarını seviniz
buyurdu. Zira bir hadis-i şerifte
evliya kullar için; “Onlar görülünce Allahü teâlâ hatırlanır” buyuruluyor.
- O büyükler vefat etmişse?dediler.
- Olsun
buyurdu. Vefat etmiş olsalar da
mübarek ruhları dünya ile ilişki içindedir yine.
- Nasıl yani?
- Yani o büyüklerin ismi nerede anılırsa
ruhları orada hazır olur. Bereket iner o yere. Onları araya koyarak
onların hürmetine kim dua ederse
kavuşur muradına. Çünkü o büyükler Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Cenab-ı Hak
“onların hürmetine...” diyerek yapılan duayı geri çevirmez.
İnsan neye benzer?
Bir gün de “Kibir”den sordular bu zata.
Buyurdu ki:
- Şu aciz insanın kibredecek nesi vardır ki? Aslı
“bir damla su”
sonu “bir avuç toprak”tır. Önce hiç yoktu. Sonra dünyaya gelip
hiçbir şey yapamayan bebek oldu. Şimdi de her an hasta olmak ve ölmek korkusundadır. Nihayet ölecek
çürüyüp toprak olacak
kurtlara
böceklere yem olacaktır.
Ve sordu cemaate:
- İnsan
neye benzer biliyor musunuz?
- Neye benzer hocam?
- Boğazlanmayı bekleyen “koyun”a
yahut idam olmayı bekleyen bir “idam mahkûmu”na benzer. Her an için öleceği ve azaba ***ürüleceği zamanı beklemektedir. Ölünce
kabir azabı çekecek
sonra diriltilip kıyamet sıkıntılarını görecektir. Sonra da Cehenneme atılacak
tarifi imkânsız azaplara yakalanacaktır belki de.
Ve sordu yine:
- Bütün bu musibetlerin başına gelmesi muhtemel olan bir insana
“kibir”mi yakışır
yoksa “tevazu” mu?
- Elbette tevazu yakışır efendim.
- Evet. Bütün insanları yaratan
sonsuz kuvvet ve kudret sahibi olan Allahü teâlâ da; “Kibredenleri sevmem
Hindistan evliyâsından “Ubeydullah Serhendî” hazretleri
bir gün şunu anlattı sevdiklerine:
Vaktiyle bir Müslüman
birinden tarla satın almıştı. Tarlayı sürerken “bir küp altın” çıktı taprağın altından. Küpü kucaklayıp doğruca gitti mal sahibine ve;
- Al arkadaş
bu altınlar senin
dedi. Tarlayı sürerken buldum.
Adam kabul etmedi.
- Hayır kardeşim
alamam.
- Nedenmiş o?
- Ben bu tarlayı sana sattım. Dolayısıyla bunlar da senindir.
- Ama ben
sadece tarlayı satın aldım. Altındakiler sana aittir.
- Hayır
sana âittir.
Velhasıl anlaşamayınca
kadıya gittiler. Kadı efendi
ikisinin de temiz insanlar olduğunu görünce
sordu birine:
- Senin evlenecek oğlun var mı?
- Var kadı efendi.
Öbürüne sordu:
- Senin evlilik çağında kızın var mı?
- Var efendim.
O iki gencin nikâhlarını kıyıp;
- Bu altınlar da mehir olsun
dedi.
Ve bu hayırlı izdivaçtan
“Bayezid-i Bistâmî” hazretleri dünyaya geldi.
Din nasihattir...
Sonra sevdiklerine dönerek;
- Din
nasihattir buyurdu. Herkes
elinde ne imkân varsa
onunla “emr-i maruf” yapmalıdır.
Sonra şunu anlattı:
Hazreti Ömer
eshâb-ı kiramın büyüklerinden birini
bir şehre vali tayin edip
birkaç sahâbî ile kendisini uğurlarken ayaküstü nasihat etti:
- Gittiğin yerde sakın Allaha şirk koşma! Beş vakit namazını kıl! Ramazanda orucunu tut! Zengin olursan zekâtını ver ve hacca git!
O gidince
sahâbîler;
- Ey halife! dediler. Bunlar bilinen şeyler. Kaldı ki bu zat
Cennetle müjdelenmiş bir sahâbî.
Hazret-i Ömer;
- Olsun
buyurdu.
- Hikmetini anlayamadık da efendim.
