Psikolojide Kavramlar

Alterite


Alter (diğeri) sözcüğünden türetilen bu terim, bir kişinin kendisinden bir başkasının salt varlığını ifade etmektedir. Bireyin diğeriyle ilişkisi, başlangıçtan itibaren çalışmalı bir nitelik taşımaktadır. Diğeriyle karşılaşma, bireysel kimliğin oluşumunda en kritik anlardan biridir.

Nitekim bazı yazarlar (Hesnard vb.) gelişim sürecinde Biz'in Ben'den önce olduğunu ve Biz'den Ben'e geçişte, daima bir alterite'yi varsaymaktadır. Zira alteritesiz insan ilişkisi, bir kaynaşmaya/erimeye dönüşecektir; diğeriyle karşılaşma olmazsa özerklik gerçekleştirilemez; imkânsız olur ve tekilleşme yönündeki bireysel kimlik, ütopya olarak kalır (kolektif kimlik peşinde koşan gruplar düzeyinde Öteki'nin icadı, bu gereği karşılayan bir strateji olarak nitelendirilebilir).
 
Alttan Gelen Etki


İzlenim oluşumunda, belirli bir hedef kişi hakkında genel olarak mevcut şema veya kategori kullanılmakta ve hedeften gelen enformasyonlar bu şema doğrultusunda (top down) işlenmektedir. Ancak bu şema veya kategori yeterli olmadığında alt kategoriler oluşturulmaktadır.

Örneğin, politikacılar hakkında olumsuz içerikli şemalara sahipken, bir politikacı hakkında 'dürüst' ve 'tutarlı' olduğu şeklinde enformasyonlar aldığımızda, "o, dürüst ve tutarlı bir politikacıdır" yargısını oluşturabiliriz. Alt kategorizasyon, hem şematik, hem de özel enformasyonların birlikte kullanımını mümkün kılmaktadır.

Ancak alt kategorizasyon yapılamadığında, bazı hallerde hedefin özellikleri ağır basmakta, yeni enformasyonların entegrasyonuna gidilmektedir. Bu olguya 'alttan gelen etki' (bonom up) denmektedir (Fiske ve Neuberg, 1990).
 
Analojik İletişim


Palo Alto Ekolü'nün kişiler arası iletişimde (kullanılan enformasyonun, kodun ya da işaretlerin türüne göre) ayırtettiği iki iletişim tarzından biridir (diğeri dijital iletişim).

Ekolün kurucusu Bateson'a göre, tüm iletişimler iki tip enformasyon kapsar; bunlardan biri olaylar hakkındaki enformasyondur, diğeri ise iletişim sırasında bireyler arasında oluşan ilişkiler hakkındaki enformasyondur. Bu anlamda her mesaj, aynı zamanda bir içerik ve bir ilişkidir. Mesajın ilişkisel yanı ya da ilişkisel mesaj tipi, iletişim hakkında bir iletişimdir (metacommunicatiori) ve bu anlamda, ikinci bir mesaj gibi düşünülebilir.

Analojik iletişim, işaret/gösterge ile anlamı arasında fiziksel veya sembolik benzerlik esasında bir ilişkinin bulunduğu iletişimdir. Sözel olmayan davranışlar (jestler, ses tonu, vücut pozisyonları, konuşma sırasındaki duraklamalar veya aralar, vs.), analojik iletişim örnekleri sayılabilir.
 
Angajman


Angajman (commitment), bireyin kendi davranışlarına bağlılığı, bir başka deyişle birey ile edimleri arasındaki bağ şeklinde tanımlanabilir. Kiesler (1971) tarafından incelenen angajman olgusu, ya hep ya hiç tarzında değil, bireyin davranışlarını sahiplenme ya da onları benimseme düzeyi olarak kavramsallaştırılmıştır. Bireyin belirli bir edime angajmanı, bu edimi özümleme derecesinin ifadesidir. Genel olarak bir kişinin, fikir, inanç ve duyguları değil, davranış veya hareketleri tarafından bağlandığı (angaje edildiği) söylenebilir, yani angajman, sadece eylemler için söz konusudur.

