Psikolojide Kavramlar

ÇEKİM

Çekim, kişiler arası ilişkilerin hem temeli, hem de bir tarzı gibi görünmektedir. Her iki halde de çekim, diğerine karşı olumlu bir tutum ifadesiyle ve ona yaklaşma arzusuyla karakterize edilebilir. Bir başka deyişle çekim, olumlu duyguların ve bağlanma (affiliation) arzusunun duyulduğu kişilerarası ilişkilere tekabül eder.

Sosyal psikologlar kişiler arası çekim olgularında coğrafi mekânda yakınlık, fiziksel görünüş, benzerlik, birbirini tamamlama, enformasyon verme, bağlanma isteği, doyum sağlama ya da ödüllendirici olumlu yaklaşım gibi faktörlerin etkili olduğunu öne sürmüşlerdir
 
DAVRANIŞ SENARYOLARI

Çeşitli koşullara veya bağlamlara uygun davranış beklentileri ya da hangi davranışların uygun olacağını belirten davranış epizodlarıdır. Senaryolar, belirli özgül durumlarda kişilerin nasıl davranması gerektiğini ifade eden skriptlerden oluşurlar ve bu anlamda, senaryo ve skriptler, bir bakıma sosyal kuralların kognitif karşılığıdır.

Bunlar, doğrudan gözlem yaparak, diğer insanların değerlendirmelerini dinleyerek, televizyon veya filmlere bakarak, kitaplar okuyarak ve benzeri yollardan öğrenilmektedir. Örneğin, her kültürde, misafirlerin nasıl karşılanacağını veya cinsel ilişkilerin nasıl olacağını yöneten çeşitli senaryolar vardır. Davranış epizodları, esas olarak, bilişsel çaba tasarrufu sağlayan olay şemaları olarak görülebilir.
 
DAVRANIŞ STİLLERİ

Küçük gruplarda azınlıkların çoğunluk üzerindeki etkileri konusunda Moscovici tarafından geliştirilen bu kavram, etki kaynağının farklı davranış şekillerini ifade etmektedir.

Bu kavram, konformite alanındaki araştırmalarda gözlenen ve yönü çoğunluktan azınlığa veya bireye doğru giden etki modelini tersine çeviren, yani azınlıkların da çoğunluğun kanaatlerini, değerlerini ve davranışlarım değiştirebileceğini varsayan bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle, burada, etkinin daima bağımlılıkla açıklanamayacağı, yani bağımlının bağımlı olduğu etki kaynağından etkilenmesi şeklinde gerçekleşmediği, bazan da, bağımlılık dışında ortaya çıktığını, örneğin bir kişi veya azınlığın salt davranış stili sayesinde hedef üzerinde etkili olabileceği anlayışı söz konusudur.

Davranış stilleri, davranış veya kanaatin retoriğine (yoğunluk, organizasyon, vs.) gönderir; her biri mevcut durumun ve evriminin anlamını ifade eden sözel veya sözel olmayan sembollerin/işaretlerin niyetli bir düzenlemesidir.

Davranış stilinin iki yanı vardır: Araçsal ve sembolik yanlar. Davranış stili, araçsal yanında, yargı objesi hakkında; sembolik yanında ise davranış stilinin sahibi hakkında bilgi verir. Davranış stilinin kendi başına bir anlamı yoktur, etkileşim içersinde anlam kazanır. Etkileşim sürecinde taraflardan biri, herhangi bir stili benimseyerek, kendisi ve konu hakkında enformasyon verir; muhatabı ise bunlardan görünür bazı parçaları alarak anlamlandırır.

Moscovici, sosyal etki bağlamında çeşitli davranış stillerinden söz etmektedir: Soruna yatırım, özerklik, tutarlılık, denklik/hakkaniyet, katılık gibi. Davranış stilleri, grupta olumlu veya olumsuz tutumlar yaratmak, psikolojik alanları belirlemek ve dikkati belirli öğeler üstüne çekmek suretiyle etkili olurlar.
 


DESANTRASYON

Desantrasyon (deceniration) ya da kendi merkezinden çıkma terimi, desantralizasyona benzer şekilde, bir merkeze tabi olmamayı ifade etmektedir. Burada söz konusu olan, kişinin yargı ve değerlendirmelerinde kendi konumundan, ben merkezli ve sübjektif bakışından sıyrılıp objektif bir konuma geçmesidir.

Kendi merkezinden çıkma, genel olarak zihinsel ve moral gelişimin bir üst aşaması ve gruplar arası ilişkilerde önyargılardan kurtulmanın koşulu olarak görülmektedir.
 
DİJİTAL İLETİŞİM

Palo Alto Ekolü'nün kişiler arası iletişimde (kullanılan enformasyonun, kodun ya da işaretlerin türüne göre) ayırdettiği iki iletişim tarzından biridir (diğeri analojik iletişim).

Dijital iletişim, bir takım işlemlerle kodlanabilir ve dolayısıyla bilgisayarlara sokulabilir bir özellik taşıyan, objektif, mantıksal bir enformasyonun kullanıldığı iletişimdir. Bu iletişimin dayandığı göstergeler ile anlamları arasında benzerlik ilişkisi yoktur, bunlar arasındaki ilişkiler uzlaşmaya dayanır. Dijital iletişimin objesi, şeyler, yani bir içeriktir (oysa analojik iletişim, ilişkiler hakkında bir iletişimdir).
 
