Medeniyetler Tarihi

Truvalılar

Troya şehrinin kurulmasıyla ilgili mitosta, Troaslı İlios günün birinde Frigya Kralı'nın düzenlediği bir yarışmaya katılarak birinci olur. Kazandığı ödüller içinde kara benekli bir inek de vardır. Biliciler İlios'a ineği izlemesini ve kentini ineğin durduğu yerde kurmasını söylerler. İnek gidip gidip Karamenderes (Skamondros) ile Dümrek (Smois) ırmaklarının arasında denize yakın bir yerde durur. Kurulan şehre önce İlios, sonra kurucunun atalarında Tros'un anısına Troya adı verilir. Bir süre sonra Zeus kente Pallas Athena heykeli indirecek, İlios da heykelin indiği yere Athena tapınağını yapacaktır. İlios soyu çoğalarak Priamos'a kadar gelir. Homeros'un İlyada'sında geçen şu çok ünlü savaşın hikayesi ise kısaca şöyle ortaya çıkmıştır; Tanrı Zeus'un bir kuğu şekline girerek Leda'dan peydah ettiği Helena evlenecek yaşa gelince Akhaların önde gelenleri Tündareos'un sarayına giderler. Burada Tündareos ya da Helena'nın seçimiyle, Menelaos Helena'nın kocası olur. Daha sonra Tündareos ölünce Sparta Krallığı Menelaos'a kalmıştır.
Efsaneye göre, savaşın nedeni ise Iolkos Kralı Pelans ile Thetis'in düğünlerine davet edilmeyen kavga tanrıçası Eris'in, sinirlenip bir oyun düzenlemesi ve Hera, Afrodit ve Athena'nın oturduğu ziyafet sofrasına, üzerinde 'en güzele' yazılı bir elma atmasıyla başlar. Elmanın kimin olduğu üzerine 3 güzel tartışmaya başlarlar ve Zeus'tan bu sorunu çözmesini isterler. Zeus işin içinden çıkamayınca, çareyi dağlarda çobanlık yapan ve yalnız yaşayan Paris'i rehber ilan etmekte bulur. Güzellerden her biri kendisini seçmesi için Paris'e bir şey vadederler. Paris Afrodit'e kanar ve dünyanın en güzel kadınını elde etmek için Afrodit'i yarışmanın birincisi seçer. Paris, Afrodit'in yardımıyla Sparta'ya gider, Helen'i kaçırır, prensi olduğu Troya şehrine geri döner. Bunun üzerine Sparta Kralı Menelaos, Akha ordularını toplayarak Troya'ya savaş açar. Böylece 10 yıl sürecek Troya savaşı başlamış olur.
Troya, Kazdağı'nın eteğinde, Skomondros(K. Menderes) ile Simoeis(dümreli) çaylarının sınırladıkları ve bir yanı Ege denizine, bir yanı boğaza bakan üç
[FONT=Georgia][SIZE=3][COLOR=#432b18]gen[/COLOR][/SIZE][/FONT] biçimli, ova egemen yüksekçe bir yerde kurulmuş, Schilemann, Dorgfeld ve Blegen tarafından kazılımıştır. 1871'de Schilemann, Priamos'un hazinesini bulma umuduyla işe başlamıştır. 1882'de Schilemann, W.Dorpfeld ile birlikte çalışmış ve Dorpfeld burada 9 yapı katı saptamıştır. 1932-1938 arası Carl.W.Blegen başkanlığında yapılan kazılar sonucunda Dorpfeld'in 9 kültür katı, 30'a yakın yerleşme katına bölünmüştür. Troya şu anda Monfred Korfmann tarafından kazılmaktadır.

Troya 1 (MÖ 3000-2500)
Troya 1'in en gelişmiş evresi 1.y'de kentin çapı 90 metreydi. Toya 1'in ana girişi güney tarafta ve duvarı çok iyi korunmuş durumdadır. İki kule ile savunulan kent kapısı 2.97 metre enindeydi. 3 metre kadar genişlikte dar bir koridor şeklinde bu girişin iki yanında üçgen şeklinde yapılmış olan savunma kulelerinin de doğu yönündekinin alt kısmı ve bitişindeki sur kalıntıları görülebilir. Yüksekliği 3.5 metreye yakın olan kule kalıntısının tabanının irü taşlardan oluştuğu, duvarlarının da yukarıya doğru çıktıkça küçülen taşlardan örüldügünü görmekteyiz. Troya 1'e ait en sağlam kalıntı ****ron tarzı bir evdir(1b). Onun altındaki yapı ise 1a katmanına aittir. Yine ****ron tarzı evin dıştan ölcüsü 18,75*7 metre, duvar örtüsü balık sırtı şeklindedir. Büyük odasında biri tam ortada, diğeri doğu duvara yakın olmak üzere 2 ocak bulunmuştur. Sadece birinci ocak görülebilir durumdadır. Aynı odada kuzey ve doğu duvara doğru dayanan ve günümüzde izleri belli olmayan platform, 2 metre uzunluğunda, 90 cm genişliğinde ve ve 30 cm yüksekliğindeydi. Bu ****ron yapısı bugüne değin bilinen en eski örnekti. Güneyinde pek belirgin olmayan 5 paralel duvar kalıntısının da ****ron tipi yapı olma olasılığı vardır. 1987 yılında Troya 1 evresine ait duvarların hemen hepsi temizlenmiştir. Schilemann yarmasındaki yapılar Troya 1 evresine aittir ve MÖ 3000-2800'lere tarihlenmektedir. Troya 1 büyük bir tahriple son bulmuştur.

Troya 2 (MÖ 2500-2200)
Troya 2'nin çapı 110 metreyi geçmekte ve 7 yapı katından oluşmaktaydı. Troya 1 bir yangınla son bulmasına rağmen Troya 2'de gelişmeler görülür. Fakat kültür değişikliği yoktur. Eski dünyanın batısında, bir plan sistemi gösteren ilk kent olma özelliğini taşır. Anıtsal ölçüde ****ronların yanyana bir cephe oluşturacak biçimde sıralanmaları ve bu yapı kompleksine propilonla girilmesi sistemi, 700 yıl sonraki Tiryns akropolünde görülmektedir.
En geç evresi olan 2g yapı katında yerleşmenin orta noktasında yer alan, ****ron tipi plana göre inşaa edilen yapının krala ait olabileceği, değilse bile bir bir toplantı yeri olabileceği tahmin edilmektedir. Bu yapı evresindeki planların ****ron tipinin türevleri oldukları görülmektedir. Konutların büyüklükleri arasındaki farklılıklar ise Troya 2g yerleşmesinde yaşayan toplumda belirli bir sosyal farklılaşmanın olduğunun kanıtıdır.
Troya 2, üç ana evresiyle tanmlanmaktadır.(2a, 2b, 2c-g) Bunların herbirinin yeni bir sur duvarı vardır. 2a'dan FL ve FN olarak gösterilen, üstleri açık ve koridorlu 2 geçit kalmıştır. Bunlar 2b'nin duvarlarına uydurulmuş ve kullanılmaya devam edilmiştir. FM (c5-6) ve FO(f-g6-7) kapıları ana girişlerdir. Büyük ****ronun ( ) olarak gösterilen çoğu yeri Schilemann'ın kuzey-güney açması sırasında tahrip olmuştur.
Troya 2 büyük kent kapısı güney surunun(FN) ortasında idi. Güneybatı kapısının (FM gc) kalıntıları ve taş döşemeli 21x7,5 metre boyutlarındaki rampası iyi korunmuştur. Bu rampa, girişi 5,25 metre uzunluğunda ve 2 kanatlı bir kapısı olan, FM propilonuna çıkıyordu. ****ron planlı (FM) propilonu 2c-g evrelerine aitti. FN kapısı 2c'nin ana girişiydi. Son evreye ait olan giriş, FN ile gösterilen büyük propilondu ve ****ron biçimindeydi. Buradan 2c-g (2200-2100) yıllarında yapılan açık bir alana giriliyordu. Çakıl döşeli bir avlu içindeki alan 2a ve 2b'nin kent duvarlarının üstü düzeltilerek yapılmıştı.
Büyük ****ron (2a), 2c yapı katına aitti. 1989 kazılarında yapının yangın geçirmiş doğu duvarı ortaya çıkarılmıştı. Yapı tepenin en yüksek noktasında ve çevreye çok hakim bir konumdaydı. Bir kısmı Schilemann'ın kuzey-güney açması ile tahribe uğramışsa da planı saptanmıştır. Dorpfeld'in saptadığı 2h, 2r, 2f ****ronlarının da kral ailesine ait olmsası muhtemeldir. 2d yapısı ise depo niteliğindedir.
Schilemann tarafından 1871-90 yılları arasında yapılan çalışmalarda Troya 2 yapı katmanları arasında ele geçirilen hazine buluntusu çok gelişmiş bir metal işçiliğinin örneği ve gelişmiş bir dış ticaretin göstergesidir. Schilemann, Priamos'un diye nitelediği hazineyi Troya 2'nin rampalı kapısının batı duvarı dibinde bulmuştur. Bu evrenin çanak çömleği de karakteristiktir. Kazılarda Troya 2'ye ait buluntuların çoğunun 1 metre kalınlığında bir yangın molozunun atından çıkması, bu kentin ani bir istilaya uğradığının bir göstergesidir. Bu nedenle Schilemann burayı Homeros'un İlyada'sında geçen Troya olarak nitelendirmiştir. Aynı dönemde Batı Anadolu ve Kıta Yunanistan'ındaki çeşitli yerleşimlerdeki benzer yıkımlar ve izleyen dönemde bu kentlerin kültür yaşamında görülen uzun süreli durgunlukların MÖ 2000 yıllarının başlarında Orta Avrupa'dan gelen Hint-Avrupa kökenli göçlerden olduğu sanılmaktadır. Troya 2'yi dışardan gelen göçmen toplulukların yıktığı ve buraya yerleşmeden yollarına devam ettikleri sonucuna varılmıştır.

Troya 3 (MÖ 2200-2050)
Hisarlık höyüğündeki 3. Erken Tunç Çağı yerleşmesinde yaşam şeklinin pek değişmediği görülmektedir. Bu dönemde 4 yapı evresi saptanmış ve höyüğün 3 metre daha yükseldiği anlaşılmıştır.
Evlerin döşemelerinin daha önceki gibi sıkıştırlmış kil ya da toprakla kaplandığı, duvarların da aynı şekilde örüldüğü biliniyor olsa bile bu dönemde bağımsız konutlara rastlanmamaktadır. Bitişik yapılan evlerin arasında kalan sokaklar oldukça dardır. Daha önceki dönemden farklı olarak, kent surlarının tamamen taştan yapıldığı ve hatıllarla güçlendirilmiş kerpiclerin kullanılmadığı görülmektedir. Son yapılan kazılarda Troya 4'ün altındaki tabakalarda bir sınır ya da teras duvarı ortaya açığa çıkarılmıştır ve bunun Troya 2'nin sonu olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca, kuzeye doğru, üzerinde beyaza boyanmış ker***lerin olduğu, bir yapıya ait taş temel bulunmuştur. Bu dönemde pişmiş kap üretiminde ve dokumacılıkta eskiden beri bilinen gelenekler sürdürülmüştür.

Troya 4 (MÖ 2050-1900)
Beş ayrı yapım evresinin izlendiği bu kat Erken Tunç çağının son yerleşmesidir. Kazılarda ele geçen eşyalardan Kıta Yunanistan'ı, Ege adaları ve Orta Anadolu'yla ilişkilerin yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Bitişik yapılmış, kil döşemeli taş temel üzerine ker***ten oluşturulmuş duvarları olan evlere ve ilk kez avlularda yer alan kubbeli fırınlara rastlanmıştır.
Troya 4 evresine ait, üstüste 6 yangın evresinin olduğunu bilmekteyiz.Doğu profilinde bunu açıkça görmek olasıdır.Bütün bu tabakaları 4.evreye tarihlememizin nedeni, binaların aynı yapım planlarını izlemiş olmasıdır.Bitişik yapılmış olan bu evlerin hepsinde, girişin sağ ya da solunda mutlaka oval fırın vardır.Binalar ve tabanlar inanılmaz derecede güneye doğru eğim yapmışlardır.Bu nedenle, höyüğün kenarında olan bu önemli buluntuları saptamak mümkün olmuştur. Böylece Troya 4'ün mimari planı açık bir şekilde gözönündedir. En alttaki yanık tabakada, bir oda içinde yabani hayvan kemiklerine rastlanması, bunların o dönemde sürekli meydana gelen yangınlardan kaynaklandığını düşündürebilir.

Troya 5 (İ.Ö. 1900-1800)
6 yapım evresinin saptandığı iki metre kalınlığa sahip bu yerleşme katmanında Batı Anadolu'da, Erken Tunç Çağı'ndan Orta Tunç Çağı'na geçiş dönemine rastlanmıştır. Bu dönemde Ege dünyasıyla süregelen ilişkilere Kıbrıs'la başlayan ilişkilerin eklendiği sanılmaktadır.
Surların alt kısımları işlenmemiş taşlardan ve üst kısımları ker***ten yapılmıştır. Evlerin planlanmış döneme göre daha düzenli olduğu, dikdörtgen bir alanın üç tarafına küçük odaların yapıldığı, odaların köşelerinde kilden yapılmış oturma veya yatak sekilerinin olduğu, kubbeli ocakların veya arı kovanı şeklindeki fırınların kullanıldığı anlaşılmaktadır. Evlerden birinin döşemesinin altında hocker tarzında (insanın ana karnındaki duruşu) gömülmüş yeni doğmuş bir bebeğin iskeletine ait kemik kalıntıları bulunmuştur.