Literatürde angajmanın, kişinin tutumlarıyla ilişkisinden hareketle, tutum yanlısı angajman ve tutum karşıtı angajmandan söz edilmektedir. Bunlardan birincisi, kişinin problematik olmayan bir tarzda, yani mevcut tutumları yönünde (pro) angajmanını, ikincisi ise mevcut tutumlarına karşıt yönde (contre) angajmanını ifade etmektedir.

Angajman düzeyi ya da yoğunluğu, davranışın yapıldığı ortam (başkalarının varlığı, edimin kamusal olup olmaması), davranışın birey için önemi, davranışın tekrarlanma veya değiştirilebilme imkanı gibi çeşitli değişkenlerden etkilenmektedir. Ama asıl önemli olan davranışı yapan bireyin (algıladığı) özgürlük düzeyidir, angajmanın olabilmesi için kişinin mecbur edilmemesi, özgür bırakılması veya özgürlük duygusu taşıması gereklidir.

Sosyal psikologlar, angajman konusunda özgürlüğü de dereceli olarak görme eğilimindedir. Özgürlüğün derecelendirilmesi, ödül veya ceza düzeyini yükseltme veya düşürme yoluyla ayarlanabilir. Angajman, büyük ödül veya büyük ceza durumlarında değil, özellikle az ödül veya az ceza durumlarında söz konusu olmaktadır.
 
Anomi


Anomi genel olarak sosyal bağın zayıflamasını ifade etmektedir. Ancak Parsons'ın modern çağdaş sosyal bilimin merkezi kavramlarından biri saydığı anomi kavramı, sosyal bilimlerin tarihi boyunca farklı çağrışımlar ve anlamlarda kullanılmıştır.

Etimolojik olarak anomos (yasasız, yasası olmayan) ve türevi anomia sözcüklerinden gelen anomi kavramı, sözcük anlamıyla normsuz, yasasız olma durumunu ifade etmektedir.

Ancak sosyologlar, anominin kavramlaştırılmasında farklı bakış açıları sergilemektedir: Hangi yasa ve normların söz konusu olduğu, yasa ve normların salt yokluğunun mu yoksa saygınlığının azalmasının ve karşı çıkılmasının mı söz konusu olduğu, tek bir anominin mi olduğu yoksa pek çok anomiden mi söz edilebileceği gibi hususlarda farklılıklar gözlenmektedir.

Yine anomi çerçevesinde ele alınan olgularda da büyük bir çeşitlilik görülmektedir. Örneğin, kolektif şiddet hareketlerinde, bireysel pasiflik ve ilgisizlikte, sınırsız istek ve tutkularda, geleceğe yönelik umutların kaybında, farklı normlar arası çatışmalarda, toplumda ve kurumlarında normatif sistemin yıkılmasında, eylem hedef ve amaçlarının belirsizliğinde anomiden söz edilmiştir (Besnard, 1987).

Anomi konusuna eğilen teorisyenlerden Durkheim'a göre anomi kavramı, genel bir deyişle bireylerin, belirli bir toplumda insan davranışlarını düzenleyen ve idealleri yansıtan sosyal değerlerle ilişkisinin zayıflaması veya kopmasını ifade etmektedir.

Merton gibi diğer bazı sosyologlara göre ise toplumda entegrasyon aygıtları işlemediğinde, anomi belirir. Anomi durumu, sosyal normlardan sapma durumudur. Toplumun bireye önerdiği amaçlar ile bireyin bu amaçlara ulaşma konusunda, genellikle sosyal statüsüne göre sahip olduğu meşru imkanlar birbiriyle uyuşmadığında, anomi eğilimi güçlenir.
 
Anomik Kişilik Ölçeği


Anomi olgularının emprik düzeyde incelenmesi çerçevesinde Srole tarafından geliştirilen bu ölçek, kişilerin sosyal entegrasyon düzeylerini belirlemeyi amaçlamaktadır.

