Değerli Üyelerimiz sizler için kendimizi sürekli yeniliyoruz. Lütfen 10 saniyede üye olarak bizlere destek olunuz... 😊 Tüm sorunları bize bildirebilirsiniz
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Benî İsrail zamanında salih bir kimsenin üç tane oğlu varmış. Bir gün o zat ağır hastalanır ve artık hayatından ümid kesilince büyük oğlu küçük kardeşlerini çağırır ve:
- Ey kardeşlerim pederimizin epeyce malı var. Fakat bugün kendisinin hizmeti ise ağırdır. İsterseniz sizler malına varis olun ve hizmetini bana bırakın isterseniz malı bana verin hizmetini sizler yapın der.
Kardeşleri malı almayı tercih ederler. Babalarının hizmetini büyük biraderlerine bırakırlar. Büyük kardeşleri salih bir kimse olduğu için pederinin hizmetini kendisine nimet ganimet ve ibadet bilir. Vefatına kadar bu hizmeti yapar. Fakat ailesinin bu işe hiç gönlü razı olmaz ve malı almadığı için O'nunla münakaşa eder. O ise ailesine:
- Ey hatun ben babama miras için hizmet etmiyorum. Ancak Allah rızası için hizmet edip hayır duasını almak istiyorum. Hayır sizin bildiğinizin hilafınadır. Bir kimsenin dünya dolusu malı olsa da bereketi olmasa onda hayır yoktur. Hayır ancak berekettedir der.
Babasına hizmette hiç gurur etmeden devam eder.
Bir gece rüyasında kendisine şöyle derler:
- Git filan yerde yüz akçe vardır. Onu al nafaka yap.
- Onda bereket var mıdır?
- Hayır yoktur.
- Bereket olmayan şey bana lâzım değildir der.
Bu hali ailesine söyleyince kadın yine almadığı için O'nunla münakaşa eder.
Ertesi gece rüyasında yine «Filan yerde 10 akçe vardır git al.» denilir. O yine bereket olup olmadığını sorar. Bereket olmadığını anlayınca yine almaz.
Üçüncü gece ise yine «Filan yerde bir altun vardır onu al da harçlık yap.» denilir. O da bereketi olup olmadığını sorunca «Çok bereketlidir.» cevabını alınca hemen gider ve onu alır. Sabahleyin ise altun ile pazara gider ve iki tane balık alır. Evine getirip karınlarını yardığı zaman görür ki balıkların karnında çok kıymetli ve iki dirhem ağırlığında kırmızı cevher var. Birisini hemen pazara ***ürüp satmak ister. Fakat hiç kimsenin almaya gücü yetmez. Nihayet 30 bin akçe kıymeti ile padişaha satar. Akçeleri alarak eve gelir ve Cenabı Hak'ka şükürler eder.
Padişah o cevherin bir eşini daha araştırır fakat hiç kimsede bulamaz. Tekrar O'na soralım belki vardır diyerek gelirler. Fakat o bende vardırlâkin 70 bin akçeden aşağı vermem der ve öylece satar. Son derece zengin olur.
Rüyasında: «Ey kişi Cenabı Hak'kın sana bu kadar lütuf ve ihsanı ancak pederine ihlas ile etmiş olduğun hizmet sebebi iledir. Âhirette olunacak ihsanı ise anlatmak mümkün değildir.
İşte bunun gibi bir kişi ebeveynine hizmeti kendisine nimet bilirse iki dünyada da devlet ve nimete nail olur. (2)
Birisi ona gelir sorar: 'İhlâsı kimden öğrendiniz?'
-Mekke-i Mükerreme'de harçlıksız kalmıştım. Basra'dan para bekliyordum ama gelmemişti. Saçım sakalım çok uzamıştı. Bir berbere girdim
'Peşin peşin söyliyeyim param yok' dedim
'Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?'
Berber o anda mevki sahibi birini traş etmekteydi. Onu bırakıp bana başladı. Adam itiraz etti.