DOGMATİZM

Adorno'nun otoriter kişilik kavramı doğrultusundaki eleştirel çalışmaları çerçevesinde Rokeach (1960) tarafından ortaya atılan kavram, kısaca, bireylerin dünyayla ilişkilerindeki zihinsel katılığı ifade etmektedir.

Adorno'nun etnosantrizm kavramım genişleten, önyargılı tutumların belirli bir ideolojiye özgü olmadığını, hoşgörüsüzlüğün 'sağ' ideolojiler kadar 'sol' ideolojilerin taraftarlarında da görüldüğünü savunan Rokeach'e göre her birey sosyal dünyasını, inandıklarından ve inanmadıklarından oluşan bir inançlar sistemiyle (belief-disbelief systetri) süzgeçten geçirir. Rokeach, dogmatizmi bu karmaşık sistemin işleyiş tarzını açıklayan bir model olarak önermektedir.
 
DONMA ETKİSİ

K. Lewin'in (1947), karar verme etkinliğinin sonuçlarını belirtmek üzere ortaya attığı bu kavram (freezing), insanların 'onlara kendi kararları gibi görünen şeylere katılma ve bu kararlara uygun davranma eğilimi gösterdikleri' varsayımına dayanmaktadır. Amerikalı ev kadınlarının tüketim alışkanlıkları konusunda iki farklı strateji izleyen Lewin, bunlardan birinde, yeni ürünleri (sakatat, vs.) övme yönünde ikna edici konferanslar verme yoluna gitmiş, diğerinde ise bir grup çalışması düzenleyerek kadınlarla birlikte yeni şeyler deneme kararı verme yolunu seçmiştir.

Sonuçlara göre ikinci yol daha etkili olmuş ve Lewin, bunu karar verme eyleminin erdemine, yani donma etkisine bağlamıştır. Ona göre kadınlar daha çok ikna oldukları için değil, yeni ürünleri deneme kararı verdikleri için tutum değişikliği göstermişlerdir. Burada kararın doğru veya yanlış olması önem taşımamaktadır.

Nitekim bunu, günlük yaşamdan bazı olaylarda görmek mümkündür. İsraf davranışlarının çoğu, bu mekanizmayla açıklanabilir. Örneğin akşam dışarda eğlenmek için pek çok seçeneğe sahip olan bir aile, içlerinden birinin X konserine bedava bileti olduğu için öncelikli seçeneklerinden vazgeçebilir (aynı şekilde küçük bir avans ödenerek yapılan rezervasyonlardan daha sonra vazgeçilememesi); yağmurlu bir günde evine dönmek için otobüs, dolmuş veya taksi arayan biri, otobüs durağında 15 dakika bekledikten sonra, durak önünden geçen bir taksiye binmeyebilir ('Bu kadar bekledim, artık otobüs gelmek üzeredir'}.

Bunun literatürden bir başka örneği 1965'te Johnson'a Vietnam Savaşı'nın geleceği hakkında sunulan rapordur. Raporda "Çok sayıda Amerikan birliği cephe savaşına sokulursa, kayıplar çok olur; donatımları yetersiz, vb. Ama kayıplar çok olunca geri dönemeyiz, sonuna kadar gitmemiz gerekir, aksi takdirde ulusal bir aşağılanma yaşarız. Büyük bir ihtimalle de sonuna kadar gidemeyeceğiz ve ulusal gururumuz kırılacaktır, vb." denmektedir. (Ancak ABD. Başkanı donma etkisini kullanan bu ileri görüşlü raporu dikkate almamıştır).

Başlangıçta donma etkisi kavramıyla açıklanan bu olgu, daha sonra 'angajmanın tırmanması' (escalation of commitmeni) olarak da adlandırılmış ve 'oltaya takılma' (law-ball) diyebileceğimiz bir manipülasyon stratejisinin açıklanmasında kullanılmıştır. Bu strateji, belirli bir konuda karar veren kişinin, kendi kararının tuzağına düşerek sebatla aynı yönde davranmaya devam etmesini öngörmektedir. Burada bir bakıma, insanın kendi kendini manipülasyonu ya da iknası söz konusudur.

İtaat davranışlarını konu alan sosyal psikoloji deneylerinde, zoraki kabul (forced compliance) durumlarında, değişken olarak baskısız (serbest seçim, -ki bu, salt bir illüzyon da olabilir) veya baskılı (serbest olmayan seçim) koşullar kullanıldığında, baskısız uyma (compliance without pressure) koşulunun etkili olduğu ve deneklerin normalde yapmayacakları şeyleri yaptıkları görülmektedir. Serbest seçim koşulundaki denekler, kararlarında daha ısrarlı davranmaktadır.

Bu konuda Aronson, 'kendi kendini doğrulama' kavramına dayalı bir açıklama getirmektedir. Ona göre kararda ısrarlar, (hatta en disfonksiyonel olanlar bile), bireyin İlk kararının rasyonelliğinin onaylanması ihtiyacıyla açıklanabilir.
 
EFENDİ - KÖLE DİYALEKTİĞİ

Hegel tarafından güç ilişkilerini analiz için ortaya atılan efendi-köle diyalektiği, psikolojide (Mead, Wallon, Zazzo, Lacan, vb.) kimliğin oluşumu konusunda aynayla ve diğer insanlarla ilişkinin önemini vurgulamak için kullanılmaktadır. Aynayla ilişki, çocukluk yıllarında çocuğun aynada yansıyan görüntüsüyle, daha sonraki yıllarda ise diğer insanların bireye ilişkin değerlendirmelerinde yansıyan görüntüyle ilişki biçimini almaktadır.