1956 yılında geliştirilen ve 1960'lı yıllarda yaygın olarak kullanılan, ancak daha sonraki yıllarda kavramsal arkaplanının zayıflığı nedeniyle eleştirilen Srol Ölçeği, bireyin diğerleriyle ve toplumla ilişkilerini nasıl gördüğü üstünde odaklasan beş maddeli kısa bir ölçektir.

Ölçeğin, anomiyi bir olgu olmaktan çıkarıp kişilerin bireysel ruh haline ilişkin bir değişkene dönüştürdüğü ve anemiden ziyade, diğerlerinden kuşkuyu içeren genel umutsuzluk duygusunu ya da karamsarlığı Ölçtüğü, üstelik soru yapısı itibariyle kişileri pozitif cevaplamaya ittiği ve bu nedenle de 'anomik' kişilerin oranını yapay olarak yükselttiği öne sürülmüştür (Mignot, 2002).
 
Anti-Psikiyatri


Anti-psikiyatri terimi, genel olarak psikiyatri ve psikanalizin Ortodoks biçimine karşı 1955 ile 1975 yılları arasında gelişen eleştirel hareketi ifade etmektedir. David Cooper tarafından belirli bir bağlamda ortaya atılmış olan terim, daha sonra anlam genişlemesine uğrayarak, Batı dünyasında hakim psikiyatrik anlayış ve kurumlara radikal bir politik karşı çıkma hareketi şeklinde yayılmıştır: İngiltere'de David Cooper ve Ronald Laing, ABD'de Thomas Szasz ve Gregory Bateson (Palo Alto Ekolü), İtalya'da Franco Basaglio, vb. Michel Foucault ve Gilles Deleuze de Fransa'da anti-psikiyatrik karşı çıkışın farklı bir versiyonunu ortaya koymuşlardır.

Anti-psikiyatri, bir bakıma kurumsal psikoterapinin mantıksal devamı olmuştur (Roudinesco ve Plon, 1997): Zira kurumsal çerçevedeki psikolojik tedavi, kötü durumdaki akıl hastanelerinin reformu ve terapi personeli ile hasta ilişkilerinin iyileştirilmesine çaba harcarken, anti-psikiyatri, akıl hastanesinin ve ruh hastası kavramının ortadan kalkmasını savunmuştur.

Roudinesco ve Plon'un belirttiğine göre, anti-psikiyatri akımı Mary Barnes isimli bir hemşirenin serüvenini bayrak edinmiştir. Tedavisi imkansız bir şizofreni teşhisiyle 40 yaşlarındayken Kingsley Hail hastanesine kapatılan Mary Barnes, orada 5 yıl boyunca kaldıktan sonra (bir bakıma sembolik olarak öldükten sonra), 'yeniden doğmuş', ressam olmuş ve kendi 'cehenneme yolculuk' ya da serüveninin kitabını yazmıştır.

Cooper daha sonra (1967) anti-psikiyatriyi bir ütopya olarak da konumlamaya ve ezilmiş halkların kurtuluş hareketi çerçevesine oturtmaya çalışmıştır: Komün hareketi sırasında "Ezenlerin saatine son; ezilenlerin saati geldi" tarzı sloganlarla duvar saatlerine ateş eden göstericileri saygıyla anmıştır. Anti-psikiyatri hareketi kısa sürmesine karşılık son derece etkili olmuştur.
 
Arketip


Arketipler, Jung'un ifadesiyle, kolektif bilinçaltının içerikleridir. Bir tür ilkel atavi imajlar diyebileceğimiz arketipler, davranışlarımızı yönlendirir ve folklor malzemesi, sanat eseri, masal ve efsane gibi kişisel veya kolektif üretimleri etkiler.

Bu nedenle terapi veya formasyon gruplarının çalışmalarında, Grek ve Roma, Doğu, Musevi, Hıristiyan ve İslam mitolojilerinin, temel folklor figürlerine dayanılarak grup söylemlerinin analizi yapılmaktadır.