Troya 6 (İ.Ö. 1800-1275)
Troya 6, 300.000 m2 bir alana yayılmıştır. Sekiz yapı katından oluşan 6'ncı yerleşme üç ana evre gösterir. En parlak devir Troya 6(f-e) evreleridir. Kazılarda elegeçen buluntular, tamamıyla yeni plan ve yapılar, Troya 6'nın o döneme kadarki yaşayanlarından başka insanlarla ilişkisi olmuş olabileceğini akla getirmektedir.
Sur duvarı, birbirine beş kapıyla bağlanan altı bölümden oluşur. Surun en görkemli bölümü 6g evresine giren bir kuledir ve uzunluğu 18, genişliği 8 metredir. Kulenin ortasında keskin köşeli bir sarnıç ve onun içinde sekiz metre derinlikte kayaya oyulmuş bir kuyu vardır. Bu kuyudan kuşatma sırasında yararlanılıyordu. Uzunluğu 41.5, genişliği 4.5 m. olup yüksekliği 4 m'yi geçen duvar boyunca dört dikey çıkıntıya rastlanır. Fakat bu duvar yüksek bir Roma dönemi duvarıyla kapanmaktadır. (6 r - 6 s)
Buleteryon ve Schliemann'ın kuzey-güney açması ile tahrip edilen duvarın doğu bölümü iyi durumdadır. 6 h kulesi tarafından tahrip edilen sur günümüzde etkileyici bir durumdadır. Bu duvarlar konglomera taş bloklar ile dörtgen kesilip dış yüzeyleri düşmanın tırmanmasını engelleyecek şekilde yontulduktan sonra harç kullanmadan içe doğru eğimli bir şekilde birleştirilmiştir. Her on metrede dişler yaparak kenti çevrelemektedir.
Troya 6'da kulelerin kullanılması bu dönemde şehrin güçlü olduğunu gösterir. Girişin koridor şeklinde olması kente buradan girebilecek düşmanların iki ateş arasında kalmasını sağlamak içindir.
Troya 6 yerleşmesinin sarayları ve diğer önemli yapıları, tepenin üzerinde yeralıyordu. Ancak Hellenistik dönemde Athena Tapınağı'nın inşasında bu yapıların bir kısmı tahrip olmuştur.
Akropolün güneybatısından (6 t) girerek hafif yokuş yukarı ana cadde izlenirse solda Direkli Ev olarak nitelendirilen yapıya gelinir. Troya 6 ve Troya 7a'da kullanıldığı düşünülmektedir. 26x12 m. boyutlarındadır. Yapıyı destekleyen direklerden biri belirgindir. Yapının güney duvarı daha kalın örülmüştür. Arka tarafta hafif bir genişleme gösteren yapı ****ron tarzında farklılık gösterir. Direkli evin kuzeydoğusunda 630 no.lu ev görülür. İÖ 1700'e tarihlenen evin duvarları küçük taşlardan meydana gelir.
6 g'nin kuzey bitişinde ****ron tarzı evlere rastlanmıştır. Bu odaların çoğundan kent nüfusunun bu dönemde birden arttığı, duvarlarının zayıf mimarisinden aceleyle yapıldıkları anlaşılmaktadır. Kazılarda bu odalarda erzak küplerinin çok sayıda bulunması kiler niteliğinde olabileceğini göstermektedir. Evlerin ortak özelliklerinden biri dışa, surlara bakan duvarlarının daha kalın ve özenli yapılmış olmasıdır. 6 c evinin bir kısmı Schilemann tarafından tahrip edilmiştir. 6 f yapısı farklı karakter göstrir. Duvarlar geniş ve büyük kesme taşlarla örülmüş olup dışta dişler yaparak bölümlere ayrılmıştır. 6 a yapısı 19,18x12,30m boyutlarında bir yapıdır. Troya 6'nın ****ron planını normal olarak gösteren yapılardandır.
Troya 6'nın önemli bir yapısı Antalı Ev -6 t- girişinin doğusunda bulunur. Üzerine gelen bulevteryon tarafından büyük ölçüde tahribe uğramıştır. Eve Anta adını veren taş halen yerindedir.
Akropol evlerinin birçoğu trapezoidaldir. Bu türdeki evlerin dar yüzleri kente, geniş yüzleri ise surlara bakmaktadır. Böylece trapezodial evler kuzeyden güneye doğru genişleyen ve yelpaze gibi açılan akropol planına uymaktadır. Homros'un İlyada'sında bahsettiği Priamos'un İlyon kenti, Troya 6h'dir. İlyada'da anlatılan ve 10 senelik savaş sonucu ele geçirilen kent burası idi. Odesya'da anlatılan İlyon tahribi ise 7a katında olmuştur.

Troya 7 (MÖ 1275-1240)
Troya 6'nın bir deprem ile son bulmasıyla Troya 7a katmanında depremin aralıklarla devam ettiği ve deprem sonucu yıkılan yapılar altında insan iskeletlerine rastlanması, buranın ansızın terkedildiği izlenimi yaratmaktadır. Yine de bir kültür değişikliğine rastlanmamıştır. 6h evresinde bulunan Minyas seramiğinin aynı bollukta 7a katında da varolduğu kaydedilmiştir. Bu dönemde plan ve mimarinin düzenlemesinde bir karakter değişikliği görülür. 6f-h evrelerindeki yüksek sanat düzeyinden ve kent planından bir eser kalmamış, ayrıca sosyal sınıf ayrılığı gösteren ev tipleri ortaya çıkmıştır. İyi korunmuş bu evler doğu suru ve kapısı arasında görülebilir. Bu köklü değişim deprem sonrası akropol dışında oturan halkın devlet yönetimine geçmesiyle ve kral ve soyluların ortadan kalkmasıyla açıklanabilir. Uzun zaman kral ve soyluların kendilerini sömürmesinden bıkan halk tabakası depremden yararlanıp bir darbe gerçekleştirimiş olabilir.

Troya 7b 1 (1240-1190)
7a katındaki yanık tabaka 50 ila 100 cm arasında değişen bir kalınlık gösterir. Bu tahribe karşın Troya'lılar kentlerine dönmüşler ve surlarla evleri onarmışlardır. Minyas seramiği üretimi devam etmiştir. İlk kez 7a'da görülen yapı tarzı burada da devam etmektedir.
Troya 7b 2 (MÖ 1190-1100)
Troya 6'dan sonra ilk kültür değişikliğine bu tabakada rastlanır. Bu katta Buckel keramik denilen ve benzerlerine yalnızca Balkan ülkelerinde rastlanan kurşuni renkli, yüksek keskin kulplu ve üzerleri boynuzcuklarla süslü kaplar görülür. Duvar örgüsünün dip kısmı ortostat şeklinde blok taşlarla güçlendirilmiştir. Bu tip bir ev 6u kapısının batısında görülmektedir.
Troya 7b 2'de yerleşen Balkan kökenli halk buraya zor kullanmadan gelmiş olmalıdır. Çünkü bundan önceki tabakada bir yangın veya tahribe rastlanmamıştır. Buradan, Ege göçüne ilk durağın Troya olmuş olabileceği akla gelir. Bu dönemde Troya akropolünün göçler nedeniyle gücünü yitirdiğini görmekteyiz. Troya 7 evresi için yeni yapılan çalışmalarda, önceden bilindiği gibi üç tabaka değilde, dört ya da beş tabakadan oluşmuş olma ihtimali belirmiştir.

Troya 8 (MÖ 700-350)
Bu evrenin buluntuları 7. yüzyıldan eskiye gitmez. İlk yapılara batı kapısının doğusunda rastlarız. Burası yukarı temenos olarak adlandırılan sunağın altına rastlamaktadır. Sunak Hellenistik dönemde yapılmıştır. Sunağın batısında bulunan ve kare plana sahip başka bir sunak ise Agustus dönemine aittir. Yukarı temenosun güneyinde "aşağı temenos" adı verilen ve içinde iki sunağın bulunduğu kutsal yer de Helenisitik dönemde inşaa edilmiştir. Bu dönemdeki en önemli yapı Athena tapınağıdır. Tapınak ve onu çeviren kutsal alan ve anıtsal giriş kapısının yapılması için düz bir platform elde etmek üzere höyük tepesinde bulunan eski yapı kalıntılarının bir kısmı yıkılarak düz bir saha açılmış ve üzerine inşaa edilmiştir. Bu yüzden bu devreye ait cevaplanamaycak sorular ortaya çıkmıştır. Geriye kalan son kalıntılar da Schilemann'ın büyük açmasıyla ortadan kalkmıştır. Homeros'un İlyada'sında Athena tapınağından bahsetmesi ve tapınağın kentin en yüksek noktasında bulunduğunu söylemesi arkeologları buranın bir tapınak olabileceği kanısına yöneltmiştir. Ancak, yapılan çalışmalarda yapının Athena Tapınağı olduğu konusunda herhangi bir somut kanıta rastlanmıştır. Tapınağın yeri Schliemann tarafında tamamen kazılmış olduğu için şu an burada derin bir çukur mevcuttur.
Herodotos'a göre Xerxes burada tanrıçaya bin öküz kurban etmiştir. İskender ise Granikos zaferinden sonra tapınağı ziyaret edip armağanlar sunmuş ve daha sonra gönderdiği bir mektupta buraya görkemli bir tapınak yaptıracağı konusunda söz vermiş olduğu bilinir. Strabon, İskender'in bu isteğini Lisimakos'un yerine getirdiğini söyler.

Troya 9 (MÖ 350-MS 400)
Roma döneminde Novum İlyum olarak bilinen kentin yapısal olarak çok büyüdüğü görülmektedir. Troya 9'un bu dönemde Sezar (İÖ 59-44) ve Oktavyus Ogustus (İÖ 31-14) devirlerinde kültür açısında yeni bir ivme kazanmıştır. Athena Tapınağı bu dönemde yapılan değişikliklerle genişletilmiştir. Troya bu dönemde Roma İmparatoru Büyük Konstantin (MS 324-327) tarafından başkentin yeri olarak düşünmüş, ancak daha sonra Bizantion'da karar kılmıştır.
Novum İlyum'um son yapılan çalışmalarda anıtsal bir yapıya sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Bu yapıların çoğu yazılı kaynaklardan bilindiği üzere Julius Klaudyus hükümdarlığında ve daha sonraki hükümdarlar tarafından yapılmıştır.
İlyum kale duvarının tam önünde yeralan tiyatro, sunaklar ve ovaya doğru uzanan burun üzerindeki kuzeydoğu terasındaki büyük tiyatro gibi Hellenistik ve Roma dönemleri anıtlarına yeni bulgular da eklenince burası büyük şehir niteliğine bürünmektedir. Yapılan kazılar sonucunda görülmüştür ki Roma yapılarının temelleri çok derindedir. Bu yapılar arasında derinleşilen her kısımda Troya 6 evresine ait tabakalara rastlanmıştır. Bu açmalar, Troya 6-7 kale yerleşmesinin güney kapısından 100-170 m. kadar uzaktadır.
Bu devirde Athena tapınağının genişletildiği anlaşılmaktadır. Tapınağın dört tarafı 80 m. uzunluğunda sütun sıralarıyla çevriliydi. Bu büyük meydanın yapılması sırasında Troya 6'nın en önemli yapılarıyla Troya 7'nin evleri tahrip edilmiştir. Troya 6'nın büyük giriş kapısı, 7t nin hemen doğusunda, yarısı şehir surunun üstünde yeralan bulevteryon ve küçük tiyatro ile şehir duvarı üstünde bulunan tiyatro Roma çağına aittir.

Büyük Tiyatro
Kuzeydoğudaki tepenin yamacına yaslanmış bir vaziyettedir. Ovaya ve denize hakim bir konumdaki ve 10.000 kişi alabildiği sanılan bu yapıdan geriye çok az şey kalmıştır. Blegen yaptığı kazılarda sahne binasının ve orkestranın bir kısmını günışığına çıkarmıştır. Oturma sıralarının bulunduğu yamaç henüz kazılmamıştır.
Anıtsal Çeşme (Nimfeum)
Güneye doğru tarlaların içindeki kalıntıların anıtsal çeşmeye ait oldukları bilinmektedir. Burada insan ve hayvan figürleriyle süslü döşeme mozaiklerine reastlanmıştır. Bu mozaiğin üst kısmında üçüncü yüzyıla tarihlenmiş boyalı duvar sıvaları bulunmuştur.Aynı yönde 500 m. kadar ileride Troya 6'nın son evrelerine ait olduğu sanılan bir mezarlığa rastlanmıştır. Kazılarda ağızları kapalı olarak toprağın hemen altına gömülmüş değişik şekil ve büyüklüklerde pişmiş toprak testiler içinde ölülerin yakılmasından sonra geriye kalan kül ve kemik artıkları ele geçmiştir.
Küçük Tiyatro (Odeon)
En iyi korunmuş yapılardan biridir. Oturma sıraları sağlam durumdaki Odeon'un kavea bölümünün batısı, üst kısımdan itibaren toprakla doldurularak yükseltilmiştir.
Meclis Binası (Buleteryon)
Yapının daha önceleri Odeon olarak kullanılmış olabileceği sanılmaktadır. Önde dörtgen planlı bir girişi, arkasında yarım daire şeklinde bir orkestrası ve bunun gerisinde oturma sıralarının yeraldığı kavea yeralmaktadır. Giriş holünün Troya 6 sur duvarının üstüne oturtulmuş tek parçalı mermer eşiktaşı hala yerindedir.
 