Berber
'Kusura bakmayınız efendim' dedi 'Sizi ücreti mukabilinde traş ediyorum. Ama bu genç Allah rızası için istedi'
Berber dahasını da yaptı bana harçlık verdi. Aradan birkaç gün geçti beklediğim para geldi. Ona bir kese altın ***ürdüm.
'Asla alamam' dedi 'İnan Allah'ın rızası daha değerli'
Meclisine gelenlerden biri mübareği denemek ister. Aklınca zor bir soru hazırlar ve sorar.
Mübarek
'sözle mi cevap verelim' der 'yoksa halle mi?'
-İkisi de olsun.
-Eğer kendi kendini deneseydin bizi denemeye lüzum görmezdin. Kalbindeki değişimi de mi farketmedin?
-Peki hâl ile cevabınız nasıl olacak?
-Yüzüne bak anlarsın.
Adam aynayı eline aldığında kendini tanıyamaz çünkü yüzü simsiyahtır. Üstelik bu yola olan muhabbetinden eser kalmamıştır ki bu tard oldu demektir. Büyükleri incitmek böylesine korkunç bir cürettir işte.
Aradığına bağlı
Adamın biri Cüneyd-i Bağdadi'ye gelip 'Nerede o eski kardeşlikler' der 'Hani Allah için sevenler?'
-Eğer sıkıntılarına katlanacak birini arıyorsan bulamazsın ama sıkıntılarına katlanacağın dostlar arıyorsan çoktur.
Cüneyd-i Bağdadi'nin talebelerinden biri şeytanın vesveselerine kapılıp kemâle geldiğini zanneder. Birbirinden cazip rüyalar görmeye başlar ve bunları arkadaşlarına da nakleder. Cüneydi Bağdadi Hazretleri onun durumuna çok üzülür. Talebesinin ayağına kadar gider ve 'Eğer rüyanda seni cennete ***ürürlerse üç defa 'La havle...' oku' diye tenbih eder. Hakikaten o gece rüyasında onu alıp cennete ***ürürler. Aklına hocasının sözü gelir. 'La havle...' okuduğu anda kendini çöplükler pislikler içinde bulur. İçine düştüğü durumu anlar ve tevbe eder. Mübârek 'Herkese bir mürşid-i Kâmil lâzımdır' der 'aksi halde mel'ûn şeytan musallat olur ve oyuncak eder.'
Talebelerinden biri sorar: 'Hiç ibadet ve tâat yapmadan Allah'ın (Celle Celalüh) lütfuna kavuşmak mümkün müdür?
-Zaten gelen bütün nimetler Allah'ın lütfudur. Bizim gibi acizlerin ibadetlerinden ne olsun.
Son nefes zor nefes
Mübarek vefat edeceği gün çok korkulu ve üzgündürler. Yüzleri kül gibi olmuş rengi uçmuştur. Talebeleri bu halden çok ürkerler. Hatta içlerinden biri 'Aman efendim' der 'biz sizin şefaatiniz ile kurtulmayı ümid ediyoruz. Eğer siz bu kadar sıkıntı çekerseniz bizim halimiz nice olur?
-Ey dostlarım yetmiş yıllık ibadetimi kıldan ince bir ipe astılar. Kâh o yana kâh bu yana sallanıyor ve ben bu esintinin kabul yeli mi red rüzgârı mı olduğunu bilemiyorum.
Naaşını yıkayan talebesi su ulaştırmak için mübarek gözlerini aralamaya çalışır. Melekler dile gelir 'Kendini yorma' derler 'Cüneydin gözü Allah'ın zikri ile kapanmıştır ve onun didarını görmeden açılmaz.'
Talebelerinden biri onu rüyasında görür. Merakla sorar: -Efendim Allah-ü teâlâ size nasıl muamele etti?
-İlim ve marifet dolu sözlerimin hiçbir faydası olmadı. Sadece gece kıldığım namazlar imdadıma yetişti.
Bişrî Hâfî yol kesici bir kimse olup yanında bir takım güzel sesli hafızları gezdirirmiş. Gittiği şehirlerde o hafızlara Kur'an-ı Kerim okutur ve bütün insanları bir yere toplarmış. İnsanlar Kur'an dinlemek için toplandığı ve herkesin aşk ve şevkle dinlemeye başladığı sırada kendisi kalkıp şehirden dışarıya çıkar ve tenhada yakaladığı kimseleri soyarmış.