Bilincin oluşumunda kendini bir obje olarak ele alma kapasitesi önemli bir noktadır. Genetik bir perspektifte, Wallon'un (1959) işaret ettiği üzere, benlik bilincinin oluşumunda ben-diğeri ilişkisi önem taşımakta ve bu ilişki ben ve diğeri arası farklılaşma sürecinde katedilen gelişim evrelerine göre değişmektedir.

Wallon'dan sonra Lacan, ayna aşamasını (miror stage), 'kimlik arayışını oluşturan' en önemli an olarak nitelemiştir; O'na göre çocuk, aynadaki görüntüsünü, çoğu kez, bir tür hayranlıkla ve zevkle seyretmektedir; bu görüntü, "ben'in (Je, I) diğeriyle Özdeşleşmenin diyalektiğinde objeleşmeden önce temel bir biçime girdiği sembolik bir matristir". Çocuk, bu biçim vasıtasıyla, bireyselliğini ve bedensel birliğini keşfeder ve yavaş yavaş kendini tanımayı ve dolayısıyla özdeşleşmeyi öğrenir.

Ayna aşaması, çocuğun psişik gelişiminde önemli bir evredir. 'Ben' (ego), imajiner temsil değerini diğeri sayesinde ve diğerinin bakışında bulur. Ayna aşaması, bu diyalektiği başlatan süreçtir. Çocuğun görüntüsel imgesiyle özdeşleşmesi, diğerinin (Anne) bunu tanımasıyla/kabulüyle desteklendiği ölçüde mümkündür; çocuk kendi öz imgesinde, diğeri onu böyle tanıdığı için kendini tanır, yani diğerinin gözünde, bu imgenin kendine ait olduğunun tasdikini bulur.

Ayna aşamasında gerçekleşen bu temel özdeşleşme, Hegel'in bilincin diyalektiği kavramına gönderir. Bu düşüncelerin kaynağı, Kojev'in ve daha sonra Lacan'ın vurguladığı üzere Hegel'e kadar uzanmaktadır.

Söz konusu diyalektiği ve yorumunu Kojev'den aktaralım: Hegel, Efendi ve Köle Diyalektiği adlı eserinde, karşılıklı tanımanın bütünsel bir analizini yapar. Başlangıçta, insan, ancak yaşayan hayvan statüsünde insandır. Bu haliyle ancak bir ihtiyaç varlığıdır. Kimliğim kazanması için, arzunun varlığı, yani arzulayan bilinç ya da kendilik/benlik bilinci haline gelmesi gerekir.

Yaşayan hayvan kendilik bilincine ulaşmak için, yaşayan hayvan olarak diğerini yok etme mecburiyetindedir, zira kendilik bilincinin ortaya çıkışı, diğerinde kendini tanıyabilmeyi gerektirir. Fakat tersine, bunu yapabilmesi için, diğerinin de onda (kendilik bilinci) kendini tanıyabilmesi gerekir... Zorunlu olarak birinin diğerinde arzulayan bir başka bilinç bulması gereklidir.

Burada kaçınılmaz olarak ölümüne bir mücadele başlar ve bu kavgada her biri, diğerinde arzulayan bir bilinç bulabilmek için, yaşayan hayvan olarak diğerini yok etmeyi arzular. Kojev'in (1991) yorumuyla "insanın gerçekten insan olması için, hayvandan özsel olarak ayrılması için, onda, insani Arzunun, hayvani Arzuyu yenmesi gereklidir. Oysa her Arzu, bir delerin arzusudur. Hayvanın bütün arzuları, son çözümlemede onun hayatını koruma isteğinin sonuçlarıdır.

O halde insani arzu, bu korunma Arzusunu yenmek durumundadır. Başka bir deyişle, insan hayvani yaşamını insani Arzusunun sonucu olarak tehlikeye atarsa, insan olarak 'kendini ortaya koyar'. Bu tehlikede ve bu tehlike aracılığıyladır ki, insan gerçekliği, gerçeklik olarak kendini yaratır ve açımlar".

Bu ölüm savaşının bir tek çıkış noktası vardır: Madem ki, taraflardan biri boyun eğmek zorundadır, öyleyse işi prestij savaşına döndürmek gerekir. Bir diğer deyişle ölüm savaşı, bir kölelik ilişkisini kurmaktan başka bir uç noktaya sahip değildir.

Savaşanlardan biri, yaşayan hayvan olarak ölümden çekindiğini ve kendilik bilinci olarak tanınmaktan vazgeçtiğini diğerine göstererek savaşı bırakır. Efendi, bu şekilde köle tarafından tanınır ve onun tarafından tanındığını kendi kendine bilir. Bu andan itibaren, süreç, kölece bilincin diyalektiğine girerek tersine döner.

Efendinin köle tarafından tanınması tek yönlüdür. Bu nedenle, etkisizdir. Efendi, köle tarafından kendilik bilinci olarak tanınmıştır, ama kölede kendilik bilinci olarak hiç bulunmaz. Yani Efendi, kendilik bilinci olmayan bir bilinç tarafından kendilik bilinci olarak tanınmıştır. Benzer fakat tersine nedenlerden ötürü, köle Efendi'de kendini tanımaz.

Oysa, bilinç olarak, köle de tanınmak ister; korku O'nu bundan vazgeçirir, ama otantik bir kendilik bilinci olma isteği yok olmaz; demek ki köle kendisinde-kendisi için bir bilinçtir, yani gelişmesi, sahte bilinç aşamasında durmuş bir bilinçtir. Bu kendinde kendi için bilinç, bu kendinde kendisi içini objektif olarak kendisi için konumlamamıştır ve bu kendinde kendisi içini sübjektif olarak kendinde ortaya koymamıştır.