Örneğin Yunus Peygamber ve Yunus Balığı, Ödip ve Babanın Ölümü, Kronos'un Kendi Çocuklarını Yemesi, Kaybolan Cennet, Graal Efsanesi, Ebedi Dönüş, Ölümlü-Ölümsüz İkizi, Habil ve Kabil gibi figürler, söylemlerin deşifre edilmesinde kullanılmaktadır.
 
Ashby Yasası


Sibernetik teorisyenlerinden W. R. Ashby (1958) tarafından karmaşık organizmaların (insan, makine, ekipman seti, vb.) özelliklen konusunda ortaya atılan bu yasa, organizma ile çevrenin etkileşiminde, organizmanın çevresel mesajlara veya uyaranlara karşılık verme kapasitesini ifade etmektedir.

Ashby'e göre "bir organizma için bozucu etkenlerin türlülüğü ne kadar büyük ve kabul edilebilir durumların türlülüğü ne kadar küçükse, organizmanın tepki yeteneği o kadar büyük olmalıdır". Ashby yasası, sibernetik sistemlerde, entropiyle mücadele etmenin temel ilkesi olarak nitelendirilebilir.
 
Ayna Benlik


Ayna benlik (looking-glass şelf) kavramı, benliğin kişiler arası ilişkiler içersinde ve diğerlerinin tepkilerine göre oluştuğunu vurgulayan benlik anlayışının anahtar kavramlarından biridir. Ayna benlik kavramı, teorik temellerini Hegel'in Efendi-Köle Diyalektiğinde ve Cooley ile Mead'in benlik anlayışlarında bulmaktadır.
 
Ayna Etkisi


Literatürde diyadik etki olarak adlandırılan bu olgu, bir çift ya da ikili oluşturan bireylerden birinin davranışının diğerinde, benzeri davranışı meydana getirme eğilimidir. Bu terim, genellikle, kendini açma olgusunun karşılıklılığını ifade etmek için kullanılmaktadır.
 
Ayrımcılık


Ayrımcılık (discrimination), Latince ayırma anlamına gelen discriminatio sözcüğünden gelmektedir. Terim felsefi (doğruyu yanlıştan ayırma), ekonomik (fiyatların ayrımı) kullanımları dışında toplum alanına aktarıldığında, avantajsız bazı sosyal kesimlerin deri rengi, isim farkı, cinsiyet, din gibi nedenlerle ayrımını ifade etmekte ve ideolojik bir konotasyon kazanmaktadır.

Ayrımcılık sosyal psikoloji vokabülerinde, bir bireyin sadece belirli bir gruba aidiyeti dolayısıyla olumsuz muamele ve davranışlara maruz kalması olgusunu ifade etmektedir Ayrımcılık, önyargıların davranışa dönüşmesi olarak tanımlanabilir.

Ayrımcılık, farklı konularda ve farklı gruplara karşı söz konusu olabilir: Örneğin etnik ayrımcılık, yabancı veya göçmen işçi düşmanlığı, mezhepçilik, cinsiyetçilik, vb.
 
Azınlık Etkisi


Küçük gruplarda azınlık etkisi (minority social influence), başta Moscovici (1969, 1976) olmak üzere çeşitli sosyal psikologlar (Lage, Naffrechoux, Nemeth, Wachtler, Paicheler, vb.) tarafından incelenmiş ve kavramsallaştırılmıştır.

Moscovici'ye göre toplumun, bireyleri genel bir modele uyma yönündeki tüm zorlamalarına rağmen, azınlıklar ve sapanlar, bazen yeni yaşama, düşünme, davranma tarzları yaratmayı ve çoğunluğun bunlara katılmasını sağlamayı başarmaktadır. Bu olgu, psikolojide hakim olan işlevselci anlayışın dışında ele alınmalıdır. Bu anlayışta, birey veya grup davranışı, onun sistem ya da çevre içinde yer almasına yöneliktir. Bireyin uyması gereken koşullar belirli; gerçeklik tek biçimli; uyulacak normlar herkes için geçerlidir. Normu izleyenlerin davranışı işlevsel ve uyumlu sayılır.