Bir gün yol üzerinde ve toz toprak içinde bir kâğıt bulur. Bakar ki kağıtta «Besmele-i Şerif» yazılıdır. Hemen alır tozlarını temizler ve bir miktar da güzel kokular sürerek yüksekçe bir duvarın üzerine koyar.
O diyarda zühd ve takvası ile meşhur olan bir zat o gece rüyasında üç defa Hak Celle ve Âlâ Hazretlerini görür ve Hak Teâlâ Hazretleri O'na hitaben:
- Ey kulum! Bişri Hâfî'ye git. O bizim ismimizi tazîmen kaldırdı biz de O'nun ismini kaldırdık. O bizim ismimizi aziz etti biz de O'nun ismini aziz ettik. O bizim ismimizi güzelleştirdi biz de O'nun ismini güzel kıldık böylece kendisine söyle haberi olsun buyurulur.
O zâhid de hemen Bişri Hâfî'nin evine giderek kapıyı çalar. Kapıyı bir cariye açar ve ne istediğini sorar. O da cariyeye şöyle sual eder:
- Bu evin sahibi köle midir âzadlı mıdır?
- Âzadlıdır.
- Âzadlı böyle mi olur?
Sonra cariye içeriye gider ve olanları haber verir. Bişri Hâfî de hemen yalın ayak ve başı açık olarak kapıya gelir ve:
- Ya Şeyh! Cariye hata etmiş. Bu evin sahibi bütün insanların en âsi ve günahkâr olanıdır der.
Bunun üzerine zâhid rüyasını anlatır. O anda Bişri Hâfî'nin kalbine hidayet ve inayet yetişerek şevk ve muhabbet dolar. Tam bir ihlas ile tevbe eder ve derhal mürşid aramaya çıkar. Çıkarken cariyesi:
- Ey efendi biraz dur da başlığını getireyim.
- Hayır duramam. Zira Cenabı Hak beni böylece davet etmiş der ve öylece yola düşer. Ve nihayet bir mürşid-i kâmile bağlanarak evliyanın büyükleri arasına katılır.
Tebsıra-i Evliya isimli kitabta pek çok kerametleri anlatılmıştır. Onlardan birisi de şudur:
Seyahati zamanında bir gemide giderken gemi içinde büyük hâcegân ve tüccarlardan çok kimse olup birisinin kıymetli bir mücevheri kaybolur. İçlerinde Bişri Hâfî'den başka eski elbiseli kimse olmadığından O'nun aldığını ümid ederler. Ve sana daha güzel elbiseler vereceğiz diye soyup aramaya başladıkları zaman Bişri Hâfî Hazretleri geminin kenarına gelerek: «Ey balıklar bir cevher getirin.» diye çağırır. Hemen bir çok balık ağızlarında cevherler olmak üzere geminin yanına gelirler.
Daha sonra hâcelere hitaben:
- Kaybolan cevheriniz kadar bunlardan alın der. Onlar da bu hali görür ve cevherleri alarak kendisinden özür dilerler.
Saliha bir kadının münafık ve cahil bir kocası vardı. Bu kadın " Bismillahirrahmanirrahim " diye besmele çekmeden hiçbir işine başlamazdı. Kocasıonun bu haline kızar kadıncağıza yapmadığı eziyeti bırakmazdı. O saliha kadın ise kocasının eza ve cefalarına sabreder ve onun doğru yola gelmesi için Allah'a dua ederdi.
Birgünkadının kocası iyice öfkelenmişti..Karısına yapacağı eziyet ve kötülük için bir bahane arıyor ve kendi kendine :
" Şuna bir oyun çevireyimde görsün ; bakalım onu rezil olmaktan kim kurtaracak ? " diye söylenip duruyordu. Başkalarına açıkça söyleyemediği inkarcılığıartık bütün çirkinliğiyleiçinde dolup taşmıştı.