Köle için, tanınma, hizmet etmesiyle gerçekleşir. Gerçekten de Efendi'nin arzusu, arzulayan bilinç olarak değil, kölece bilinç olarak tanınan bir bilinç vasıtasıyla tatmin olur. Bu nedenle, Efendi'nin arzusu, kölenin bilincine yabancılaşmıştır. Sadece köle, Efendi tarafından arzulanan objeye insani bir biçim verebilir. Bu böyleyse, köle objektifliğe sübjektif bir anlam verir ve dolayısıyla, aynı zamanda kendi öz sübjektifliğine objektif bir anlam verir. Bu koşullarda, kendisi için kendinde ve kendinde kendisi İçin haline gelir. Oysa, bizzat buradan, otantik olarak kendilik bilincine ulaşır.

Sonuç olarak, her biri, diğeri ona karşıt bilinç olarak var olduğu için kendilik bilinci olarak vardır. Birey, ancak diğerinin vasıtasıyla kendilik bilinci olarak kendini tanır. Ancak, kendilik bilinci olarak var olmak için, arzulayan bilinç olarak diğerini inkâr etmek gerekir. Arzulayan öznenin bilinçlenmesi, tanınmak isteyen bir başka arzulayan bilince karşı olduğu ölçüde anlam taşır.
 
EGO PSİKOLOJİSİ

Başlıca temsilcileri arasında Loevenstein, Kris, Erikson, Rapaport ve Heinz Hartman'ın bulunduğu Ego psikolojisi (Ego Psychology), Amerikan Freudizmi'nin (özellikle New York Ekolü'nün) en güçlü akımlarından biridir.

Roudinesco ve Plon'un (1997) analizine göre Ego psikoloji ve Amerikan psikanalitik akımları, insanın bir topluma, topluluğa, cinsel bir kimliğe, bir farklılığa, bir renge, bir etniye entegrasyonunun mümkün olduğu fikrinde birleşirler. Ego psikolojisi 20. yy.ın ikinci yarısında, zengin Amerikan burjuvazisinin, her dakikası hesaplanan ve sonu gelmeyen, sosyal prestij ve parasal kazanç peşindeki doktorlar tarafından uygulanan tedavi seanslarının doktrini olmuştur. Bu nedenle de eleştirilmiştir.

Genel olarak bakıldığında, Amerikan Freudçülüğü, İd, Bilinç-dışı ve Özne yerine Ego (Ben), Şelf veya Bireye önem verir, Avrupa'dan farklı olarak koruyucu sosyal tıp ve zihinsel hijyene dayalı pragmatik bir etiği temel alır; bunun sonucu olarak klasik Viyana anlayışından tamamen farklı, tıbbileşmiş ve psikiyatriye dönüşmüş bir psikanaliz gelişmiştir (bunda Maccarthyzm de etkili olmuştur).

Bu akımlar Avrupa'nın 'kökensel' psikanalitik akımları, Kleinizm, Lacanizm, hatta sol Freudizmden (Otto Fenichel) farklı bir zeminde ilerler, mutluluk ve sağlık kültü etrafında dönerler; Amerikan psikanalistleri, bir tür uyum teknisyenlerine dönüşürler.

Tüm bunlar psikanalizin imajını bozar, gözden düşürür ve onun yerine; çeşitli New Age terapileri, mutluluk hapları, şamanistik kürler, telepati, spiritizm, falcılık, medyumluk gibi etkinlikler gelişir (Kaynak: Roudinesco ve Plon, 1997).
 
EKOLOJİK PSİKOLOJİ

Ekolojik psikoloji, çevre psikolojisinin öncülerinden Barker (1964, 1968) tarafından ortaya atılan bir yaklaşımdır. Barker, insan-çevre etkileşiminin karmaşıklığına dikkati çekerek, mekânın bireyleri ve bireylerin de mekânı kendi tarzlarında şekillendirdiğini öne sürmüştür.

Ona göre, yaşamımızın cereyan ettiği her yer, bizim için bir yaşam çerçevesi (behavior setting) oluşturarak özgül bir durum yaratır. Bu yaşam çerçevesi, söz konusu yerin fiziksel özellikleri ile kültürel verilerin etkileşiminin şekillendirdiği kültürel davranış ve etkinliklerin içinde cereyan ettiği sosyo-kültürel nitelikli topolojik bir zemin gibi düşünülebilir.

Bu açıdan davranışlarımız, yaşadığımız mekânların doğrudan bir sonucu değildir, her mekân içersinde, az ya da çok geniş bir olanaklar alanı vardır; yaşanan mekânı düzenleme ve kendine bir yer yapma, dolayısıyla davranışlarını bu kültürel-mekânsal duruma uyarlamak söz konusudur.

Barker'ın yaklaşımı, mekânın içinde cereyan eden etkinliklere göre farklı mekânsal yapılar ayırdetmektedir. Mekân tipi, bu mekânda bulunan kişiler ve sosyal rolleri bir bütün oluşturmaktadır.
 
EMPATİ

Empati terimi, etimolojik anlamında, içsel olarak etkilenmiş, duygulanmış birinin durumunu ifade etmektedir. Kişiler arası ilişkiler bağlamında ise karşımızdakilerin tepkilerini öngörebilme kapasitesi anlamıyla yaygınlaşmıştır. Bu anlamda empatik kişi diğerinin duygularını hissedebilen, onun bakış açısından bakabilen biridir.