Oysa Moscovici'nin genetik model dediği ikinci bir yaklaşım mümkündür. Burada çevre ve formel/enformel sistemler, birer veri gibi düşünülmez, bunlar onlara katılanlar ve onlarla birlikte yaşayanlar tarafından tanımlanır ve üretilir. Genetik model, sosyal gerçekliği bir veri gibi değil, inşa edilmiş olarak görür; birey ve grup arasında karşılıklı bağımlılığın bulunduğunu, grupta etkileşim olduğunu varsayar; olaylara denge açısından değil, çatışma açısından bakar.

Moscovici'nin anlayışı birkaç temel ilkede özetlenebilir: Birincisi her üye, grup içindeki mertebesinden bağımsız olarak etkinin potansiyel bir hedefi ve kaynağıdır. Etki, çoğunluktan azınlığa ve azınlıktan çoğunluğa olmak üzere iki yönde de işler. İkincisi, sosyal kontrol kadar sosyal değişme de etkinin bir hedefidir.

Tüm toplumlar, tanımlan gereği, heterojendir. Gruplar arasında, amaç ve eylem yolları bakımından farklar vardır. Sosyal kontrol ve sosyal değişme, iki önemli güç olarak sosyal alanın çeşitli kesimlerinde birbirini bazen tamamlar. Üçüncüsü; etki süreci, çatışmaların üretimine ve çözümüne doğrudan bağlıdır.

Çatışma etkinin zorunlu koşuludur. Dördüncü olarak; bir birey veya alt-grubun, grubu etkilemesinde temel başarı faktörü davranış stilidir. Beşinci olarak; etki süreci, objektiflik, tercih ve orijinallik normları tarafından belirlenir. Nihayet etki biçimleri arasında, uymadan başka standardizasyonu ve yeniliği saymak gerekir.

Standardizasyon, bireylerarası etkileşimin, bu bireylerin görüşlerinin tesviyesi ve kompromi ile sonuçlanması durumunda; yenilik ise yukarıdan (liderin dayatması) veya aşağıdan (azınlık etkisi) gelen taleplerle yeni görüşlerin öne çıkması durumunda söz konusudur.

Bu perspektifte azınlık terimi, bir grupta çoğunluktan farklı birtakım ortak, yargı, değer, davranış ve görüşlere sahip olan küçük bir alt grubu (grubun yansından az sayıda kişiden oluşan bir fraksiyon) nitelendirmekle birlikte, burada alt-grubun mutlak bir marjinalliği söz konusu değildir; çünkü günlük yaşamda bireyler çeşitli ortamlarda bulunur ve pek çok referans grubuna mensupturlar. Bir alt grup, bir grupta azınlıkta iken diğerinde çoğunlukta olabilir. Bu alt grup için hangi referans grubu "hayati" nitelikte ya da önemli ise, buna göre azınlık veya çoğunlukta olmasından söz edilir (Doms ve Moscovici, 1984).

Azınlıklar, sosyal olarak görünür bir değişmeye yol açmasalar bile, bireylerin algı veya yargılarını değiştirebilir. Pek çok kişi grup halindeyken çoğunluk etkisine uyma gösterip tek başına kaldığında tekrar eski pozisyonuna dönebilir; burada sanki grup halindeyken kolektif kimliğe bağlanış ve daha sonra tekilliğine dönüş söz konusudur. "Azınlıkların kimliği sosyal olarak tanınmak ve görünür hale gelmek üzere giriştikleri etkinliklerde ve farklılıklarının talebi ve bilinci içersinde oluşmaktadır" (Aebischer ve Oberle, 1990). Azınlık bireyleri için farklılıklarında sosyal olarak tanınmak, etkinin dinamiğini oluşturur.
 
Başarı Güdüsü


Motivasyon çalışmalarında insanın temel güdüleri arasında sayılan başarı güdüsü (need for achievemeni), kabaca bir işi en iyi şekilde yapma eğilimi olarak tanımlanabilir. Psikolojik temelli modernleşme teorisyenlerinden McClelland (1961) başarı güdüsünün, belirli bir toplumdaki dağılım ve düzeyinin, modernleşme olgusunu ve ekonomik kalkınmayı açıklayan temel faktör olduğunu öne sürmüştür.
 