- Din
nasihattir kardeşlerim. Bildiği şeyler de olsa
en mühim hususları hatırlattım kendisine.
Ve sordu onlara:
- Başka ne söyleyebilirdim ki?
Osmanlının büyük âlimlerindendir. “Müftiyüssekaleyn” denir kendisine.
Yâni insanlara ve cinlere fetva veren müftü.
Bir gün
başında çok kıymetli bir sarık varken yanına biri gelir bir aralık.
Adamın dikkatini çeker sarık.
Kendi kendine; “Çok pahalı bir şey” diye düşünür. “Şunu satsa
parasıyla çok fakirin karnını doyurur”.
İyi de
Ebüssü’ûd Efendinin açıktır kalb gözü.
Anlar böyle düşündüğünü.
Derhal çıkarıp uzatır sarığı o kimseye.
- Bunu sat da gel
buyurur.
Adam sarığı alırken;
- Niçin? diye sorar.
Buyurur ki:
- Bunun parasıyla çok fakirin karnı doyar.
Adamcağız;
- Başüstüne
der ve gider pazara.
Birine satıp geri dönünce şaşırır o ara.
Çünkü sattığı sarık
der. Ben bu sarığı satmıştım. Şimdi sizde ne arar?
- Sırrını öğrenmek ister misin?
- Elbette efendim.
Ona bir adres verip;
- Bu kimseye git sor
buyurur.
Adam o adrese gittiğinde hayret eder
şaşırır.
Çünkü bu kimse
az önce sarığı sattığı adamdır.
Sorunca
adam şöyle anlatır:
- Üç ay önce denizde fırtınaya tutuldum.
- Evet.
- Tam boğulmak üzereyken
bir adakta bulundum.
- Nasıl bir adak?
- “Eğer kurtulursam
dedim. Ebüssü’ûd Efendi’ye çok kıymetli bir sarık alıp hediye ***üreceğim”.
- Ee sonra?
- Bugün senin elinde o sarığı görünce “Tamam” dedim içimden. “Ebüssü’ûd Efendiye layık bir sarık buldum nihayet”.
Alıp hediye ***ürdüm.
Ve ekledi:
Hadise bundan ibaret...
“Mevlânâ Seyyid İbrâhim Efendi” Allah adamlarındandır. Sülalesi
hazret-i Hüseyin’e dayanır.
Seyyiddir yâni.
O devirde daralan ona varır.
Onun iki çift sözüyle ferahlanır.
Ama kötüler de eksik değildir o devirde.
Sevenleri olduğu gibi sevmeyenleri de vardır.
Nitekim biri vardır ki bu zata dil uzatır.
Gıybetini yapar. Allah’tan da korkmaz.
Ama mübarek aldırmaz.
Cevap bile vermez hatta.
Bir gün sevenleri gelirler bu zata;
- Efendim şu adamı susturun
derler.
Ama o;
- Hayır
buyurur. Eden kendine eder.
- Efendim izin verin
biz söyleyelim
diye sızlanırlar.
- Hayır
buyurur yine. Bırakın söylesin. Her kaptan içindeki dışarı sızar.
İyi de
o kimse edebsiz ve ahlaksızdır.
Meydanı boş bulunca iyice azıtır.
Yaptığı hakaretler günden güne artar.
Nihayet bir gün...
Hakâretinde gider çok ileriye.
Gelip haber verirler bu büyük velîye.
O zamana kadar sabreden İbrahim Efendi bu defa çok üzülür.
Kalbi incinir derinden.
Ve gadaba gelir birden.
Döner sevdiklerine;
- Onun dili
bir daha döner mi? buyurur. O hakâretlerine devam edebilir mi?
Eyvah
ok yaydan çıkmıştır.
Allah dostu kırılmıştır.
İşte ne olursa o anda olur.
Adamın dili tutulur.
Hem de o anda.
Yâni böyle buyurduğu zamanda.
Bir kelime konuşamaz olur.
Eee ne demişler: “Evliya
açıkta duran kılıç gibidir. Onlara sataşanlar
o kılıca boyunlarını vurur”.
Onu bu halde görenler;
- Bir velîyi incitenin hali böyle olur
derler. Gönlü kırık velînin bir cümlesi
ne hâle soktu adamı.
Ve dua ederler:
- Yâ Rabbî “Evliyâ” kullarını üzmekten bizi koru
derler.