Empati genel olarak, Diğeri'ni "Diğeri" olarak anlamaya ve onun potansiyellerini tahmin etmeye yönelik çaba harcamaktır. Empati bu açıdan kendini diğerinin yerine koyabilme kapasitesidir. Bu çaba, bireyin kendini merkeze alarak dünyaya ve dolayısıyla diğerine bakmak yerine, kendinden çıkarak diğerinin bakış açısına yerleşmesini gerektirmektedir.

Sosyal psikologlar, empati düzeyini ölçmeyi amaçlayan çeşitli ölçekler geliştirmişlerdir; örneğin Mehrabian ve Epstein (1972) ölçeği. Araştırmalara göre akıl hastalan, dikkatlerini aşırı bir şekilde kendileri üzerine odaklaştırmakta ve diğerlerinin bakış açılarını dikkate almamaktadırlar. Bazı sosyal psikologlar da (Lerner), empatiyi modernleşmenin önemli bir faktörü ve göstergesi saymışlardır.
 
ENFORMASYON

Enformasyon, genel olarak insanın dış dünyayla ilişkisinde, belirsizlik düzeyini azaltan her tür uyaran şeklinde tanımlanabilir. Daha özel olarak ise formatlanmış ve yapılandırılmış veriler bütünü olarak tanımlanabilir.

Yaygın anlamda enformasyon terimi, "haber" (Ing. News, Alnı. Nachrichf) veya mesaj terimiyle eşanlamlıdır. Shannon, mesajın ilettiği "enformasyon miktarı" kavramını matematik olarak tanımlarken enformasyon terimine de teknik bir anlam yüklemiştir.

Bu anlamıyla enformasyon mesaj vasıtasıyla belirsizliğin azaltılmasının ölçüsüdür. Bu doğrultuda enformasyon, mesajın alıcıya göre yeni, orijinal olan yanına veya öğelerine göndermektedir. Enformasyon teorisi, bu noktadan hareketle, mesajları, kapsadıkları enformasyon miktarına, orijinallik ve olağanlık derecesine, artıklık (redundancy) oranına, anlaşılabilirlik düzeyine göre çeşitli kategorilere ayırmaktadır (Moles'in tarafımdan 1983'de Türkçe'ye çevrilen Kültürün Toplumsal Dinamiği adlı eseri bu teorinin sosyal olgulara uygulanışının çok çeşitli örnekleriyle doludur).

Enformasyon istatistiksel olarak ikili sorularla (bits olarak), yani evet veya hayır şeklinde cevap verilen soruların sayısıyla ölçülmektedir. Belirsizliği azaltma bakımından, her iki cevap eşdeğerli sayılmaktadır.

Moles (1971) bunu şu tür bir örnekle açıklar: A, B, C, D, E, F, G, H şeklinde 8 işaretlik bir dizi içinden bir harf seçelim; bu harf D olsun. Muhatabımıza, evet-hayır cevabı alacağı sorular vasıtasıyla, aklımızda hangi harfi tuttuğumuzu kesinlikle bulmasını söyleyelim. Bu oyun, alıcının bizden bir takım enformasyonlar istemesine dayanan bir oyundur.

Muhatabımız doğru harfi bulmak için kaç enformasyon isteyecektir? Her bir harfin "doğru" (seçilen) olma ihtimali 1/8'dİr. En mantıklı yol bu oranı her seferinde yan yarıya büyütmektir (yani olasılığı artırmaktır). İlk soru şudur: Seçilen harf, dizinin ilk yarısında mıdır?

Evet veya hayır cevabına göre A, B, C, D ve E, F, G, H yarıları kalacak ve olasılık 1/4'e düşecektir. Cevap "evet"tir. İkinci soru yine aynı olacaktır: Seçilen harf bu dörtlünün ilk yarısında mıdır? Cevap "hayır" olacağına göre C, D ikilisi kalacaktır ve bu iki harften birisinin doğru olma olasılığı 1/2'ye düşecektir.

Üçüncü soru yine aynıdır ve cevap "hayır" olacaktır. Böylece muhatabımız üç soruda (üç bits'lik enformasyonla) hangi harfi tuttuğumuzu kesinlikle bulacaktır. 32 harflik bir alfabede, herhangi bir harfi bulmak için ise 5 bits'lik enformasyon yeterli olmaktadır.

Aynı oyun bir kitap içinden seçilen bir sözcüğü bulmak şeklinde de oynanabilir. Bu durumda da sorular; Bu sözcük, kitabın ilk yansında mı ? şeklinde başlayıp tek bir sayfaya gelindiğinde Bu sözcük, sayfanın ilk yarısında mı? İle devam edecek ve nihayet Bu sözcük satırın ilk yarısında mı? vb. şeklini alacaktır. Sonuçta kitabın sayfa sayısına ve sayfanın büyüklüğüne bağlı olarak az ya da çok sayıda (ve tümüyle kodlanabilir) enformasyonla hedefe ulaşılacaktır.

Enformasyon bilgiden farklıdır. Bilgi, bir öğrenme kapasitesi ve bilişsel kapasite gerektirmektedir, birbirinden farklı gerçeklikleri kapsar; örneğin eğitim kurumlarında verilen bilgiler, bir araştırma laboratuarında elde edilen bilgiler veya bir üretim (bir iş yaparken) etkinliği sırasında kendiliğinden ortaya çıkan bilgiler.