Karadeniz Tarihi

Karadeniz'in doğu sahilleri ile ilgili ilk yazılı kayıtlar Urartu dönemi ile başlar ve bu dönem aynı zamanda bölge yazılı tarihinin de başlangıcı sayılır. Bölgenin tarih öncesi dönemine atfedilen efsanelerde adından sıkça söz edilen gizemli Kolkhis diyarı; antik çağ tarihçilerinin tanıklıklarıyla efsanelerin ötesinde tarihsel bir gerçeklik olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Yazılı tarih sürecine ait bu belgeler Doğu Karadeniz'le ilgili günümüze dek ulaşan etnik tanımlamaların ve yerel coğrafi terimlerin tarihsel köklerine de ışık tutmaktadırlar.

Antik çağda Doğu Karadeniz sahillerinin kültürel yapısını tanımlamak için kullanılan en yaygın ifade Kolkhi terimidir. En az bin yıllık bir zaman diliminde geçerliliğini koruyan bu terim Bizans dönemiyle birlikte yerini Lazi terimine bırakmıştır. Her iki terim de tarihsel sürecin büyük bir kısmında birer kabile ismi olmalarının ötesine bölgeyi bir bütün olarak ifade eden tanımlamalar olarak algılanmışlar ve o anlamda kullanılmışlardır. Aynı fonksiyonu ile günümüze dek ulaşan Laz teriminin öncülü olan Kolkhi teriminin yerini alması ve etnik bir terim olmanın ötesine geçip bölge kültürünü ifade eden genel bir tanımlama haline dönüşmesi yüzlerce yıllık bir süreçte kullanılmıştır.

Antik kaynaklarca aktarılan son derece sağlam tarihsel kayıtlar ve tanıklıklar bu terminolojik dönüşümü net bir şekilde ortaya koymaktadır. Örneğin MS 6.yüzyılda Doğu Karadeniz'ibizzat gezip elde ettiği bilgileri ve gözlemlerini kaydeden Bizanslı tarihçi Agathias bu durumu kesin bir dille ifade etmektedir;

Lazika'da yerleşik olanlar eskiden Kolkhiler olarak bilinirlerdi ve bu Lazlar ile Kolkhiler de anı halktır” (Agathias II.18.4)

Aynı dönemin bir başka Bizanslı yazar Lydus da; yakın zamana kadar “Kolkhida” olarak bilinen ülkenin kendi döneminde “Lazika “olarak adlandırıldığını yazar ve Lazlardan bahsederken kendisi de “Kolkhi” terimini kullanmaktadır. Geçmişi antik dönemlere dek uzanan bu terminolojik dönüşüm süreci tarihsel belgelerin ve tanıklıkların ışığında değerlendirildiğinde yerli Dğu Karadeniz kültürünün özünde tamamen kendi coğrafyasına ait özgün ve otokton bir kültür olduğu ortaya çıkmaktadır.

Kendi yazılı geleneği olamayan ve bu nedenle yazılı tarih süreci oldukça geç denilebilecek dönemlerde başlayan Doğu Karadeniz Bölgesi tarih öncesine ait tüm bilinmeyenleri ve gizemleriyle birlikte kendi coğrafyasına özgü portak ayırtedici özelliklerini ve farklılıklarını günümüzde de bünyesinde barındırmaya devam etmektedir. Doğu Karadeniz kültürünün bilimsel açıdan tahlil edilebilmesi öncelikle bölgenin tarihsel gelişim sürecinin gün ışığına çıkartılabilmesiyle mümkündür. Bu sürecin aydınlatılması da ağırlıklı olarak rivayetlere ya da söylencelere dayanan varsayımlarla değil: doğrudan bölgeye ilişkin tanıklıkları aktaran antik kaynaklar ve yazılı belgeler esas alınarak gerçekleştirilmelidir.

Urartu Kitabeleri (Sf-1415)
Doğu Karadeniz'e Kolkha isimli bir ülkenin varlığından söz eden en eski yazılı belge MÖ 764 yılında Urartu kralı olan Sarduri II'nin dönemine ait bir kitabedir. Bugünkü [COLOR=#432b18]Van[/COLOR] gölü civarında kurulan ve en güçlü döneminde egemenlik alanını kuzeyde bugünkü [COLOR=#432b18]Kars[/COLOR] ve [COLOR=#432b18]Ardahan[/COLOR] bölgelerine kadar ulaştırdığı bilinen Urartu Krallığına ait bu kitabede kral Sarduri II'nin seferleri anlatılırken kuzeydeki Qulha isimli bir ülkeden ve Qulha halkından da bahsedilir; “Qulhai halei =Qulha halkı”. Urartu dili ve tarihi uzmanları bu ülkenin antik batı kaynaklarında da adı geçen Doğu Karadeniz'deki “Kolkha ülkesi” olduğu konusunda hemfikirdirler. En önemli Urartu dili uzmanlarından birisi olan G.A.Melik kişvili de “Qulha” olarak okunan bu sözcüğün “Kolha” olarak da okunabileceğini belirtmektedir [ Diakonoff I.M. ve Kashkai S.M.(1981); Melik işvili G.A. (1971)

Söz konusu kitabede Sarduri II tarafından istila edilen Qulhalıların İldamuşa isimli başkentlerinden de söz edilmektedir İldamuşa kenti Qulhai halkının kralı olan 'nın krallık şehri Bu kralın ismi çözümlenememiştir

Tüm bu ifadelere rağmen Urartuların Kolkha ülkesinin tarihsel merkezi olan Phasis nehrine kadar ilerleyebilmiş olmaları pek mümkün görünmemektedir. Zira bu kayıtlarda Urartuların Karadeniz'i gördüklerine dair bir belirti yoktur. Karadeniz boyutunda bir denizle ilk kez karşılaşacak olan Urartuların böylesine bir olayı
kayıtlarına amutlaka belirtmiş olmaları gerekirdi. Ayrıca bölgedeki feodal yapının o dönemde merkezi devlet organizasyonu düzeyine ulaşıp ulaşmadığı da oldukça şüphelidir. Şu ana kadar elde edilebilen arkeolojik bulgulara göre Kolkla'da merkezi devlet örgütlenmesi geleneği oldukça geç dönemlerde özellikle İran ve Grek kültürleri ile kurulan ilişkiler sonucu oluşmaya başlamıştır [Tsetskhladze G.R. (1994)]. Sonraki çağlara ait tarihsel verilerde de görüleceği üzere komünal imece toplumu yapısının
terk edilip ilk feodal toplum belirtilerinin ortaya çıkması bile özellikle içkesimlerdeki dağ kabilelerinde oldukça geç dönmelerde gerçekleşmiştir.

Bütün bu bilgiler ışığında Sarduri II'nin kitabesinde geçen “İldamuşa” isminin gerçekte merkezi Kolkha'nın başkentini değil Kolkha kültürü içindeki feodal oluşumlardan birini ve muhtemelen de bir sınır derebeyliğini ifade ediyor olması daha güçlü bir ihtimaldir. Kapancyan isimli araştırmacı da İldamuşa adıyla geçen yerleşimi bugünkü Ardanuç kasabası civarında konumlandırmaktadır. [Melikişvili G.A. (1971)]. İldamuşa ve Ardanuç isimleri arasındaki morfolojik yakınlık bu tezi oldukça güçlü kılmaktadır. Zira Güneybatı Kafkas dillerinin ses değişim kuralları ve gramer özellikleri dikkate alındığında; her iki sözcük de ortak bir ismin iki farklı türevi gibi görümketedir.

Bölgede ilk Yunan ticaret kolonilerinin kurulmasından çok daha öncesine ait olan bu kitabenin kayıtları efsanelerin ötesinde “Kolkha” isimli

Bir ülkenin gerçekten de var olduğunu gösteren en eski yazılı kayıtları günümüze ulaştırmıştır. Aynı yüzyılda yaşamış olan Yunan ozanı Eumelos'un günümüze ulaşan dizelerinde de “Kolkis ülkesi” ifadesinin geçiyor olması Yunanlıların da bu yüzyılda Kolkha ülkesinin varlığından haberdar olduklarını göstermektedir. [Tsetskhladze G.R. ve Vnukov S.Y. (1992)

Kolkha Krallığı (Sf.17-21)
Arkeolojik bulgular Yunanlı tüccarların yerli halkla alışveriş yapmak için oluşturdukları geçici küçük Pazar yerleri dışında bölgede gerçek anlamda kalıcı ticaret kolonileri kurmalarının çok daha geç dönemlerde gerçekleştiğini göstermektedir. Geç bronz çağından sonraki zamanlarda da uzunca bir süre coğrafi izolasyon nedeniyle nispeten diğer kültürlerde kopuk bir tarih süreci yaşayan Kolkha kültürü oldukça geç sayılabilecek dönemlerde dışa açılmaya başlamıştır.

Pers imparatoru Kyrus II'nin MS 546 yılında gerçekleştirdiği Lidya seferinden bahseden ve o çağlarda yaşayan kralların sahip sahip oldukları zenginliklere değinen Plinius bu zengin krallar arasında Kolkha ülkesinin Saulak isimli kralına da yer vermiştir;

Aiete'nin soyundan gelen Kolkhis kralı Saulak Suani bölgesinde ve diğer bölgelerde sahip olduğu el değmemiş geniş arazilerde büyük miktarlarda altın ve gümüş madeni elde etmişti. Onun krallığı ayrıca ‘Altın Post' nedeniyle de meşhurdu.” (Naturalis Historia XXXIII.xv) [Rackham E. (1952)]

Plinus'un aktardığı bu bilgi Saulak isimli kralın muhtemelen Kyrus döneminde ya da önceki çağlarda Kolkha ülkesinde hüküm sürdüğü izlenimini vermektedir. Kolkha sikkeleri konusunda önemli bir uzman olan G.F.Dundua Karadeniz'in kuzey sahillerinde elde edilen Kolkha menşeli sikkeler arasında üzerinde kısmen okunabilen “Kral Sau...” şeklinde bir ibare yer alan sikkenin kral Saulak dönemine ait olabileceğini ifade etmektedir.[ Golenko K.V. (1972); Braund D. (1994)]

Arkeolojik bulgular da Kolkha ülkesinde merkezi bir devlet örgütlenmesinin bu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış olabileceğini göstermektedir. Muhtemelen bu yıllarda güçlü bir krallık çatısı altında birleşen Kolkha derebeylikleri doğu komşuları olan güçlü İran Akhamenid İmparatorluğu'nun sınırları dşında bağımsız bir devlet olarak varlıklarını devam ettiremişler ama aynı zamanda İranlılarla yakın ittifak ilişkileri içinde olmuşlardır. [Tsetskhladze G.R. (1993)]. Aynı döneme tarihlenen eski bir Kolkha sikkesinde yerde uzanmış ve ağzı açık bir şekilde başını arkaya dönmüş olan bir arslan tasvir edilmiştir. [Head B.V. (1911)]. Pers egemenliği dönemindeki Milet sikkeleri ile benzerlik gösteren bu örnekler kolkha ülkesinin o yıllardaki ekonomik ve siyasi etkinliğiyle birlikte karşılıklı kültürel etkileşimlerini de yansıtmaktadır. [Tsetskhladze G.R. (1994)].

Doğu Karadeniz sahillerinde ilk Yunan ticaret kolonlerinin kurulması da yine aynı döneme rastlamaktadır. Bölgedeki en önemli iki ticaret kolonisi Trapezus ve Dioskuria farklı yazılı kaynaklarda geçmişi daha eski dayandırılırsa da gerçekte bu yüzyılda kurulmuşlardır. Dioskuria kenti civarında bugünkü Krasny Mayak yakınlarında yapılan kazılarda elde edilen Yunan yerleşimine dair en eski arkeolojik bulgular bu yüzyılın ortalarına aittir. [Lang D.D. (1955)].

Mö 500'lü yılların sonuna doğru yazıldığı tahmin edilen [WiesnerA.(1994)] Hekateus'un “Periegeseis” isimli coğrafya eserinde de Kolkha ülklesinden ve Kolkhalılardan bahsedildiği bilinmektedir. Ancak bu eserin günümüze ulaşabilen parçalarında Doğu Karadeniz sahillerinde o yıllarda var olduğu bilinen Trapezus kolonisi dışında daha doğuda herhangi bir Yunan koloni yerleşiminden bahsedilmemktedir.[Koshelenko G.A. ve Kuznetsov V.D. (1996)]

M.Ö. 481 yılında Yunanistan seferine çıkan Pers kralı Kserkes'in mütefiklerini sıralayan Heredot bu sefere katılan bir Kolkha birliğinden de söz eder. Ona göre Kolkhalılar da [COLOR=#432b18]Ağaç[/COLOR]tan yapılmış miğferler ham deriden yapılmış küçük kalkanları kısa mızrakları ve eğri kılıçları ile bu sefere katılan kavimler arasında yer almışlardır.[ÖkmenM.(1991)]

MÖ 440'lı yıllarda yazıldığı tahmin edilen ünlü ve bir o kadar da tartışmalı eserinde Heredot verdiği önemli bilgilerin yanında çelişkili yorumları ve hatalı bilgileri ile tarihçilerin işini oldukça zorlaştırmıştır. [Age; Marincola J. 1994] Bizzat görmediği halde Kolkha ülkesi ve Kolkhalıların kökeni ile ilgili yorumlar da yapan Heredot kitabının bazı bölümlerinde muhtemelen isim benzerliği nedeniyle onları Afrikalı bazı kabilelerle karıştırmıştır.[Aithiopia (<>Aietia?) Benzer isim karışıklıklarına sonraki çağlarda da rastlanmaktadır. (Afrika kaynaklı “Libyan Kolkhian” ve “Aethiopia” terimleri de bu terminolojik karışıklıkla ilişkili gibi görünmektedirler)].

Heredot'un Kolkha ülkesi ile ilgili aktardığı rivayetlerden sadece bir kısmı doğrulanabilir niteliktedir. Kolkha ülkesindeki keten dokumacılığından söz eden Herodot Pers imparatorluğu sınırları dışında olmalarına rağmen onların da beş yılda bir imparatora armağan olarak 100 genç kız ve 100 genç erkek gönderdiklerini bildirmektedir. [Okmen M. (1991) Rawlinson G. (1862).