Benlik


Benlik (şelf), sosyal psikolojide önemli araştırma konularından biridir. Tarihsel olarak da sosyal psikologların üzerinde durdukları ilk konular arasında yer alır. W. James, benliğin, hem insanın kendini bilme ve değerlendirme konusu gibi, hem de düşünce ve davranışlarımızın kökeninde bulunan bir yapı gibi incelenebileceğini öne sürmüştür.

Baldwin, benliği alter ve ego şeklinde iki karşıt kutba ayırmıştır. Alter, gerçek veya hayali olsun diğer insanlar hakkındaki temsillerimize, ego ise kendi kendimizi algılama tarzımıza göndermektedir.

Mead benliğin, birey ile çevresi arasındaki etkileşim içinde oluştuğunu vurgulamıştır. Ona göre birey, ait olduğu gruplar ve komünote tarafından paylaşılarak inşa olur. Sosyal süreç, herkes tarafından aynı şekilde algılanmadığından bireyler arasında önemli farklılıklar görülür. Mead bu farklılaşmaları, ben ve ego ayrımıyla niteler. Ben, benliğin psikolojik kısmıdır ve bireyin yaratıcı yanlarını belirtir; ego ise benliğin sosyolojik yanıdır ve sosyal rollerin içselleştirilmesini ifade eder.

Son yıllarda, sosyal psikologlar tarafından gerçekleştirilen benlik araştırmaları üç sorun etrafında odaklaşmaktadır: Benlik kavramı, yani kendimizi nasıl tanımladığımız (benliğin bilişsel yanı), benlik saygısı veya özsaygı, yani kendimizi nasıl değerlendirdiğimiz (benliğin duygu ve değerlendirmeler içeren yanı) ve benlik sunumu ya da kendini sunma, yani kendimizi nasıl sunduğumuz (benliğin davranışsal yanı). Buna göre genel olarak bakıldığında benlik, hem istikrarlı, hem de değişken bir nitelik göstermekte, hem içsel bir boyut (anılar, şemalar), hem de dışsal bir boyut (diğerleri önündeki rol ve davranışlar) içermektedir.

Daha yakın yıllarda kültürel ve kültürlerarası psikoloji alanında çalışan sosyal psikologlar, benliğin kavramlaştırılmasında literatürde hakim olan anlayışların, Batı toplumlarına özgü bazı yanları olduğuna işaret etmişlerdir. Bu çerçevede örneğin 'bireycilik ideolojisi taşıdığı", "diğerlerinden farklılığa ağırlık verildiği", "başkasına zıtlık" esasında tanımlandığı, aslında benliğin "kişinin kültürel açıdan paylaşılan modeli" olduğu, dünyanın Batı dışında kalan kültürlerinin pek çoğunda "ilişkisel bir benlik anlayışının bulunduğu ve "benliğin ilişkisel tarzda tanımlanması" gerektiği, vb. hususlar vurgulanmıştır.

Bu alanda öncü bir rol oynayan ve "ilişkisel benlik-ayrışmış benlik" tiplerini ayırteden Kağıtçıbaşı'ya (1998) göre, bu iki benlik anlayışı arasındaki "temel ayrım kendi-içerikli, bireyci, ayrışmış, bağımsız benliğin diğer kişilerden kesin sınırlarla ayrılmış olması, buna karşılık ilişkisel, (karşılıklı) bağımlı benliğin akışkan sınırları olması"dır ve bu ayrım "hem benlik algısı, hem de sosyal algı için geçerli"dir.
 
Benlik Kavramı


Benlik kavramı' (self-concept) terimi, bireyin kendi hakkındaki temsillerinin bütününü ifade etmektedir. Bu açıdan benlik kavramı, kişinin kendisi, vasıfları ve özellikleri hakkında sahip olduğu genel fikir olarak tanımlanabilir; dolayısıyla bir kişinin, kendisine ilişkin bilişsel temsillerini içeren algılarının bir özeti gibi düşünülebilir.