Tüm enformasyonlar "a priori" olarak kodlanabilir ve dolayısıyla büyük ölçekte kopyalanıp yayılabilir; oysa bilgi, örtük, satır arası niteliğinde olabilir ve bu nedenle kodlanması zordur, Örneğin bir mesleğin yıllarca icrasıyla kazanılan ustalık böyledir.
 
EPİSTEMİK İHTİYAÇ

Epistemik veya bilişsel ihtiyaçlar (need for cognitiori), kişilerin çeşitli sorunlar veya durumlar konusunda bilgiyle (veri, enformasyon) ilişki eğilimlerini ifade etmektedir. İnsanların günlük yaşamlarında çeşitli konulara ilişkin bilgilerini nasıl oluşturdukları ve değiştirdikleri, naif psikolojinin önemli bir alanıdır. Kruglanski ve Ajzen tarafından ortaya atılan naif epistemoloji teorisine göre bilgilerimiz, problemlerin ifade edilmesi ve çözülmesi şeklinde iki aşamalı bir süreçte oluşurlar.

Bu oluşumda enformasyon etkenleri yanı sıra epistemik ihtiyaçlar da etkilidir. Bunlar, bilgiye ilişkin güdülerdir ve belirli bir konudaki bilginin arzu edilmesi veya edilmemesinde ifadesini bulurlar. Bir başka deyişle burada söz konusu olan, belirli bir konuda bilgi veya kararla ilgili olarak arayışı durdurma, sonuca bağlama, hesabı sabitleştirme, tespit etme tutumu veya tam tersi tutumdur.

Kruglanski'ye göre bu konudaki eğilimler birbirini dikey olarak kesen iki boyutta şematize edilebilir. Bunlardan biri, "kapatma - kapatmaktan kaçınma" boyutudur; diğeri "kapatmanın özgül olması- özgül olmaması" boyutudur. Tüm bireyler bu iki boyut üzerinde konumlandırılabilir.

Bu çerçevede bireylerde iki tip ihtiyaç ayırdedilebilir. Birincisi özgül olmayan kapatma ihtiyacıdır ve bireyin belirsizlik veya karışıklık yerine, hangisi olursa olsun bir cevap bulma ihtiyacına tekabül eder. Örneğin acele karar vermenin gerekli olduğu durumlarda, bu yola gidilebilir. Bu ihtiyacın karşı yüzünde kapatmaktan kaçınma yer alır ve bireyin, olumsuz bir sonuçla karşılaşma endişesiyle kararı geciktirmesini ifade eder.

İkincisi, özgül kapatma ihtiyacıdır ve bireyin, kendi sorunları konusunda özgül cevap bulma ihtiyacına tekabül eder. Bu tür bir kapatma, arzulanır cevaplar bulunmasına bağlı olarak epistemik arayışı sona erdirir. Bu ihtiyacın karşı yüzünde 'arzu edilmeyen cevaplardan kaçınma' yer alır.

Örneğin ağır bir hastalığa yakalanma olasılığı yüksek olan kişiler, bazen bu hastalığın teşhisini sağlayacak muayeneden kaçınmakta ve 'kendilerinin hasta olamayacaklarını' düşünmelerini sağlayacak işaretler, kanıtlar aramaktadırlar. Burada özgül kapatmadan (kişi hastadır) kaçınma, karşıt kapatmanın (o hasta olamaz) elde edilmesine bağlıdır.
 
ERGONOMİ

Ergonomi, fiziksel çevreyi işe olabildiğince uyumlu hale getirme amacıyla, iş ya da görevlerin bilimsel olarak incelenmesi şeklinde tanımlanabilir. Bir başka deyişle ergonomi, işçi ile iş donatımlarının uyumunun incelenmesidir.

Ergonomik yaklaşım, vücut pozisyonları ile iş araçlarının kullanılış tarzı arasında yüksek düzeyde bir ahenk sağlayarak çalışanların en az yorgunluk ve en az çabayla en büyük verime ulaşmasını hedeflemektedir. Ergonomi, günümüzde daha geniş bir anlamda, 'insan-makine sistemleri 'nin incelenmesine odaklaşmaktadır.

Ergonomi, insan faktörünü hesaba katmayan bir iş organizasyonu içinde doğmuştur. Ondan önce uzun bir dönem boyunca makineler, kullanıcıların Özelliklerine bakmaksızın salt teknolojik gerekleri dikkate alarak tasarlanmıştır, aygıtların üzerindeki pedallar, kollar, düğmeler, kullanıcı ve kullanım süreci göz önüne alınmadan yerleştirilmiş ve bu yüzden gerek makineyi kullanan insan (operatör), gerekse makinenin bulunduğu işletme ve çevre için olumsuz sonuçlarla karşılaşılmıştır.

Bu bağlamda ortaya çıkan ergonomi, önce bir tür 'beşeri mühendislik' biçimini almıştır: Bu çerçevede, örneğin bir köprü yapımında üstünden geçecek taşıtların ağırlığına göre malzeme seçmek veya kullanıcısına bir takım enformasyonlar sunan teknik bir aygıtı tasarlarken, alıcı-kullanıcının enformasyon alma kapasitesini dikkate almak gibi kaygılar güdülmüştür.

Böylece, hareket noktasına bağlı olarak psikolojik ve fizyolojik yönelimli ergonomi anlayışları gelişmiştir. Fizyolojik yönelimli olan, ısı, ışık, titreşim, uyku bozuklukları ve çeşitli bedensel çabaların kasların çalışması üstündeki etkilerine odaklaşırken, psikolojik yönelimli olan ölçüm araçlarının algılanması, dikkat gerektiren görevler, enformasyonun kodlanması ve zihinsel yüklerin değerlendirilmesi gibi hususlar üzerinde durmuştur.