Hippokrat'ın Phasis Notları (Sf.22-26)
Herodot'un çağdaşı olan Hippokrat ise onun aksine Phasis bölgesiyle ilgili olarak; duyumlarını ve tahminlerini değil doğrudan kendi gözlemlerini aktarmıştır. Phasis bölgesinin oldukça gerçeğe yakın coğrafi bir tasvirinin yapıldığı bu çalışmada bölge insanları ile ilgili gözlemler ve tasvir edilen ortam muhtemelen yazarın bölgede sıtma gibi oldukça ciddi bir salgın hastalığın koşullarına ve belirtilerine şahit olduğu göstermektedir. [Braund D. (1994)]

Phasis'in yerlilerine gelince; onların memleketleri; sıcak rutubetli bataklık ve ormanlıktır; her mevsim şiddetli yağmurlar olur; bölge sakinlerinin yaşamları bataklıkların arasında geçer; çünkü onların evleri suların üzerinde ağaçtan ve kamışlardan inşa edilmiştir. Şehre ya da pazara nadiren yürüyerek giderler ama daha çok tek parça ağaçtan yapılmış kanolarıyla nehirde yukarı aşağı seyehat ederler. Zira nehirde pek çok kanal vardır. Onlar güneşin altında çürümüş olan yağmur suyu birikintilerinin sıcak ve durgun olan sularını içerler. Phasis tüm nehirlerin en durgunudur ve sakince akar. Burada yetişen tüm meyveler zararlıdır. Zira aşırı miktarda su ve tüm ülkeye yayılmış bu sulardan kaynaklanan yoğun buhar yüzünden güçsüz kalan v egelişmeyen filizler yine aynı nedenlerle tam olaral olgunlaşamazlar. Bu sebeplerden dolayı Phasisliler geniş bedenleri ve tombul yapıları ile diğer tüm insanlardan farklı bir görünüşe sahiptirler öyleki şişmanlıktan eklemleri ve damarları bile görülmez. Renkleri sarılık

hastalığına yakalanmışçasına soluk benizlidir. Temiz olmayan sisli ve rutubetli bir atmosferi soludukları için bu nsanların tamamı oldukça kaba seslidir ayrıca onlar doğal olarak bu ağır bedenlerini yormamak için oldukça uyuşuk davranırlar. Mevsimler arasında sıcaklık açısından çok az farklılıklar vardır. Rüzgarları genellikle güneyden eser ve bu ülkeye has özellikler gösteriri. Bu rüzgarlar bazı zamanlarda kuvvetli eserler oldukça sert ve şiddetidirler onlar buna “rüzgar senkronu” derler. Kuzey rüzgarı ise onlara zor ulaşır ve estiği zaman da oldukça zayıf ve yumuşaktır...” (Hippokrates; havalar sular ve yerler hakkında 15) [Jones W.H.S.(1923)]

Hippokrat'In bu gözlemlerini Phasis'in hangi kesiminde yaptığı bilinmemekle beraber elde edilen arkeolojik bulgular bu yüzyılın son çeyreğinde Kolkha kültürünün yüksek bir üretim seviyesine ulaştığını ve merkezi feodalizmin diğer uygarlıklarla karşılaştırılabilecek düzeyde gelişmiş olduğunu göstermektedir. Nispeten izole bir yaşam sürmeye devam eden dağlı kabilelerden farklı olarak merkezi Kolkha'dai ova kültürü; Yunan ve Pers kültürleriyle güçlü bir etkileşim içinde gelişerek yabancı Paganist ögeler ile yerli “Güneş Tanrı” ve “Ana Tanrıça” kültlerinin farklı sentezlerini ortaya çıkarmıştır.

Bu nedenledir ki ithal güneş tanrıları ”Helios” ve “Apollon” ile birlikte “Artemis” ve “Athena” tanrıçaları oldukça geç dönemlere kadar bu topraklarda en az kendi anavatanlarında olduğu kadar itibar görmüşlerdir. Kuzeyde Azak denizinin doğu kıyısında Kuban nehri havzasında bir öyük mezarda bulunan ve yine yıllara tarihlendirilen gümüş bir kabın üzerinde “Ben Phasis'de bulunan tanrı Apollon'Un kuluyum” yazısı okunmaktadır. Geyik başlarıyla ve yılan motifleri ile süslenmiş olan bu eserin Kolkhalı bir sanatkarın ürünü olduğu tahmin edilmektedir. [Tsetskhladze G.R. (1994)]. Güneş Tanrı ve Ana tanrıça geleneğinin eski Kolkha kültüründeki yeri ve önemi henüz tüm derinliği ile açığa çıkartılmamış olsa da; özellikle Yunan mitolojisinde eski Kolkha krallarının Güneş Tanrısı'nın soyundan geldiklerine inanılması ve bölgeyi referans alan Amazon söylenceleri antik Kolkha mitolojisine dair önemli ipuçları içermektedir.

Aynı döneme ait Kolkha yapımı çanak çömlek ürünlerinin miktarı ve yaygınlığı da bölgedeki ekonomik yapının üst düzeyde gelişimini göstermektedir. [Tsetskhlazde G.R ve Vnukov S.Y. (1992)]. Kolkha yapımı çanak çömlelere önemli bir ihraç ürünü olarak ülke dışındaki topraklarda da rastlamak mümkündür. Karadeniz'in kuzey kıyılarında Don nehri havzasında yapılan arkeolojik kazılarda bu dönemlere ait Kolkha yapımı çanak ve çömlek örneklerine rastlanmıştır[Brashinskii I.B. (1980)].

Ekonomik ve kültürel gelişimin doğal sonucu olarak gelişen ülkeler arası ticaret kültürler arası etkileşime de zemin hazırlamıştır. Doğuda İran kültürü ile Karadeniz sahillerinde de Yunan ticaret kolonileri ile kurulan ilişkiler Kolkha kültürünün gelişim sürecinde önemli etkiler yaratmıştır.

Bugünkü Kobuleti kasabası civarında bulunan aynı yüzyıla ait bir Kolkha mezarlığında yapılan arkeolojik incelemelerde o dönemde bölgenin kültür dokusunda meydana gelen değişikliklere ilişkin ipuçları elde edilmeye çalışılmıştır. Buna göre 167 mezarın 42 tanesinde cenaze güneşin doğuşu istikametine doğru gömülmüştür. 19 mezarda toplam 49 tane sikke bulunmuş olup [COLOR=#432b18]Sinop[/COLOR]e kaynaklı bir sikke dışında diğerlerinin tamamı Kolkha sikkesidir. Sadece 6 mezarda çanak ve çömlek kalıntıları bulunmuştur ve bunlar Ege kaynaklıdır. Yine sadece 2 mezarda silah araç gereçleri bulunmuştur; bunlardan birinde bir ok ucu diğerinde ise üç tane demir mızrak ve altı tane bronz ok ucuna rastlanmıştır. Bu yıllarda yerli Kolkhalı asilzadeelere ait mezarlarda kendi yazı dilleri olmamasına rağmen Grek harfleri ile ölen kişinin isminin kazınmış olması bu kültürel etkileşimin ilk belirtisidir. Örneğin Kolkha'nın kuzeydoğu kısmında Sairjke civarında bulunan ve yine aynı yüzyılda yaşamış Kolkhalı savaşçılara ait olduğu sanılan mezarlardan birinin üzerinde ölen savaşçının ismi Grek harfleri ile “Metos” olarak yazılmıştır. [Tsetskhladze G.R. (1994)].

Yine bu döneme ait çok sayıda Kolkha sikkesi örneklerinin günümüze kadar ulaşmış olması ülkede merkezi bir krallığın hüküm sürmeye devam ettiğini göstermektedir.

Yüzyılın sonunda İran seferinden dönmekte olan bir Yunan ordusuyla birlikte bugünkü [COLOR=#432b18]Trabzon[/COLOR] bölgesinde yaklaşık bir ay konaklayan Xenophon da bunu doğrulamakta ve o sıralar Phasis bölgesinde Aiet'in soyundan gelen bir kralın hüküm sürdüğünü bildirmektedir. Güçlü ve bağımsız bir merkezi bir yönetime sahip olduğu anlaşılan Kolkha'nın aynı zamanda da zengin bir ülke olduğu yine Xenophon'un notlarından anlaşılmaktadır. Zira normalde Trapezus üzerinden [COLOR=#432b18]deniz[/COLOR] yolu ile Yunanistan2a geri dönmeyi amaçlayan Yunanlı komutanlar bir süre sonra sonra fikir değiştirerek daha doğudaki Kolkha krallığını istila etmeyi karar vermişler ancak askerlerini ikna edemediklerinden dolayı bu düşüncelerini gerçekleştirememişlerdir. [Gökçöl T. (1974)].

Xenophon'un Notları (27-33)
Xenophon Anabasis isimli esrinde Doğu seferinden dönen bir Yuan ordusunun Doğu Anadolu'yu güneyden kuzeye geçerek MÖ 400 yılında [GlombiowskiK.(1994)] Karadeniz'e ulaşmasını ve oradaki Yunan kolonilerinin yardımıyla Yunanistan'a geri dönmesini anlatır. Tarihe “Onbinlerin Dönüşü” olarak geçen bu seferin tüm ayrıntlı kayıtları bu sefere katılan Xenophon tarafından tutulmuştur. Xenophon'un kendi gözlemlerine dayanan bu kayıtlar yerli halkı Kolkha kültürüne mensup olan ancak Kolkha krallığı sınırları dışında kalan bugünkü Trabzon bölgesine dair en eski ve en ayrıntılı tarihsel verileri içerir. Yazarın bölgeye ilişkin gözlemlerinin son derece gerçekçi ve tutarlı olması nedeniyle bu çalışma bölgeyle ilgili en güvenilir antik yazılı kaynak niteliğini taşımaktadır.

Xenophon'a göre; aylar süren yürüyüş sonunda bugünkü [COLOR=#432b18]Bayburt[/COLOR] yakınlarında olduğu sanılan Gymnias isimli kente vardıklarında kendilerine Zigana dağlarını aşarak Karadeniz'e ulaşmalarında yardımcı olacak bir kılavuz temin etmişler o da onlara beş gün içinde denizi görebilecekleri konusunda söz vermiş ve sözünü tutmuştu.

Beşinci gün Thekes isimli dağa vardılar. İlk askerler doruğa varır varmaz büyük bir çığlık yükseldi. Xenophon ile artçılar bunu işitince cephenin de saldırıya uğradıüğını sandılar. Çünkü kendilerini yakmış oldukları bölgenin halkı izliyordu. Hatta artçılar bir pusuda bunlardan birkaçını öldürmüş ve tutsak almışlar yirmi kadar işlenmemiş öküz derisiyle kaplı kalkan ele geçöirmişlerdi.... Ama çok geçmeden askerlerin ‘Deniz deniz' diye haykırdıkları duyuldu. (...) Tüm askerler doruğa varınca komutanlar gözleri yaşararak birbirlerini kucakladılar.” (Anabasis 4.7.2112) [Gökçöl T. (1974)].
Burada sözü edilen Thekes dağı bugünkü Trabzon ilinin güneydğusunda yer alan Madur tepesi olmalıdır. Zira Bayburt Trabzon güzergahında denizin görülebileceği en uygun mevki Madur tepesidir. Yunan ordusu bu tepeyi geçtikten sonra Ziganaların kuzey yamaçlarından aşağı Trapezus kentine doğru ilerlemeye devam etmiş olmalıdır. İlk karşılaştıkları Doğu Karadenizliler yüksek kesimlerde yaşayan ve Xenophon'un “Mkarın” adıyla
kaydettiği kabileidir;

Sorgun ağacından kalkanlarla ve mızraklarla silahlandırılmış olan ve kıldan elbiseler giyen Makronlar ırmak geçidinin öbür kıyısında savaş düzeninde beklemekteydiler; birbirlerine cesaret veriyor ve ırmağa taş savuruyorlardı. Attıkları taşlar Yunanlılara erişemiyor ve hiç bir zarar vermiyordu. O zaman Atina'da kölelik ettiğini söyleyen bir asker Xenophon'un yanına gidip bu halkın dilini bildiğini söyledi. ‘Sanırım burası benim anavatanım. Bir sakıncası yoksa onlarla konuşmak isterim' dedi. Xenophon ‘Hiç bir sakınca yok. Haydi konuş onlarla ve önce kim olduklarını öğren' dedi. Asker soruyu onlara sordu.” Makronlarız” diye cevap verdiler. Xenophon “şimdi de bize karşı neden savaş düzenine girdiklerini ve neden bize düşman olmaya gerek duyduklarını sor” dedi. Çünkü ülkemizi istila ediyorsunuz” diye cevap verdilker”. (Anabasis 4.8.36) [Age]

Xenophon'un Makron' olarak yazdığı bu isim daha sonraları yanlış olarak Yunanca “Makro” sözcüğüne bağlanmıştır. Oysa bu noktada çok önemli bir ayrıntı gözden kaçırılmıştır. Zira bu kabile Yunanlılarla tercüman aracılığıyla konuşmuş ve Xenophon onlara kendi isimlerini sorduğunda; aldığı yanıtı “makron” olarak kaydetmiştir. Yunanca bilmeyen bu insanların kendilerine Yunanca isim verdikleri düşünülmeyeceğine göre “Makron” olarak kaydedilen bu isim yerli bir ismin Yunanca formunda yazılmış şekli olmalıdır. Xenophon'a göre; Yunanlılar Makronlar'a amaçlarının istila değil denize ulaşmak olduğunu söylemişler ve onların geleneklerine göre mızraklarını karşılıklı değiştirerek Tanrıların tanıklığında barış yapmışlardı. Makronlar da kendilerine yol açarak sahile ulaşmalarına yardım etmişlerdi.