Benlik kavramı, insanların kendileri hakkındaki bilgilerine göndermesi dolayısıyla, benliğin bilişsel yanını ifade eder. Çeşitli imajların, şemaların, prototiplerin, anlayışların, teorilerin, amaçların, görevlerin bir bütünü ya da koleksiyonu olarak nitelendirilen benlik kavramı dinamik bir yapı özelliğindedir. Dolayısıyla, kişiler arası ilişkilerde, bireyin amaçlarına ve değerlerine göre uyum gösterir. Bireyin iç tutarlılığını ifade etmesi anlamında oldukça istikrarlıdır ve çevreye uyma anlamında da esnek bir özelliktedir. Benlik kavramının duruma göre değişmelerini, 'aktüel benlik kavramı' olarak adlandırmak da mümkündür.

Benlik kavramının genel olarak sosyal faktörlerden etkilendiği kabul edilmektedir. Benlik kavramı, bir yandan diğerlerinin bireye gönderdiği imajlarda kök salmakta, öte yandan diğeriyle karşılaştırmalardan (diğeriyle kontrasta girme yoluyla) beslenmektedir. Sosyal faktörlerin dışında bellek de, önemli bir bilgi kaynağı sayılmaktadır.

Bazı yazarlar bellek ve benliği aynı bir şeyin iki yüzü gibi görmektedir. Zira kişisel olgu ve olayların depolandığı otobiyografik belleğin genişliğini vurgulayan yazarlar, benliğin, bellekte saklanan en gelişmiş ve en zengin yapılardan biri olduğunu Öne sürmektedirler.

Benlik tanımında benlik kavramlarından bazıları, daha önemlidir. Bunlar benliğe ilişkin enformasyonların işlenmesinde etkin bir rol oynayan 'benlik şemaları'dır (Markus) ya da bir başka deyişle kronik olarak ulaşılabilir benlik kavramlarıdır (Higgins). Diğer bazı benlik kavramları, bireyin duygusal ve motivasyonel durumlarına veya sosyal koşullara göre ulaşılabilir hale gelirler, yani belirli bir olay veya duruma tepki olarak devreye girerler; örneğin iş (yaşamındaki) benlik kavramı gibi.
 
Beyin Fırtınası


Beyin fırtınası (brainstorming) belirli bir konuda çözüm arayışına yönelik grup tartışması sırasında yaratıcılığı artırmak için kullanılan yöntemlerden bindir (Osborn, 1961). Yöntem, çözüm arayışında çözüm önerisi veya önerilerinin tartılıp değerlendirilmesinden ziyade olabildiğince çok sayıda çözüm üretimine ve ortaya konmasına dayanmaktadır. Zira beyin fırtınası yöntemi, bunu vazeden şu temel sayıltıdan yola çıkar: Bir grupta, belirli bir problem hakkında ne kadar çok fikir, ne kadar çok çözüm önerisi ortaya atılırsa, söz konusu probleme en uygun çözümü bulma olasılığı o kadar artar.

Yöntemin uygulanışında birkaç hususa dikkat edilir. Birincisi, grup tartışmasına katılan üyelerin hiç çekinmeden ve değerlendirilme kaygısı olmadan, zihinlerinden geçen Önerileri ortaya koymaları ve önerileri maksimum kılmak esastır. İkincisi grup üyelerince ortaya atılan hiç bir öneri eleştirilemez, zira amaç değerlendirme değil, öneri sayısını artırmadır. Üçüncüsü, üyelerce önerilen tüm öneriler kişilere değil, gruba aittir ve grup tarafından geliştirilip kullanılabilir. Kişisel görüşlerin toplanmasından sonra, öneriler rasyonel bir yöntemle değerlendirilir.