Hanımını çağırdıona bir kese altın vererek :
- Bunu iyi sakla !!! diye tenbih etti. Kadında kocasının emri üzerine hemen gittibesmeleyi çekerek keseyi iyice sakladı. Bu arada kocasıda onu gizlice takip ediyordu. Sonra karısının haberi olmadan keseyi karısının sakladığı yerden aldı. İçindeki altınları boşaltarak keseyi derin bir kuyuya attı. Aradan çok geçmeden karısını çağırdı ve :
- Sana verdiğim bir kese altını hemen getir. dedi.
Kadın koştu ; keseyi sakladığı yere
" Bismillahirrahmanirrahim " diyerek elini uzattı.
Tam o anda Allahu Tealanın emriyle kese kadının sakladığı yerde içindeki altınlarla beraber aynen duruyordu. Islanan keseden suları damlıyordu. Kadın kesenin neden ıslak olduğunu anlayamadı ve keseyi kocasına getirdi. Adam içi altınla dolu keseyi görünce çok şaşırdı ve karısının söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu anladı.
Sonra karısına ;
- Sana çok zulmettimçok canını yaktımbeni affet. diye yalvarmaya başladı. Allah'a tevbe ve istiğfar etti. İbadetlerine bağlı bir insan oldu. O günden sonra dua ve yakarışlarında hep şöyle derdi ;
- Ya Rabbi ! Bana dünyam ve ahiretim için hayırlı Saliha bir kadını eş olarak verdiğin içinsana hakkıyle şükretmekten acizdimbeni affet Alah'ım...
O saliha kadın ise ;
- Ya Rabbi ! Sana şükürler olsun kiduamı kabul edip kocamı salihlerden eyledindiye dua ediyordu.
Bu hikayeden alınacak ibretler ve çıkarılacak hikmetler çoktur.Büyükler demişlerki ; " Sabrın kendisi acıdırlakin meyvesi tatlıdır."
Evliyanın büyüklerinden İbrahim bin Edhem k.s. Hazretleri anlatıyor:
Babam Horasan ' Belh hükümdarlarındandı. Bir gün atına binip ava çıkmıştım. Önüme çıkan -tilki veya tavşan- bir hayvanı kovalıyordum. Arkadan bir ses duydum:
- Ey İbrahim sen bunun için yaratılmadın bununla emrolunmadın!
Sağa-sola bakındım fakat kimseyi göremedim. Aynı sesi daha açıktan sonra da pek yakından yine iki kere duydum. Bu sefer durdum ve dedim ki: Bu bana Allah'tan bir uyarıdır. Vallahi bugünden sonra Rabbime isyankârlık yapmam.
Atımı sürüp babamın bir çobanına geldim. Onun çoban elbisesini aldım kendi kıymetli elbiselerimi ona bıraktım. Dağları ovaları aşarak yürüdüm; Irak ülkesine ulaştım. Oralarda günlerce işçi olarak çalıştım. Fakat helal kaygısından hiçbir şey bana huzur vermiyordu.
Bazı olgun kişiler safi helal kazanç için Şam ve Tarsus tarafına gitmemi tavsiye etmişlerdi. Oralara gittim. Tarsus'ta iken nice günler bostanlarda bekçilik yaptım. Bir gün bostan sahibinin arkadaşları gelmişti. Adam dedi ki:
- Ey bağ bekçisi! Git de narların en iyisinden biraz getir.
Bir miktar nar getirdim. Adam narı kesince ekşi olduğunu gördü. O zaman dedi ki:
- Sen bunca zamandır bahçemizde bekçisin; meyve ve narlarımızdan da yiyorsun. Tatlıyı ekşiden ayıramıyor musun?
- Vallahi ben meyvelerinizden bir şey yemedim tatlısını da ekşisinden ayıramam!
Adam şaşkın bir edayla bana şunu söyledi:
- Hayret bir şeysin yahu! Sen İbrahim Edhem olsan bundan fazla olmazdın.
Ertesi gün bu haber halk arasında yayılıverdi. Meraklı insanlar gruplar halinde bahçeye akın etti. Gelenlerin çoğaldığını görünce ben bir yanda saklandım. İnsanlar bahçeye dolarken aralarından sıyrılıp kaçıverdim...