Ancak daha aşağıda sahile yakın kesimlerde yaşayan yerli halk Yunanlılara Makronlar kadar dostça davranmamıştı. Xenophon'Un “Kolkhiler” olarak tanıttığı bu insanlar Yunanlıları tuzağa düşürmüşler ve terk ettikleri köylerinde bol miktarda zehirli bal (deli bal) bırakarak Yunanlıların kitle halinde komaya girmelerine sebep olmuşlardı. Yunanlılar ölümcül bir etkisi olmayan bu balın etkisinden ancak üç dört gün sonra kurtulup yollarına devam edebilmişlerdi. Daha sonra iki günlük bir yürüyüşle Trapezus'a ulaşan Yunan ordusunun erzak sıkıntısına düşmesi ve bu nedenle yerli halka saldırarak köylerini yağmalaması da Anabasis'te ayrıntılı şekilde anlatılmıştır;

Karadeniz kıyısındaki Trapezus Sinope'nin Kolkhilerin ülkesindeki kolonisidir. Orada otuz gün kadar Kolkhilerin köylerinde kaldılar. Bu köyleri üs olarak kullanıp Kolkhilerin ülkesini talan ettiler. Trapezus'lular onları şehirlerine kabul edip konukseverlik armağanı olarak öküzler arpa unu ve şarap verdikten sonra ordugahlarna bir Pazar kurmuşlardı. Ayrıca çoğu ovada yaşayan Kolkhilerle onlar lehine görüştüler ve Kolkhiler de Yunanlılara konukseverlik teminatı olarak öküzler verdiler” (Anabasis 4.8.2224).

Tüm bu teminatlara rağmen erzak sıkıntıları had safhaya ulaşan Yunanlılar bir taraftan geri dönüş için gemi temin etmeye çalışırlarken diğer taraftan bölgeyi talan etmeye devam ediyorlardı. Eserinin sondaki bölümlerinden birinde kendi ordusuyla ilgili özeleştirilerde bulunan yazar örnek vermek amacıyla Yunanlılarca taşlanarak öldürülen Kolkhi elçilerinden ve muhafızlarından söz etmektedir. Bu ada yağmacılığın yöntemi üzerinde kendi aralarında bir tartışmaya da girişmişlerdi. Bu tartışmada Xenophon yağmalama faaliyetleri sırasında daha tedbirli davranılması gerektiğini savunuyordu;

Pazar ihtiyaçlarımıza yetmiyor ve bir kaç kişi dışında yiyecek satın alacak paramızyok. Oysa düşman ülkede olduğumuzdan yiyecek sağlamaya tedbirsizce gidersek çok adam kaybetmemizden korkarım. Bence yiyecek aramaya mangalar halinde gitmeli sağ salim geri dönmek istiyorsanız kırlarda
rastlarıyla dolaşacağınıza bu akımların denetimini bize bırakmalısınız (Anabasis 5.1.67).

Xenophon'un bu öğüdünü dikkate almayarak kendi başına yerli halka ait bir kaleye saldıran Yunanlı bir komutan yanındaki askerlerin çoğuyla birlikte ölmüş ve bu arada çevre köylerdeki kaynakları tüketen diğer Yunanlılar da daha yüksek kesimlere yönelmişlerdi;

Aynı gün içinde erzak temin edip ordugaha dönmek artık imkansızlaştığından Xenophon bir kaç Trapezuslu klavuz alarak ordunun yarısıyla Drillerin üzerine yürüdü öbür yarısını da karargahta bıraktı çünkü köylerinen kovulan Kolkhiler bir araya toplanıp tepelere yerleşmişlerdi. Trapezuslularsa Yunanlıları yiyecek sağlamanın kolay olduğu yerlere (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürmüyor ama zarar gördükleri Drillerin ülkesine seve seve (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürüyorlardı. Bu halk dağlık ulaşılması güç bir bölgede oturuyordu ve Karadeniz'in en savaşçı halkıydı. (Anabasis 5.2.12).

Yunanlıların “Dril” adıyla andıkları bu kabile ve onların topraklarına yönelik Yunan saldırısı Xenophon tarafından tüm ayrıntılarıyla uzun uzun anlatılmıştır;

merkezleri olan ve tümünün içinde toplandığı müstahkem bir yer vardı. Bu kale olağanüstü derinlikte bir ırmak yatağı ile çevriliydi ve içine girilmesi çok zordu. (...) iç kalenin dışındaki her şey Yunanlılar tarafından yağmalanıp (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürüldü (...)iç kalenin alınmasının kesinlikle imkansız olduğuna karar verildi(...) Geri çekilmeye başladıkları zaman düşmanlar iç kaleden topluca çıktılar; kalkanlarla mızraklarla baldır zırhlarıyla ve mihferlerle donanmışlardı.(...) Yunanlılar ne yapacaklarını bilmez durumda döğüşürken Xenophon bütün evleri ateşe verdi evler ahşap olduğundan çabucak tutuşular... Yunanlılar kaleden işte böylece güçlükle kendileriyle düşman arasında yaktıkları ateş sayesinde çekilebildiler. Her şey; şehir evler kuleler yanıp tahrip oldu. Ertesi gün Yunanlılar ele geçirdikleri erzakla geri çekildiler. Her şey; şehir evler kuleler yanıp kül oldu. Ertesi gün Yunanlılar ele geçirdikleri erzakla geri çekildiler. Ama Trapezus'a inen yol sarp ve dar olduğu için.” (Anabasis 5.2.328)

Xenophon'un Anabasis'de Dril adıyla sözettiği kabile; yazarın aktardıklarından anlaşıldığı kadarıyla Ziana dağlarının yüksek yamaçlarında bugünkü Tonya Maçka ve Torul[Torul ismide büyük ihtimalle bu kabilenin ismiyle ilişkilidir] kasabaları arasındaki bölgede yerleşik olmalıdır.

Üç günlük bir yürüyüşten sonra Kolkhilerin ülkesinde deniz kıyısında Sinope'nin kolonisi olan Yunan şehri Kerasus'a varıldı. Orada üç gün kaldılar...” (Anabasis 5.3.2)

Denizden yol almış olanlar Kerasus'tan aynı yolla ayrıldılar öbürleri yollarına karadan devam ettiler. Mossynoik'lerin sınırına varılınca bu halkla ilşkileri olan Trapezus'lu Timesitheus topraklarından geçerken dost mu yoksa düşman kabul edileceklerini sormak için elçi olarak gönderildi...” (Anabasis 5.4.12).

Pseudo- Skylax'ın Coğrafya Notları (34-36)
MÖ 335 yılına doğru PseudoSkylax tarafından hazırlanan bir coğrafya kitabında da Kolkha ülkesi ile ilgili bilgiler yer almaktadır. Bu kayıtlarda daha kuzeydeki bazı Sarmatia kabilelerinin isimleri sıralandıktan sonra Kolkha sahilleri hakkında bilgiler verilir. Buna göre sahilde kuzeyden güneye sırasıyla Dioskuria [Bugünkü Sohumi kenti] Gyenos [Muhtemelen bugünkü Oçamçire yakınlarında] ve Phasis [Muhtemelen bugünkü Poti yakınlarında] isimli Yunan koloni kentleri ile Gyenos Kherobios Khorsos Arios ve Phasis isili akarsular bulunur.

Phasis'den sonra da sırasıyla güneybatıya doğru Ris İsis ve Latronun isimli akarsular ve Apsaros bulunur. Ardından da Byzeri [farklı kaynaklarda Buzeri ya da Bueri olarak da geçer] kabilesi ile Daraanon ve Arion dereleri Ekekhiri [Farklı kaynaklarda Ekriti ] kabilesi Pordanis [Farklı kaynaklarda Byritanis olarak da geçen bugünkü Furtuna deresi] ve Arabis dereleri [Farklı kaynaklarda rkhabis olarak da geçen bugünkü Arhavi deresi] dereleriLimne kenti ve Odini isimli Yunan koloni kenti ve ardından Bekhiri limanı Bekhiri kabilesi ve yine Bekhiri adıyla anılan Yunan koloni kenti Makrokephali kabilesi[Uzun kafalılar anl(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim) gelen Mkarokephali tabiri Makhroni adıyla bilinen ve bu bölgenin yüksek kesimlerinde yaşayan yerli bir kabileye Yunanlılarca yakıştırılmış bir isim olmalıdır. Xenophon da aynı kabileyi Makron adıyla kaydetmiştir].

Skylax sahil boyunca sıraladığı tüm bu yerlerin dışında Kolkha ülkesinin iç kısımlarında Phasis nehrinden yaklaşık 30-35 km iç kısımlarında olduğunu belirttiği ancak ismini açıklamadığı yerlilere aiy büyük bir kentin varlığı da belirtilmektedir.[Müller K.(1855)]. Skylax'ın bahsettiği bu kent muhtemelen Phasis nehri havzasında bugünkü Vani mevkiinde kalıntılarına ulaşılan antik Kolha kentidir. Bu bölgede yıllardır yürütülen kazılar sonucu Kolkha uygarlığına ait bir çok buluntu elde edilmiştir. Bu yerleşime ait kalıntılar yine Sairkhe civarında bulunan diğer bir antik Kolkha yerleşim kalıntılarıyla birlikte şu ana dek ulaşılabilen en büyük iki yerleşlim kalıntılarıyla birlikte şu ana dek ulaşılabilen en büyük iki yerleşimden birinin ve muhtemelen de Kolkha başkentinin izlerini günümüze taşımaktadır. Kolkhalıların yazı dilleri olmaması nedeniyle Kolkha ülkesinin bu en büyük kentinin ismine dair kesin bir kayda ulaşmak mümkün olmamaıştır.

Ancak D. Braund'a göre; son dönem kazılarda bu kentin kalıntıları arasında bulunan bronz bir parça üzerinde yer adı olarak geçen “Souris” şeklindeki bir yazı coğrafyacı Ptolemeus'un Kolkha haritesında görülen ve ondan önce de Plinius tarafından bahsedilen Surium kentinin ismiyle benzeşmektedir [Braund D (1994)]. Plinius'Un kendi döneminde Phasis havzasında ayakta kalabilmiş tek Kolkha kenti olarak tanıttığı Surium kenti büyük ihtimalle Skylax'ın kayıtlarında da “yerlilere ait büyük kent” olarak geçen yerleşimdir ve Braund tarafından işaret edildiği gibi bugünkü Vani civarında bulunan kalıntılar da ine aynı kentin harabeleri olmalıdır... Bu kalıntılar arasında özellikle Skylax'ın yaşadığı döneme ait zengin buluntular elde edilmesi bu bilgileri doğrulamakta; aynı zamanda yine bu kalıntılar arasında bulunan ve Kolkhalı yöneticilere ait oldukları düşünülen [Braund D (1994)] bir grup damga Surium kentinin o dönemde Kolkha ülkesinin başkenti olabileceğini göstermektedir. Bu damgaların büyük olanında Grek harfleri ile “Kral Melabe” yazmaktadır. Daha küçük olan diğer damgalarda ise “Khorsip” “Orazo” ve “Ermo...” isimleri okunmaktadır [TsetskhladzeG.R. (1991)] ve bu diğerleri kraldan sonra gelen Kolkhalı yöneticilere aitmiş gibi görünmektedir.

Büyük İskender Dönemi Ve Sonrası (37-41)
Büyük İskender'in Pers İmparatorluğu'nu ele geçirerek Önasya'da İran egemenliğine son verdiği yıllarda Doğu Karadeniz'De varlığını devam ettirmekte olan Kolkha krallığı bu gelişmelerden etkilenmemiş ve bağımsızlığını korumuştur. Bu yıllara tarihlendirilen çok sayıda Kolkha sikkesi ülkede merkezi bir siyasi otoritenin varlığını göstermektedir.

Bu yüzyılda gelişen arz talep ilişkileri sonucu Doğu Karadeniz'de dış pazarlara yönelik köle ticareti oldukça yoğunlaşmıştır. Özellikle Yunanistan'da ve Kırım bölgesinde elde edilen arkeolojik bulgular bu ticaretin izlerini günümüze kadar taşımaktadır. Bu bölgelerde bu döneme ait kayıtlarda sıkça rastlanan “Kolkh” ve “Kolkhos” benzeri insan isimlerinin Kolkha kökenli köleleri ve onların soylarını temsil ettiği düşünülmektedir [Braund D ve Tsetskhlazde G.R. (1989)]. Bu döneme tarihlendirilen Yunanistan'da çömlek imalatında çalıştırılan bir grup kölenin puantaj tablosu da bu yöndeki örneklerden sadece bir tanesidir. Bu tabloda etnik kökenleriyle ya da isimleriyle tanımlanan köle listesi içinde Kolkh ibaresine de rastlanmaktadır.

Bu yıllarda Kolkha ülkesi ile ilginç bir kayıt da Büyük İskender'in Doğu seferine katılarak Anadolu ve Ortadoğu'yu dolaşan Arist[COLOR=#432b18]Otel[/COLOR]es'e aittir. Hyavancılığı konu aldığı bir yazısında Aristoteles Phasis bölgesindeki küçük cins sığırların Yunanistandaki büyük sığırlara göre çok daha fazla süt verimine sahip olduğunu belirtmektedir. Kolkhalıların sadece hayvancılıkta değil diğer alanlardaki gelişmişlik düzeyleri de ilgi çekici ayrıntılarla günümüze ulaşmıştır. Xenophon “avcılık” isimli bir çalışmasında keten dokumalarıyla tanınan Kolkhalıların ürettikleri kendir iplerinin de ağ yapımındaen makbul malzemelrden biri olduğunu vurgulamaktadır. Çok eski bir metalurji birikimine sahip olan Kolkhalılar para basımı konusunda da oldukça yetenekliydiler. Elde edilen arkeolojik bulgular onların bu potansiyellerini kendi Kolkha sikkelerinin dışında da kullanılmış olduklarını göstermektedir.