Beyin fırtınasının yukarda özetlenen ve grup tartışmasına dayalı yaygın şeklinin dışında az bilinen ikinci bir versiyonu daha vardır. Gordon tarafından önerilen bu versiyon, 'işlemsel yaratıcılık yöntemi' ya da 'sinektik yöntem' olarak anılmaktadır. Burada, çözüm aranan problemi tam olarak bilen sadece 'animatör'dür. Animatör, hem kendiliğindenliği ve hem de tartışmaya katılan farklı formasyonlardan grup üyelerinin benzer düşünce tarzlarına ulaşıncaya kadar karşılıklı birbirini anlamasını kolaylaştıracak bir 'grup iklimi' oluşturmaya çalışır.

Herkesin birbiriyle benzerliklerini ve farklılıklarını görmesi önemlidir. Sinektik yöntemin özü, tuhaf olanı tanıdık kılmak, tanıdık olanı tuhaf kılmaktır. Bu önermenin ilk kısmı, sorunun anlaşılması ve analiziyle ilgilidir, ikinci kısmı ise problemin bir başka türlü görünmesini sağlamak ve böylece çözümün yaratıcı sezgisini başlatacak bir şey bulmak için her türden analojinin aranmasıyla ilgilidir.

Sinektik yöntem, tıpkı Delphi Yöntemi gibi, sürrealist yöntem olarak da adlandırılmıştır (Moles ve Mouchot, 1971), zira Salvador Dali'nin tablolarındaki gibi, ilke olarak birbiriyle en az birlikte giden veya birbiriyle çelişkili görünen öğeleri bir araya getirme çabasındadır. Uygulama, "a priori" olarak uyuşmayan fikir veya öğeler arasında kabul edilebilir bir harmoniyi bulmayı hedeflemektedir.
 
Bilinç


Etimolojik kökeninde bilinç (Latince conscire), paylaşılmış bilgi anlamına gelmekte ve insanın bir diğeriyle, özellikle de kendisiyle paylaştığı bilgiye göndermektedir.

Sosyal bilimler literatürüne genel olarak bakıldığında bilinç terimi, bir yandan insan zihninin kendi durumları ve edimleri hakkında sahip olduğu düşünce veya sezgiyi, öte yandan bireyin dünyayla ve kendisiyle ilişkisi ve kendi durumu hakkındaki bilgisini ifade etmektedir. Bilinç terimi, daha geniş bir anlamda, insan zihninin kendiliğinden yargıda bulunma yetisi olarak da kullanılmaktadır.
 
Bilişsel Aktiflik Etkisi


İzlenim oluşumu konusunda, hedef hakkında kategori veya şemaya dayalı süreçler ile hedefin özelliklerine dayalı süreçlerden hangisinin kullanıldığı sorusuna getirilen açıklamalardan biridir (Gilbert, Pelham ve Krull, 1988).

Buna göre, algılayan kişi bilişsel planda ne kadar aktif ya da meşgul ise, dikkati o kadar çok dağınık demektir ve dolayısıyla, hedef hakkındaki izlenimi, daha ziyade mevcut enformasyonlara (şemalar, kategoriler) dayanacaktır. Buna karşılık, bilişsel planda daha az meşgul veya daha az aktif olan bir kişi, dikkatini daha ziyade, içinde bulunduğu etkileşim üstünde odaklaştıracak, hedefin ve durumun özelliklerine daha çok bakacaktır.
 
Bilişsel Bağışıklık


Daha ziyade ideolojik nitelikli bilişsel bir mekanizmayı ifade eden bilişsel bağışıklık terimi, insanın kendi doğasına ilişkin görüşleriyle çatışan enformasyonlara karşı geliştirdiği bir savunma stratejisine işaret etmektedir.

Örneğin insan davranışlarının hayvanlarla ortak doğal belirlemelerin sonucu olduğu yönündeki enformasyonlara maruz kalan kişiler, insan türünün özgüllüğünü, yani hayvanlardan farklılığını destekleyen açıklamalar aramaktadırlar ve bunun için doğaüstü açıklamalara, gizli bilimlere başvurmaktadırlar. Kendini bir başka gruptan farklılaştırma yönündeki bu tür çabalar, bir bakıma, kişinin etik anlayışıyla da ilişkili görünmektedir.
 
Geri
Üst