Kısa zamanda ergonomi disiplinler arası bir hüviyet kazanmış, fizyoloji ve psikolojinin yanı sıra, biyometri, antropometri, psikofizik, mühendislik gibi bilim dallarının katkısını gerektirmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında gelişen bu anlayışın ardından, ergonomi çalışmalarının bir iş analiziyle başlaması gerektiğinin vurgulandığı bir başka aşamaya geçilmiştir. Bu anlayış ergonomiyi psikolojiye daha çok yaklaştırmış ve literatürde 'ergonomik psikoloji'den söz edilmeye başlanmıştır.

XX. yüzyılın ikinci yarısı boyunca ergonomide, çalışanların özellikle fiziksel enerjisiyle önem taşıdığı bir üretim tarzının aktörü oldukları bir durumdan çıkılarak insanın enformasyon işlemek üzere dahil olduğu otomatik sistemlere ve enformasyon teknolojilerine geçilmiştir; bir bakıma ergonomi, konusunu değiştirmiş, fiziksel gereklerden çok bilişsel gerekleri dikkate almaya yönelmiştir ve bu anlamda 'bilişsel ergonomi'den (Helander, 1988; Eason, 1993, vb.) söz edilmiştir.

Nihayet bazı araştırmacılar, işin ve iş araçlarının tasarımında daha sosyal psikolojik bir perspektife kaymış ve çalışanlar için işin/çalışmanın anlamının da hesaba katılması gerektiği üzerinde durmuştur; bu da bir tür 'sosyal psikolojik ergonomi' yaklaşımı doğurmuştur.
 
ESTETİK KİŞİ

Sanat psikolojisi çerçevesinde yapılan çalışmalarda ortaya atılan estetik kişi kavramı, sanatsal etkinliklere doğrudan veya dolaylı olarak katılan ve belirli bir estetik duyarlılığa sahip kişilere göndermektedir. Bu tür kişiler, uzun yıllardan beri merak konusu olmuştur. Nitekim Spranger'in insan tiplerinden hareketle geliştirilen Allport, Vernon ve Lindzey'in değer tiplerinden biri de (Estetik Değer) bu tür kişilerin değerlerini kapsamıştır.

Daha somut bir deyişle, seyirci, dinleyici, aktif amatör olarak, doğal veya insani çevre dahil (örneğin mimarlık) çeşitli sanat biçimlerinden tat alan, uzman olmadan bu sanatları incelemeye, onlar hakkında bilgi sahibi olmaya çalışan kişiler söz konusudur. Araştırmacılar (Berlyne, Lindauer), bu kişilerin bir takım yaşantısal, bilişsel, kişisel ve davranışsal özelliklerle karakterize edilebileceğini öne sürmektedirler.
 
EŞYANIN ETKİ ALANI

Eşyanın etki alanı kavramı, algı alanımızda yer alan eşyaların yakın çevreleri üzerindeki 'psikolojik hale etkisi'ni ifade etmektedir. Reklam ve pazarlama alanında eşyalara ilişkin psikolojik incelemeler (Moles, Bilgin, vb.), her eşyanın potansiyel olarak, psikolojik etkide bulunduğu, anlamlandırdığı ve temel öğesi olduğu bir alana sahip olduğunu ortaya koymaktadır.

Modern pazarlama yöntemleriyle birlikte önem kazanan bu olgu, aslında insanlık tarihinin çok uzun dönemlerinden itibaren sezgisel olarak bilinmektedir; zira zenginliklerin gösterilmesi ve sergilenmesinde, zenginliği oluşturan öğelerin hale etkisinin genişlemesine dikkat edildiğini gösteren pek çok örnek bulunmaktadır: Ev dekorasyonları, çeyizler, tören ritüelleri, vb.

Eşyanın etki alanı, günümüzde en somut ifadesini, müzelerde, sergilerde, vitrinlerde, büyük mağazaların reyonlarında ve evlerdeki salon düzenlemelerinde bulmaktadır. Bu tür mekânlarda, sanat eserleri, mobilya veya eşyalar, üstüste yığılmayıp aralarında olabildiğince boşluklar bırakılmaktadır (yer darlığı durumunda ise mimari öğeler vasıtasıyla eşya grupları birbirinden ayrılıp kontrast yaratılmakta ve az çok benzeri bir sonuca ulaşılmaktadır.)

Eşyanın psikolojik etki alanı kavramı, küçük gruplarda her bireyin potansiyel bir etki payına sahip olduğunu ifade eden sosyal etki alanı kavramıyla benzerlik taşımaktadır.
 
ETNOPSİKİYATRİ

Etnopsikiyatri, ruhsal hastalıkları, kişilerin ait oldukları kültürel ve etnik gruplara göre ele alan bir yaklaşımdır. Etnopsikiyatri, hem bireysel bozuklukları, hastanın grubunu dikkate alarak tedavi etme çabalarını, hem de etnik gruplara veya kültürel çevrelere özgü zihinsel, davranışsal veya duygusal rahatsızlık ve bozuklukları saptama ve gözleme çabalarını içermektedir.
 
ETNOSANTRİZM

Etnosantrizm, bir kişinin diğerlerini, kendi etnik grubunu veya kültürünü merkeze alarak değerlendirme tutumu şeklinde tanımlanabilir. Pek çok önyargı ve stereotipin kaynağını oluşturan bu değerlendirme, genellikle, diğerlerinin olumsuz bir tarzda nitelendirilmesiyle sonuçlanmaktadır.