Kolkhalılar gerek bu yıllarda; gerekse MÖ 323 yılında Büyük iskenderin ölümünden [SuzanneB (1998)] sonra ve onun halefi olan Lysimakhus döneminde; kendi sikkeleri dışında bol miktarda sahte Makedonya sikkesi de basarak ülkeler arası dolaşıma sokmuşlardır. Kolkha'da basılan bu taklit sikkelerin Makedonyalıların siyasi itibarlarından yararlanılarak Kuzey Kafkasya'dan Orta Avrupa'ya kadar çok geniş bir alanda piyasaya sürülmüş olduğu anlaşılmaktadır. [Golenko K.V. (1972)].

Doğu Karadeniz ile ilgili gözlemleri dolaylı olarak günümüze ulaşmış olanlardan birisi de MÖ 283 YILINDA Mısır kralı olan Philadelphus'un [TsetskhladzeGR 1993] Timosthenes isimli donanma komuatnıdır. Plinius'un Timosthenes'i referans olarak göstererek aktardığı bir rivayete göre; Kolkha ülkesindeki sahil kenti Dioskuria [Sokhumi] o zamanlarda farklı diller konuşan 300 ayrı kabilenin uğrak yeriydi ve buradaki tüccarlar ticari faaliyetlerini yürütebilmek için kadrolarında 130 kişilik bir çevirmen kadrosu bulundururlardı [Rackham H. (1942)]. Gerçekten de bu yıllarda kendi sikkelerini basan bağımsız bir Yunan koloni kenti olan Dioskuria bölge ticaretinin en öenmli merkezlerinde birisi durumundaydı [Bernhard M.L. (1976)].

Bir sonraki yüzyılın başlarında basıldığı tahmin edilen ve üzerinde “Kral AKİ” İBARESİ BULUNAN Kolkha sikkeleri Kolkha Krallığı'nın bu yıllarda da varlığını devam ettirmekte olduğunu göstermektedir. Kral Aki sikkelerinin bilinen iki örneğinden birisi merkezi Kolkha'nın iç kısımlarında Tsulukidze civarında diğeri ise Trabzon yakınlarında bulunmuştur. [Braund D (1994)]. Yine aynı dönemde MÖ 144 yılına kadar olan gelişmeleri yazan Yunan tarihçisi Polybius eserinin bir bölümünde Yunanistan ile Karadeniz ülkeleri arasındaki ticari ilşkilere dair bilgiler vermekteir. Buna göre Karadeniz ülkeleri büyükbaş hayvan ve köle kaynakları açısından oldukça bereketlidir. Aynı bölgenin diğer ideal ürünleri “bal balmumu ve tuzlanmış balık” olarak sıralanır. Polybius'a göre Yunanlılar ithal ettikleri ürünlere karşılık bölgeye “zeytinyağı ve şarap ihraç” etmektedirler. [Braund D ve Tsetskhladze G.r. (1989); Paton W.R. (1922)] Bahsedien tüm bu ticari ürünler diğer antik çağ kaynaklarında da Doğu Karadeniz sahillerinin önemli ihraç ürünleri olarak geçmektedir ve söz konusu ticaretin ağırlıklı olarak gerçekleştiği yer de muhtemelen Kolkha ülkesidir.

Mithridat Egemenliği Dönemi (42-44)
Büyük İskender döneminde İran egemenliğine son verilmesinin ardından Anadolu'da bir çok eni siyasi oluşum ortaya çıkmış çoğu İran kökenli olan eski valiler kendilerini bulundukları bölgelerin kralı olarak ilan etmişlerdi. Bunlardan biri de Karadeniz Kapadokyası olarak bilinen bölgede [COLOR=#432b18]Amasya[/COLOR] kentini kendilerine yönetim merkezi olarak bilinen bölgede Amasya kentini kendilerinine yönetim merkezi olarak seçen İran menşeli Mithridat hanedanıdır. MÖ 114 yılında iktidara gelen Mithridat VI Eupator'un saltanatı sırasında en parlak çağını yaşayan bu hanedan batılı kaynaklarca daha sonra farklı ünvanlarla anılmış olsa da gerçekte; Mithridatların yaşadığı çağa tanıklık eden tarihçiler bu siyasi oluşumu genellikle krallarının ismi ile anmışlardır. Dönemin kaynaklarında sadece Mithridatların şahsi iktidarları ön plana çıkarılmış ve son kral Mithridat VI'dan söz edilirken de her hangi bir ülke ya da devlet adı anılmadan sadece “Büyük Kral Mithridat” ya da “Mithridat Eupator” ünvanları kullanılmıştır. [Walton F.R. (1957) f.r. (1967); Platon W.R. (1926).

Mithridat VI saltanatının ilk yıllarında başkentini önce Amasya'dan Sinop'a taşımış sonraki yıllarda egemenlik alanı Trakya ve Yunanistan'a doğru genişlediğinde de Ege sahillerindeki Bergama kentini yeni yönetim merkezi olarak belirlemiştir. MÖ 110 yılına doğru Kolkha ülkesini de egemenliği altına alan Mithridat bu ülkeyi valileri aracılığıyla yönetmeye başlamıştır. Mithridat egemenliğinde Kolkha ülkesinin durumu ile ilgili bilgiler oldukça yatersiz olmakla birlikte MÖ 83 yılında Kolkhalıların ayaklanması ve valinin değiştirilmesi talebinde bulunmaları bu dönemde bölgeye ilişkin tarihsel kayıtlarda yer almaktadır. [Dundua G.F ve Lordkipanidze G.A. (1979).

MÖ 65 yılında Romalılara karşı yürüttüğü savaşı kesin olarak kaybeden ve Anadolu'daki egemenliğinden vazgeçmek zorunda kalan Mithridat son çare olarak Kırım bölgesindeki topraklarına giderek hükümranlığını orada sürdürmeye karar verir. Bu yolculuğunda Roma donanmasının Karadenizdeki varlığı nedeniyle kara yolculuğunu tercih eder ve Karadeniz'in doğusundan Kolkha ülkesi toprakları üzerinden geçerek Kırım bölgesine ulaşır. Onun bu maceralı yolculuğu ile ilgili olarak aktarılan rivayetlerde özellikle Kolkha'nın kuzeyindeki sahillerde karşılaştığı yerli kabilelere ve onlarla olan ilişkilerine değinilir;

Mithridat'In kendi ülkesini terk edip Bosphorus'a kaçtığı dönemde Heniokhi'lerin dört kralı vardı. Mithridat onların ülkesinden herhangi bir engelleme ile karşılaşmadan geçebilmiş; ancak Zygi kabilesinin topraklarından geçerken bu memleketin engebeli sarp arazisi ve sakinlerinin vahşiliği nedeniyle yolun büyük bir kısında ancak denizin kenarından yürüyerek ilerleyebilmiş Akhai topraklarına zorlukla ulaşabilmişti. (Strabon 11.2.13)[Jones H.L. (1917)].

Roma Egemenliği Dönemi (Sf.45-47)
MÖ 64 yılında Roma imparatoru Pompeius Mithridat'a karşı kazandığı seferin ardından daha önce Mithridat'ın egemenliği yada etkisi altında olan ülkelerin yönetimlerini savaşta kendisini destekleyen müttefik dostlarına paye olarak dağıtmıştır. Bu paylaşım sırasındaKolkha ülkesi de Aristarkhus adıyla bilinen yerli bir derebeyinin mülkiyetine verilmiştir. Kendisini Kolkha kralı olarak ilan etmiş ve adına sikkeler bastırmış olmasına rağmen Aristarkhus'un Kolkha ülkesinede merkezi bir otorite kuramadığı ve doğrudan Roma'ya bağlı yerel bir vali olmanın ötesine geçemediği düşünülmektedir. Bastırmış olduğu sikkelerden birinin üzerinde yer alan “onikinci yıl” ibaresi onun MÖ 52 yılında da saltanatını devam ettirmekte olduğunu göstermektedir [Golenko K.V (1974)].

Antik çağda Kolkha kültüründe önemli bir olgu olan “Güneş Tanrı” kültü onun sikelerinde de izlerini devam ettirmiştir. Sonraki yıllarda Roma imparatorluğu'nda Pompeius ile Sezar arasındaki iktidar mücadelesi bağlı devletleri de kapsayan büyük bir iç savaşa dönüşmüş ve bu dönemde Kolkha ülkesi de bu gelişmelerden etkilenmiştir. Latin şairi Lucan Roma iç savaşını konu alan “Pharsalia” isimli eserinde Pompeius'un müttefikleri arasında Kolkhi ve Heniokhileri de saymaktayız. Yine aynı dönemde MÖ 48 yılına doğru Mithridat'ın oğlu Pharnak Roma'daki iç karışıklıklardan yararlanılarak Kolkha ülkesini istila etmiş ve ardından Romalılarca yenilgiye uğratılmıştır. (Braund D. 1994).

Romalı mimar Vitruvius MÖ 25 yılına doğru yayınladığı (Slivnik L. (1997) on ciltlik ünlü eserinde farklı kültürlerin farklı inşaat tekniklerinden ve mimarilerinden bahsederken Kolkhalıların kendilerine özgü ahşap konutlarına ve yapı tekniklerine değinir;

Karadenizdeki Kolkhi kavmi bol kereste kaynaklarına sahiptir ve onların yapı teknikleri de bu kaynaklara bağımlıdır.. Onlar iki ağacı zeminin üzerine paralel bir şekilde yatırarak aralarında bir ağaç boyu mesafe bırakırlar sonra da bunları; üzerlerinde uç kısımlarından karşılıklı iki ağaç daha koyarak birleştirirler. Bu belirlenmiş alan içinde kalan yer evin iç kısmı olur. Bu dört kenardaki duvar aynı şekilde üstüste ağaçlar koyarak yukarıya doğru yükseltilir. Böylece köşelerde her ağaç bir diğerini düşey olarak desteklemiş olur. Ağaçların kalınlıklarına bağlı olarak arta kalan karşılıklı boşluklar çamurla ve küçük parçalarla kapatılır. Çatının yapımı için deaynı yöntem uygulanır. Ağaçların uzunlukları aşamalı olarak azaltılarak köşeler arası mesafe giderek daraltılr ve böylece piramite benzer bir çatı formu elde edilir.

Çatıyı dal parçaları ile ötrterler ve üzerini balçıkla sıvarlar. Böylece onların bu dört kenarlı çatıları kabaca bir tonoz şeklini almış olur. (Vitruvus; De Architectura II1 4) [ Granger F.(1931) ]

Vitruvius'un eserini yazdığı bu yıllarda Roma imparatorluğu da doğu eyaletlerinin yönetimi ile ilgili yeni düzenlemeleri yürürlüğe koymuştur. Buna göre bugünkü Trabzon ve çevresi Amasya'da hüküm süren “Polemon” hanedanının yönetimine verilmiş ve bu şekilde bu bölgeyiğ de içine alacak şekilde Roma'ya bağlı “Karadenzi Polemonia Krallığı” kurulmuştur. Kolkha ülkesi de MÖ 8.yılında Kral Polemon I'in ölümünden sonra tahta geçen kraliçe Pythodoris tarafından Polemonia Krallığı'nın topraklarına dahil edilmiş ve bu kraliçenin saltanatı süresince Polemonia Krallığı'nın egemenliği altında kalmıştır. [Braund D (1994)]

Strabuon'un Notları
Çağının en önemli coğrafya kitabını yazan Amasyalı Strabon daha sonra yaptığı bazı düzeltme ve eklemelerin dışında büyük kısmını en geç MÖ 5 yılına doğru tamamladığı düşünülen [Dilke O.A.W. (1985)] bu eserinde Doğu Karadeniz sahilleri ile ilgili önemli biğlgiler vermiştir. Strabon Doğu Karadeniz'den bahsettiği bölümün ilk kısmında Kolkha'nın kuzeyindeki sahillerde yerleşik olan denizci kabilelerin yaşam biçimleri ile ilgili ayrıntılı bilgiler verir;

Kafkas dağlarının uzantısı olan bu sarp ve dağlık sahil kesiminde kuzeyden günye sırasıyla Achaei Zygi ve Heniokhi kabilelerinin toprakları yer alır. Bu insanlar denizde korsanlık yaparak geçinirler. Onalrın Yunanlılarca “Kamarae” olarak isimlendirilen küçük ve hafif tekneleri ortalama yirmibeş en fazla otuz kişi alabilecek boyutlardadır

Gerektiğinde bu tekneleri süratle bir araya toplayarak korsan filoları oluştururlar ticari gemilere ülkelere ve sahil kentlerine saldırılar düzenlerler bu şeklide denizdeki hakimiyeti ellerinde tutarlar. Ve hatta onlar bazen Kırım sahillerindeki topluluklarla işbirliği yaparak dönüş yolunda ve bu iskelelere ve Pazar yerlerine uğrarlar elde ettikleri ganimetleri elden çıkararak ihtiyaçlarını temin ederler. Memleketlerine döndüklerinde ise teknelerini sahilde bırakmayarak omuzlarında karaya çıkarırlar ve onları ormanların arasında yer alan barınaklarına kadar (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürürler. Yeni bir sefere çıkacaklarında da teknelerini tekrarsahile (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürürler. Ve bu sahillerde yerleşik kabilelerin tümü her zaman bu tür korsanlıklarla geçinirler; gece yada gündüz adam kaçırma amacı amacı ile ormanlık sahillerde gizledikleri tekneleriyle pusuya yatarlar ve bu şekilde esir aldıkları insanlar için hemen bir fidye tutarı belirleyerek onların yakınlarına haber gönderirler

Bu insanların yaşam biçimi böyledir. Onlar “asa taşıyanlar” [“Skeptukhi” olarak adlandırılan kabile şeflerine bağlıdırlar ama asa taşıyanların' kendileri de bir tiranın veya bir kralın tebasıdır.” ( Strabon 11.2.1213) [ Jones H.L. (1917)].