Evet veliler
Allahın dostudur. Onların hürmetine yağdırılır yağmur
hocası “Sümbül Sinan” Efendinin bir defa sohbetinde bulunmakla âşık olmuştu ona.
O günden îtibâren talebesi olmuş
Onun teveccühüyle çok şeylere kavuşmuştu.
Hatta birinci talebesi olmuştu.
Hocası da onu çok sevdi.
Ve kısa zamanda mutlak icâzet verdi kendisine.
Her şey yolundaydı. Her şey tamamdı.
Amaa bir şey hariç.
Yaşı yirmidokuza geldiği halde bekârdı henüz.
Evlenmek istiyordu. Ama kiminle?
Hocasının bir kızı vardı. Ama nasıl söyleyecekti bu isteğini?
Bir aracı koyarak arz etti nihayet.
Ertesi gün hocası Sümbül Sinan Efendi çağırıp sordu kendisine:
- Sen evlenmek mi istiyorsun evladım?
- İzin verirseniz hocam.
- Peki kiminle evleneceksin?
Mahcubiyetinden önüne baktı.
- Şeyy...
Mübarek gülümsedi.
- Anladım
bizim kıza talipsin. Onu sana veririm
ama bir şartla.
Merkez Efendi rahatlamıştı.
- Her şartı kabul ediyorum hocam.
- Şartım biraz ağırdır. Yapabilecek misin bakalım?
- Himmetinizle inşallah yaparım.
- Pekâlâ
“bir yük altın” getir bizim eve.
Hiç tereddüt etmedi.
- Baş üstüne!
İyi de
nerden bulacaktı bir yük altını?
Hemen geçti faaliyete.
Önce üç-beş çuval buldu. İçini “Toprak”la doldurdu.
Ağızlarını dikerek gönderdi hocasının evine.
Sonrasını tahmin edersiniz.
Evde çuvallar açılınca birden
çil çil “Altınlar” döküldü içlerinden.
Hocası hiç hayret etmedi.
- Evlâdım! buyurdu. Benim muradım altın değildi.
Ve ekledi:
- İstedim ki
hanım da tanısın seni
o da seve seve versin kerîmesini.
Ve evlendiler.
Cenab-ı Hak şefaatlarına kavuştursun.
buyurdu. Çünkü îman çarşıda satılmaz. Babadan miras da kalmaz.
Sordular:
- Ya nasıl ele geçer efendim?
- Bu iş nasib işidir kardeşlerim
akıl ermez. Nasibi yoksa
Peygamberi de görse Müslüman olamaz.
- Hikmeti ne acaba?
- Çünkü onları
Allahü teâlâ kendisi seçiyor.
- Kendisi mi seçiyor? dediler.
- Evet. Sevdiği ve seçtiği insana veriyor bu “Îman” nîmetini. Ve onu kendine dost ediniyor.
Şöyle devam etti:
- Müslüman
mademki Cenab-ı Hakkın sevdiği ve dost edindiği insandır. O halde ona göre davranın Müslümanlara.
Ve ilave etti:
- En azından üzmeyin onları.
> Sıkıntı
nîmettir
Sohbetin devamında;
- Müslümanın eline diken batsa
mutlaka bir günahı sebebiyledir
buyurdu. Ancak bu
bir nîmettir onun için.
Şaşırdılar.
- Nîmet mi efendim?
- Evet. Çünkü o günahın cezasını dünyada çekmiş olur. Âhirete kalmaz. Bu da
onun için en büyük nîmettir.
- Âhirete kalsaydı? dediler.
- O zaman felâket olurdu.
- Neden?
- Çünkü bu dünyanın bütün acılarının toplamı
can verme acısı yanında hiç kalır.
Ve ekledi:
- Can verme acısı
kabir azâbı yanında
kabir azâbı da
Cehennem azâbı yanında hiç kalır.
> En son nasihati
Sohbetin sonunda;
- İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin en son nasihatini biliyor musunuz? diye sordu onlara.
- Bilmiyoruz
dediler.
Buyurdu ki:
- Talebeleri
bunu kendisine sormuşlar. Cevabında; “İhlâs
ihlâs
ihlâs” buyurmuş.
Sordular:
- Ne demek istemiş acaba?
- Yâni Allah için yapılmayan hiçbir iyiliğin âhirette faydası olmaz demek istemiş.