Etnosantrik kişi, başka gruptan olanları, kendi grubunun kültürel kabullerinden ve değerlerinden hareketle, dolayısıyla tarafgir bir şekilde yargılar. Bunun altında kendi doğrularının herkes için geçerli olduğu fikri vardır ve bununla tutarlı olarak, bu doğrulara sahip olmayanların ya da uymayanların geri veya aşağı olduğu oldukları sonucuna varır. Nitekim Adorno'nun otoriter kişiliği belirlemek için geliştirdiği F-ölçeğinin ana boyutlarından biri, etnosantrizm boyutudur.

Etnosantrik tutum, kişilerin günlük yaşam etkinliklerinde ve davranışlarında görülebildiği gibi, diğer toplumları inceleyen bilim adamlarının ya da araştırmacıların (sosyal antropologlar, karşılaştırmalı kültür araştırmacıları, vb.) yaklaşımlarında da söz konusu olabilir.
 
FAŞİZMİN KİTLE PSİKOLOJİSİ

Wilhelm Reich (1933) tarafından ortaya atılmış olan 'Faşizmin Kitle Psikolojisi' kavramı, faşizme ilişkin bir anlayışın ifadesidir ve Reich'in klasikleşmiş eserinin de adıdır. Reich'a göre, faşizm, bir politikanın veya ekonomik bir durumun veya bir kişi ya da ulusun ürünü değildir. Faşizm, bilinçaltı bir yapının ortaya çıkışıdır ve kitlelerin cinsel doyumsuzluğuyla açıklanabilir.
 
FAYDACILIK

Temsilcileri arasında J. Bentham, J. S. Mili, A. Smith, T. H. Green, H. Spencer ve D. Hume gibi düşünürlerin bulunduğu faydacılık (utilitarianism), kapitalizmin siyasal düşüncesi ve felsefi doktrini olarak nitelenebilir. Homo Economicus denen bir insan modeline dayanan bu görüşte, insanın 'yarar/kazanç' arayışında olduğu ve insan davranışlarını bu güdünün yönlendirdiği varsayılmaktadır.

Faydacılık, Bentham'ın terimleriyle toplum yaşamının her alanında "en büyük sayının en büyük mutluluğu' ilkesine dayanmaktadır. Ona göre her mutlulukta iki koşul vardı: Hazzın varlığı ve acının yokluğu. En doğru davranış, en büyük erdem, hazzı en fazla çoğaltan ve acıyı en çok azaltan davranış ya da erdemdir. Bu ise mutluluğu en çok paylaştırandır. İnsan kendi mutluluğunu arar ve aramalıdır.

Eğer insan başkalarının mutluluğunu kendisininkinden daha fazla sevseydi, çok olumsuz sonuçlar doğardı. Başkalarına mutluluk sağlamak için kendi mutluluğundan vazgeçmek normal bir davranış değildir. Haz/zevk iyidir, elem/acı ise kötüdür.

Yasa yapıcılar 'olabildiğince çok sayıda ve olabildiğince çok mutluluk' sağlamalıdır. Bunun için ise faydacı hesabı kullanmalıdır. Bentham, zevk ve acıların değerini, onların sürekliliğine, şiddetine, yakınlığına, kesinliğine, yaygınlığına ve sonuçlarına bağlayarak detaylı psikolojik analizler de yapmaktadır.

Burada hedonizme dayalı bir ahlak anlayışı vardır ve bu ahlak, erdemi, yarar sağlayan hareketlere bağlamakta ve bireylerin mutluluğunu temel almaktadır. XVIII. ve XIX. yüzyıl liberal düşünürleri, Homo Economicus postülasına ve ekonomik liberalizme dayalı bir toplum ve insan teorisi geliştirmek istemişlerdir. Ancak bu anlayışı bireysel davranış planına taşıyamamışlar ve bireysel ve sosyal düzeyleri birbiriyle eklemlendirmeyi başaramamışlardır.

Homo Economicus'un psikoloji alanındaki uzantısı, XIX. yüzyıl sonunda pekiştirme teorilerinde ortaya çıkmıştır. Deutsch ve Krauss'a (1974) göre pekiştirme teorileri, behevyorist metodoloji, çağrışımcılık ve hedonist motivasyon ilkeleri şeklinde üç temel dayanak üstünde gelişmiştir.

İnsanın hakim güçlerinin zevk ve acı olduğunu öne süren hedonizmden hareketle pekiştirme teorisyenleri de, Uyaran - Tepki zincirinin oluşumunda birer pekiştirme ve doyum faktörü olan ödül veya zevkin belirleyici bir rol oynadığını kabul etmektedirler. Bu görüş kronolojik sırayla ilk ifadesini Thorndike'da (1898) bulmakta ve etki yasası denilen psikolojik bir yasaya dönüşmektedir: "Zevk iz bırakır, acı ise siler".

Bir adım daha ileri gidildiğinde, aynı görüş, davranışı ödüle ulaşmanın aracı gibi kavramsallaştıran edimsel şartlanma paradigmasında bulunmaktadır. Faydacı ya da hedonist perspektif, değişik terimlerle ifade edilse de, XX. yüzyıl boyunca psikolojide ve sosyal psikolojide varlığını sürdürmektedir (Plon, 1972). Hull, Miller ve Dollard, Skinner, Homans, Thibaut ve Kelley ve oyun teoris-yenleri, bu çerçevede anılabilir.
 
Geri
Üst