Sahildeki denizci toplulukladan farklı olarak Kafkas dağlarının Güneybatı yamaçlarında oturan dağlı topluluklar da sahil bölgelerinde Pazar yerleri ile ticari ilişkiler içindedirler. Starbon eserinde bu dağlı kabilelerden de bahseder;

Bölge halkı çoğunlukla tuz satın almak için Dioskuria [Bugünkü Sokhumi kenti] kentinde toplanır. Bu kabilelerin bazıları yüksek dağ yamaçlarında dar vadilerin arasındaki mekanlarda yaşarlar. Çoğunlukla av hayvanlarıyla yabani meyvelerle ve süle beslenirler. Dağların dorukları kışın geçit vermez ama bu insanlar yaz aylarında işlenmemeiş öküz derisinden yapılan ve karda buzda yürüyebilmek için çivilerle donatılan davulo gibi geniş ayakkabıları ayaklarına geçirerek oralara çıkarlar ve yükleri ile birlikte postların üzerine oturup kayarak aşağıya inerler. [Strabon 11.5.6] [Jones h.l. (1917) ]

Doğu Karadeniz'de sarp kayalık sahillerde oturan ve denizcilikle geçinen topluluklar [ Eski kaynaklarda bu toplulukların tamamı coğrafi ayrım gözetilmeksizin Heniokhi adı anılmaktadır. “Heniokhi” tabiri ortak bir soydan çok ortak bir yaşam biçimini ifade ediyor gibi görünmektedir.] ile dağlık kesimlerde yaşayan dağlı toplulukların dışında; üretim ilişkileri ve yaşam biçimleri açısından üçüncü temel gurubu teşkil eden merkezi bölgelerdeki ova toplumu da Srabon tarafından ayrıca değerlendirmişler. Uzun süredir Yunan kültürü ile yakın ilişkiler içinde olan merkezi Kolkha halkı diğer batılı antik yazarlar gibi Strabon'u gözünde de nisbeten daha uygar bir toplum görünümündedir;

Bunun dışında Kolkhida ülkesinin arta kalan bölümünün büyük kısmı Karadeniz sahili üzerinde yer alır ve büyük bir nehir olan Phasis bu sahilin orta yerinde denize dökülür. Bu nehir kaynağını Ermeni ülkesinden alır ve komşu dağlardan çıkan Glaucus ile Hippus nehirleri ile birleşerek denize dökülür...

Phasis nehri vasıtasıyla Sarapana kentine kadar ulaşılabilir. Burası tüm kent nüfusunu içinde barındırabilecek genişlikte surlarla çevrilidir ve buradaki insanlar karadan bir yol aracılığı ile dört günde Kyrus nehrine ulaşabilirler. Phasis nehri üzerinde kurulu bulunan ve yine Phasis ismini taşıyan bir kent Kolkhalıların Pazar yeridir. Bu kent bir cephesinden bir göl bire cephesinden nehir ve diğer cephesinden denizle çevrili olarak doğal bir korunmaya sahiptir. Oradan insanlar deniz yolu ile ik üç günlük bir seyehatla Amisus ve Sinope'ye gidebilirler. Zira sahil boyu nehir ağızları sayesinde mutedildir.

Bu ülke hem ürünleriyle hemde gemi inşaasına yönelik her konuda mükemmel düzeydedir; balları hariç zira balları oldukça serttir. Üretilen keresteler nehirlerin üzerinde aşağılara taşınır ve halk başta keten olmak üzere kendir balmumu ve zift üretimi ile uğraşır. Öncelerden beri dış ülkelere keten ihraç ettiklerinden keten kumaşı imalatında yaygın bir ün kazanmışlardır. (Strabon 11.2.17) [Jones H.L. (1917)]

Phasis nehri boyunca doğuya doğru ilerleyerek Kolkha ülkesinin doğu komşusu olan İberia sınırına kadar ulaştığı anşlaşılan Strabon bu güzergahla ilgili gözlemlerinin yanısıra İberia ile Kolkha arasındaki coğrafi sınıra dair bilgiler de aktarmaktadır;

Onların ülkesine dört ana geçiş vardır; biri Sarapana üzerinden ki burada dar geçitlerin arasında bir Kolkhi kalesi bulunur bu geçitlerin arasında nehrin dolambaçlı rotası yüzünden 120 tane köprü yapılmıştır. Bu bölgede ağır sağanak yağmurlar zamanında seller nedeniyle derin yarıklar oluşur ve nehir şiddetli yoğun akıntıyla Kolkhida'ya iner.
Bu şekilde Kolkhida'dan Iberi'ya geçiş imkanları kayalıklarla kalelerle ve derin vadilerden akan nehirlerle engelenmiş durumdadır.” (Strabon 11.3.4)

Heniokhiler
MS 9 yılında bugünkü Romanya'nın sahil kenti Köstence'ye sürgüne gönderilen ünlü Latin şairi Ovidius; burada yaşadığı dönemde dostlarına yazdığı manzum mektupları “Karadeniz'den Mektuplar” isimli eserinde toplamıştır.

Bunlardan birinde; MS 14 yılında dostu Albinovanus'a yazdığı bir mektubunda da Karadeniz'e dökülen ünlü nehirleri sayarken bunların arasında çok bilinen Phasis nehrinin yanısıra yine Kolkha ülkesinde olduğu bilinen Penius nehrinide sayar. Ayrıca yine aynı mektubunda daha önceki antik yazarlarında bahsettiği Doğu Karadenizli Heniokhia korsanlarından söz eder. Ovidius'a göre; Heniokhia korsan gemileri gemicilere büyük zararlar vermektedirler ve Doğu Karadenizli korsanlar yalnız kendi bölgelerini değil Batı Karadeniz'i de tehdit etmektedirler [ richmond J. (1995); Dürüşken.Ç (1999)] Ovidius'Un mektubundaki bu küçük ayrıntı o sıralar tüm Karadeniz'de dehşet saçan heniokhilerin geniş bir coğrafyada etkin olduklarını ve aynı zamanda denizaşırı korsanlık yapabilecek düzeyde köklü bir deniz kültürüne sahip olduklarını göstermektedirler. [ bu ayrıntı aynı zamanda Heniokhi kabilesinin kökeni ile ilgili yorumlar açısından da önem taşımaktadır.

Zira yerli isimleri fonetik açıdan olabildiğince en yakın Yunanca sözcüklere yakıştırarak kaydeden antik Yunan yazarları bu kabilenin (özgün şeklini bilmediğimiz) ismini de “Heniokhi” oşlarak yazmışlardır ve Heniokhi sözcüğü de eski Yunanca “Arabacılar” anl(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim) gelmektedir. Bu isimden yola çıkan bazı araştırmacılar yerli isimler üzerinde Yunan merkezli mitolojik ve etimolojik yorumlar yapma alışkanlıkları olan antik Yunan yazarlarının hatalarını aynı şekilde devam ettirmişlerdir. Oysa Heniokhi ismi altında ifade edilen denizci Kolkha kabilelerinin tarihsel yerleşim alanları kuzeyde de güneyde de sarp kayalıklardan oluşan dar sahil şeritleridir ve o çağlarda söz konusu sahillerde değil “atlı araba” tek başına “at” kullanımı dahi mümkün değildir. Tarihsel yorumlar yaparken ilgili çağların coğrafya ve tabiat koşullarının gözardı edilmesi bu tür yorum hatalarını kaçınılmaz kılmaktadır.].

Romalı tarihçi C.Tacitus'un kayıtlarında da Heniokhi kabilesinin bu dönemde bölgedeki belirgin üstünlüğü farkedilmektedir. Tacitus eserinde MS 20'li yıllara doğru meyana gelen gelişmeleri anlatırken bu bölgede sadece “Heniokhia” sonraki yıllarda da bağımsızlıklarını sürdürecek olan güneyli Heniokhilerin krallığıdır. Bugünkü Of ile Batum arasındaki sahil şeridinde egemen olan denizci Heniokhilerin bu küçük ülkesi Kolkha Krallığı'nın bağımsızlığını kaybetmesinden sonra da bölgede küçük bir krallık olarak varlığını devam ettirmiştir.

Pomponius Mela tarafından MS 44 yılına doğru yayınlanan “De Chorographia” isimli eserde sırasıyla; Trapezus'un batısında Buzeri ve Bekhiri kabileleri daha doğuda Phasis nehrinin denize döküldüğü yerde de Phrixos'un [Yunan mitolojisinde Phrixos Athamas'ın oğlu olarak geçer ve altın postlu birkoçun üzerinde uçarak Kolkha ülkesine gittiğine inanılır.] tapınağının ve altın Postun saklandığı ormanların bulunduğu Kolkhilerin ülkesinin olduğu belirtilir. Mela'ya göre bölgede Trapezus dışında diğer Yunan koloni kentleri; Miletliler tarafından Phasis nehri ğzında kurulmuş olan ve nehir ile aynı adı taşıyan bir kale kent; onun kuzeyinde Yunan tüccarları tarafından kurulan Kynus; ve daha kuzeyde de Dioskuria olarak sıralanır [Koshelenko G.A. ve Kuznetsov V.D. (1996); Braund D (1994)].

Neron Dönemi (SF.55-56)
MS 54 yılında Roma imparatoru olan Neron'un saltanatının ilk yıllarını aktaran C.Tacitus da Trapezus'dan stratejik açıdan önemli bir kent olarak söz ederken daha doğudaki etnik ve siyasi gelişmelere değinmez. İmparator Neron saltanaının sonraki yıllarında merkezi yönetimi sertleştirerek yerel yönetimlere ve bölgesel krallıklara karşı büyük bir baskı politikasını uygulamaya koymuştur.

Neron'un hküm sürdüğü bu yıllara mal edilen Hristiyan mitolojisine ait ilginç bir öyküde her ne kadar bilimsel açıdan bir değeri olmasada içerdiği ilginç bir ayrıntıylakayda değer nir nitelik taşımaktadır.

Asırlar sonra Dorotheus tarafından aktarılan bu rivayette on ikiş havariden biri olan Matthias'ın Doğu Karadenizde faaliyet gösterdiği Hyssus [Bugünkü Araklı limanı] limanında Phasis'de ve bu bölgenin iç kısımlarında oralarda yaşayan vahşi barbarlara vaaz verdiği ve onları dine davet ettiği anlatılmaktadır. Aynı rivayete göre havari Matthias yine bu bölgede Sebastopolis [Bugünkü Sohumi kenti] kentinde ölmüş ve burda bir güneş tapınağının yakınlarına gömülmüştür. [Jacquier E. (1911)].

Bu Ön Asya'da hemen her bölgeye mahsus birer örneği olan sayısız havari öykülerinden biridir. Havarilerin bölge bölge gezdikleri bilinse de daha o yıllarda bu bölgeye ulaşabilmiş olmaları pek mümkün görünmemektedir. Yine bu öykünün ilginç yanı Doğu Karadeniz'den “Aethiopia” adıyla bahsedilmiş olmasıdır. Bu durum “Kolkhida” adıyla bilinen Doğu Karadeniz sahillerinin asırlar boyunca bir çok antik yazar tarafından Afrika'daki Aethiopia [Bugünkü Etyopya] ülkesi ile karşılaştırılmasının en geç örneklerinden biridir. Hiç bir coğrafi ya da etnik bağlantıya dayanmayan Aiet'in ismiyle özdeşleştirilmesiyle ve Aethiopia ismiyle Aiet ismi arasında benzerlik kurulmasıyla açıklanabilmektedir.

MS 64 yılında Roma imparatoru Neron Karadeniz Polemonia Krallığına son verir ve bu krallığa bağlı özerk kent statüsünde olan Trapezus kentini doğrudan Roma'ya bağlama kararı alır. Aynı yıllarda uzun süreden beri büyük çalkantılara sahne olan imparatorluk Ortadoğu'da büyük bir Yahudi ayaklanmasıyla sarsılmaktadır.

MS 68 yılı civarında Yahudi kralı A[COLOR=#432b18]grip[/COLOR]pa II tarihçi Josephus tarafından aktarılan bir söylevinde Roma İmparatorluğu'nun o günkü siyasi ve etnik sorunlarından bahsetmektedir. Agrippa II sıraladığı sorunlu bölgeler ve etniğk gruplar listesinde Doğu Karadeniz'den Kolkhi ve Heniokhi adlarını da sayarak imparatorluk genelindeki büyük huzursuzluğu vurgulamaktadır. [Thackeray H.S.J (1927)] Tam bir kaos ortamı tablosu çizen bu tespitler doğrudur zira imparatorluğun dört bir tarafında isyanlar ve karışıklıklar artmaktadır.

Aniketus Aayaklanması (Sf.57-58)
MS 69 yılının sonlarına doğru Doğu Karadeniz'De Roma egemenliğine karşı şıkan aniketus isimli yerli bir denizci bir ayaklanma başlatır ve yerli halkın da desteğini alarak Yunan kolonisinin yaşadığı Trapezus kentine saldırır. Tarihçi Tacitus'a göre Aniketus' daha önceden Polemonia Krallığının donanma komutanlığını yapmış olan ve bölgede Roma egeömenliğine karşı çıkan etkili bir şahsiyettir. Aniketus'Un önderlik ettiği isyancılar Trapezus'u ele geçirerek yağmalarlar ve limandaki donanmanın büyük kısmını yakarlar. İmparator Vespasianus ayaklanmanın derhal basırılmasını emreder ve bölgeye bir ordu ile deniz filosu gönderiri. Roma ordusunun müdahalesi üzerine isyancılar “kamarae” adı verilen küçük tekneleriyle Trapezusdan çekilirler.

Tacitus'a göre isyancı yerlilerin kullandığı bu çift pruvalı tekneler her iki yöne haraeket edebilecek şekilde ve metal bağlantı elemanları kullanılmadan tamamen ahşaptan yapılmıştı. Fırtına ve büyük dalgalara karşı üst kısımları tamamen kapanabiliyor be böylece dalgalar arasında yuvarlansalar bile batmıyorloardı. Ancak bu tür küçük teknelerle Roma donanmasına karşı koyamıyacaklarını bilen isyancılar kısa sürede dağılırlar. Aniketus ve yandaşları Kohibus [muhtemelen ismi hatalı yazılan bu nehir yaygın görüşe göre bugünkü Khobi nehridir. Müller K. (1855)] nehri ağzında sıkıştırılırlar ve burada yşayan Sedokhezi kabilesine sığınırlar. Sedokhezi kabilesinin şefi önce Romalılara Aniketus'u teslim etmiyeceğini bildirir ancak daha sonra direnemeyeceğini anlayarak kendisini yandaşları ile birlikte Romalılara teslim eder. [Church A.J. ve Brodribb W.J. (1942)].

Aniketus'un başlattığı isyanın bölge halkından destek bulmuş olması onun yerli kökenli bir ayaklanma lideri olduğuna dair güçlü bir işarettir. Bunun ötesinde onun sığınmak için seçtiği yer de tarihsel açıdan oldukça ilginçtir. Zira Aniketus'un sığındığı Khobi dersi civarı bir süre sonra kendilerini antik Kolkha Krallığı'Nın mirasçıları olarak ilan edecek olan [Frendo J.D. (1975)] Lazi isimli yeni bir derebeyliğin de ilk kez ortaya çıktığı bölge olacaktır. Bu gelişmelerden kısa bir süre sonra aynı bölge ile ilgili gözlemlerini aktaran Plninius burada daha sonra yeni Kolkha Krallığı'nın da nüvesini oluşturacak olan Lazi derebeyliğinin ortaya çıkışına tanıklık edecektir.

Plinius'un Notları (Sf.59-61)
MS 77 tarihinde Plinius tarafından yayınlanan [DennisJ. (1995)] Naturalis Historia isimli eser çok net olmamakla birlikte Doğu Karadeniz sahillerinin o yıllardaki durumu ile ilgili önemli bazı verileri içerir. Plinius özetle ve sadeleştirilmiş şekliyle bölgeye ilişkin şu bilgilerei verir;

Trapezus yakınındaki dağların ardında [Bugünkü Harşit nehri havzası] Armenokhalib kabilesi [Armenokhalib (rmen-o-Khalib) terimi; Doğu Anadolu'nun yerli halkı olan ve Urartu uygarlığının varisi olarak kabul edilen Paleokafkas kökenli Khai (Khaldi/Khalib) kavminin bu dönemde henüz Hind-Avrupa kökenli Ermeni kültürü içinde tam olarak erimediğini göstermektedir. Bu kaynaşma süreci asırlar sonra Ermeni kilisesi çatısı altında tamamlanacak öylece yerli Khai kültürü tüm Kafkasik dil ve folklor özellikleri ile birlikte Ermeni kültürünün önemli bir bileşeni olacaktır. Hatta yüzyıllar sonra Ermeniler bu eski kavmin adını “Haik” biçimiyle sahiplenecekler ve bu şekilde adı; bölgede çok köklü bir geçmişe sahip olduklarının bir kanıtı olarak kullanacaklardır.]

daha ötede ise Armeni topraklarıyer alır. Sahil tarafında ise Trapezus'dan itibaren nehri ağzında aynı ismi taşıyan kaleye [Bugünkü Gonio kasabası civarı] kadar bölgede Sanni ve Heniokhi kabileleri egemendir.[ Trabzon ile Batum arasındaki bu bölgede egemen olan bu iki kabileden (sonraki çağlarda “Tzani” adıyla kaydedilecek olan” dağlı Sanniler iç kesimlerde yaşamakta denizci Heniokhiler'in toprakları ise daha ötedeki Phasis nehrine doğru dar sahil şeridi boyunca uzanmaktaydı)

Absarro civarındaki dağların ardında ise İberia'ya bağlı topraklar [Eski Taokhi bölgesi; bugünkü Ardahan [COLOR=#432b18]Artvin[/COLOR] ve Ahiska arasında kalan bölge] yer alır. Sahilde Heniokhilerin ötesinde sırasıyla Ampreuti ve Lazi kabileleri yerleşiktir. Yine aynı bölgede Akamsi İsis Nogrus ve Bathys isimli akarsular Kolkhalı kabileler [Bu ifade ile ülkeye isimlerini veren asıl Kolkhi kabilesi ya da eski hükümran hanedanı temsil eden topluluklar kastediliyor olmalıdır]. Matium kenti Herakles nehri ve Karadeniz'in en meşhur akarsuyu olan Phasis bulunmaktadır [Strabon'un hatasınıaynı şekilde tekrarlayan Plinius'da Phasis'in kaynakları ile Bathys nehrinin kaynaklarını birbirine karıştırmış ve yanlış olarak bu nehrin kaynağını Moskhi topraklarından aldığını yazmıştır.]Bu nehrin üzerinde 120 tane köprü mevcuttur ve yaklaşık 40 mil kadar içeriye doğru gemilerin seyrine elverişlidir.

Ufak tekneler ise daha iç kısımlar5a kadar ilerleyebilirler. Eskiden bu nehir boyunca çok sayıda yerleşim birimi bulunmaktaydı. Bunlarn içinde en önemlileri; Tyndarida Kirka Kynus ve nehrin ağzında er alan Phasis kentleri idi. Ama içlerinde en meşhur olanı denizden 15mil içeride karşılıklı iki ayrı nehrin Phasis üzerinde sadece Surium isimli bir kent bulunur ve ismini nehrin geniş bir kolundan almaktadır. Daha kuzeydeki diğer önemli akarsular da Kharien ve Suani bölgesinden çıkan Khobus nehirleridir. Buralarda da iç kesimlerde Saltia ve Sanni isimli kabieler yaşar. Sahilden kuzeye doğru ise Rhoan Eğriti bölgesi Apsil kabilesi Sebastopolis kalesi Saniga kabilesi Kygnus kenti Penius nehri ile aynı ismi taşıyan Penius kenti daha sonra da farklı isimler kullanan Heniokhi kabileleri sıralanır. Anthemus nehri üzerindeki Kolkha kenti Dioskuria ise şu anda terk edilmiş durumdadır. [Metin için Rackham H. (1942) isimler için Mayhoff K. (1905)]

Konumlandırıldığı bölgenin yerel topoğrafik terminolojisi de dikkate aldığında burada ilk kez bir yazılı kaynakta yer alan “Lazi” teriminin önceleri bir yer adı olduğu daha sonra topşlum ismi haline dönüştürü anlaşılmaktadır: Zira Doğu Kardeniz'İn dış etkilerden uzak yüksek kesimlerinde günümüze kadar ulaşan bazı yer isimlerinfde “La Le” gibi ön eklere rastlanmaktadır ve büyük ihtimalle bu yerli Güneybatı Kafkas dil ailesine özgü bir yapı gibi görünmektedir. [ Lazi adının ilk ortaya çıktığı Phasis nehrinin kuzeyinde özellikle “Laşketi Latali Lenojedi Lentekti Leçkhumi” gibi bir çok yer adı günümüze kadar ulaşmıştır.] “Lazi” terimininde aynı formda bir yer adı olarak ortaya çıkmış olması oldukça güçlü bir ihtimaldir.

Plinius'un kayıtlarına da belirgin şekilde yansıyan Kolkha kabilelerinin kuzeyden güneye yoğun hareketlilikleri aslında Sarmat kabilelerinin istilası sonucu oturdukları sahilleri terk eden yerli halkın güneye doğru gerçekleştirdikleri tarihi bir ricatı işaret etmektedir. Bu süreçte bölgede meydana gelen toplumsal değişiklikler ve değişen yerel güç dengeleri kısa bir sonra burada tekrar kurulacak olan yeni Kolha Krallığı'nın diğer adıyla Lazi krallığının oluşumunda belirleyici etkenler olacaktır. Lazi derbeyliğinin önderliğinde ku
 
Akadlar


Akadlar (M.Ö. 4000 - M.Ö. 2100), M.Ö 4 binde Arap Yarımada'sından [U][COLOR=black]Mezopotamya[/COLOR][/U]'ya ilk gelen ve yerleşen Sami(arap)asıllı bir kavimdir. Akad kralı Sargon [U][COLOR=black]Sümerlileri[/COLOR][/U] yenmiş ve bu devleti kurmuştur.
milliyetçi ve askeri toplum özelliğini taşırlar.

Devletin başkenti Akad'dır. İlk düzenli ordu sistemini kurmuşlardır. Sümerliler'in kuzeyinde, Fırat Nehri boylarında tarihte ilk bilinen imparatorluğu kurdular. Sümer kültüründen etkilendiler ve bu kültürü Ön Asya'ya yaydılar. Sargon'un ölümmünden sonra devlet zayıfladı ve Sümerliler tarafından ortadan kaldırıldı. (M.Ö 2100)

[U][COLOR=black]Sami[/COLOR][/U] kökenli bir halk olan Akadlar (veya Akkadlar) 3. binyılın ortalarında yaklaşık iki yüzyıl boyunca Mezopotamya'da hüküm sürmüştürler. Bütün Mezopotamya'yı egemenlikleri altına alan ilk topluluk oldukları gibi idarecileri önceki Kent Kralı imgesinin yerine Evrenin Kralı simgesini ortaya çıkarmışlardır. Bu kavramı belki de ilk kullanan topluluk olarak Akadlar kültürel anlamda Sümerlerin mirasçılarıdırlar ve Sümer kültürünü büyük oranda benimsemiştirler.

Akad sülalesinin kurucusu [U][COLOR=black]Sargon[/COLOR][/U] ve torunu [U][COLOR=black]Naram-Sin[/COLOR][/U] Akad İmparatorluğunun en önemli liderleri olmuşlardır. Akadların zayıflama döneminde Sümer kentleri tekrar egemenliklerini elde etmiş ve 3. Ur Sülalesi'nin Mezopotamya'daki yükselişiyle birlikte Akadların dönemi son bulmuştur.





Akadlar

Kuzey Mezopotamya'dan güneye doğru genişleyen Sami halkının yerleşim yerleri, Sümer şehirlerine kadar dayanmıştır. Hatta birçok şehirde, Samiler ücretli asker olarak Sümer ordularında yeralmışlardır.

Sümer tarihinde çok önemli bir yer alan Kiş şehrinin sarayında kral Urzababa'nın baş muhasebecisi olan ve Sami halkına mensup olan Sargon, M.Ö. 2350 yılında bir savaştan yenik dönen kralına darbe düzenleyerek tahta geçmiştir. Sami halkının ilk kralı olan Sargon, Kiş şehrini ele geçirdikten sonra, güneye doğru ilerleyerek diğer Sümer şehirlerini de sınırları içine aldı. Sargon yaptığı bütün seferlerinde kuşattığı topraklara, Sami kültürünü ve dilini de (En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)(En büyük netbilgini.net bebeğim)ürmüştür. Sümer kültürünü temel alan ve kendi kültürüyle bütünleştirerek özümseyen Akadlılar, büyük bir medeniyeti geliştirdiler. Böylece dünyada ilk kez, bu kadar geniş bir alan üzerinde, merkezi bir devlet kuruldu.

Akad şehrinin merkez haline gelmesinden sonra Sargon'un kurduğu devlete Akad Devleti, konuştukları doğu Sami diline de, Akadca denildi. Akad dili bütün Mezopotamya'da Sümer dilinin yerine geçerek, günlük yaşamda ve ticarette kullanılandı.

Kral Sargon kurduğu merkezi devletiyle asırlar boyu Mezopotamya'da süren teokrat tapınak şehir yönetimine son vermiş ve yerine güçlü bir memur mekanizmasıyla idare edilen bir devlet kurmuştur. Sargon, Mezopotamya'da iktidarı ele geçirmekle beraber sosyal, siyasal ve ekonominin yanında sanatta da değişiklikler yapmıştır.

Dinsel açıdan Güneş tanrısı Şamaş, Ay tanrısı Sin ve Venüs tanrıçası İştar en çok tapılan tanrılardı. Sargon'dan sonra güçlü bir otorite kuran torunu Naram-Sin, kendisini "Akad'ın tanrısı ve dünyanın dört bölgesinin kralı" ilan ederek, ilk tanrılaşıtrılan kral olmuştur. Sınırlarını Zagros Dağlarına kadar genişleterek burada yaşayan savaşçı Lulubi kabilelerini dağıtmıştır.

Naram-Sin döneminde Elam ve Lulubiler Akad dilini ve alfabesini kullanmaya başlamışlardır. Naram-Sin'in ölümünden sonra Akad devleti parçalanır ve egemenlik Zagroslar'dan gelen barbar Gutilerin eline geçer.

Mezopotmaya'daki insanlar tarafından "dağların canavarı'" olarak adlandırılan Gutiler, hüküm sürdürdükleri 70 senelik süre içinde Mezopotamya'da büyük tahribatlar yaratarak, en karanlık bir dönemine neden olmuşlardır. Barbarlık ve talandan başka bir şey yapmayan Gutiler, Mezopotamya'da açlığa ve sefalete yol açtılar. Olumlu hiçbir gelişme kaydedemeyen Gutiler yenilip bölgeden çıkarıldılar
 
Geri
Üst