Evliyanın büyüklerinden İbrahim bin Edhem k.s. Hazretleri anlatıyor:
Babam Horasan ' Belh hükümdarlarındandı. Bir gün atına binip ava çıkmıştım. Önüme çıkan -tilki veya tavşan- bir hayvanı kovalıyordum. Arkadan bir ses duydum:
- Ey İbrahim sen bunun için yaratılmadın bununla emrolunmadın!
Sağa-sola bakındım fakat kimseyi göremedim. Aynı sesi daha açıktan sonra da pek yakından yine iki kere duydum. Bu sefer durdum ve dedim ki: Bu bana Allah'tan bir uyarıdır. Vallahi bugünden sonra Rabbime isyankârlık yapmam.
Atımı sürüp babamın bir çobanına geldim. Onun çoban elbisesini aldım kendi kıymetli elbiselerimi ona bıraktım. Dağları ovaları aşarak yürüdüm; Irak ülkesine ulaştım. Oralarda günlerce işçi olarak çalıştım. Fakat helal kaygısından hiçbir şey bana huzur vermiyordu.
Bazı olgun kişiler safi helal kazanç için Şam ve Tarsus tarafına gitmemi tavsiye etmişlerdi. Oralara gittim. Tarsus'ta iken nice günler bostanlarda bekçilik yaptım. Bir gün bostan sahibinin arkadaşları gelmişti. Adam dedi ki:
- Ey bağ bekçisi! Git de narların en iyisinden biraz getir.
Bir miktar nar getirdim. Adam narı kesince ekşi olduğunu gördü. O zaman dedi ki:
- Sen bunca zamandır bahçemizde bekçisin; meyve ve narlarımızdan da yiyorsun. Tatlıyı ekşiden ayıramıyor musun?
- Vallahi ben meyvelerinizden bir şey yemedim tatlısını da ekşisinden ayıramam!
Adam şaşkın bir edayla bana şunu söyledi:
- Hayret bir şeysin yahu! Sen İbrahim Edhem olsan bundan fazla olmazdın.
Ertesi gün bu haber halk arasında yayılıverdi. Meraklı insanlar gruplar halinde bahçeye akın etti. Gelenlerin çoğaldığını görünce ben bir yanda saklandım. İnsanlar bahçeye dolarken aralarından sıyrılıp kaçıverdim...
Medineli Sabit bin Kays sahabenin ileri gelenlerindendi. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’e hizmetten asla geri kalmaz sözünden ise bir an olsun dışarı çıkmazdı. Efendimiz de onu çok severdi. Hatta bir küçük hatası yüzünden aşırı üzüntüye kapılan Sabit’i teselli ederek “Sabit cennetliklerdendir.” buyurmuştu.
İşte bu Sabit’in aile içi bir sıkıntısı vardı. Hanımı Cemile Sabit’e bir türlü ısınamamış onu sevememiş içindeki ilgisizliği yenip de bir gün olsun sevgiyle muhatap olamamıştı.
Cemile bir kadın olarak iç dünyasındaki bu fırtınayı kime anlatabilirdi? Kendisini kim dinlerdi? İslam’da kadın dinlenir miydi? Önceki devirde kadının söz hakkı yoktu çünkü;
Cemile tereddütler içerisinde doğruca Efendimiz (sallallaha aleyhi ve sellem) Hazretleri’nin huzuruna girdi olanca cesaretini toplayarak kimselere açamadığı iç dünyasını Efendimiz’e açtı.
– Ya Resulallah dedi beyimin İslamî yaşayışına diyeceğim yoktur. Ahlakından da şikayetçi değilim. Lakin ben onu bir türlü sevemedim. Bu halimle ona isyan etmekten isteklerine ters bir karşılık verip kötü bir sonuca düşmekten korkuyorum. Söyleseniz de beni boşasa. O kendisini sevmeyen bir hanımı zorla nikanı altında tutan adam durumuna girmese ben de dinime zarar verecek bir itaatsizliğe doğru kaymasam!.
Efendimiz iç dünyasını bu nitelikte anlatan Cemile’yi tepkiyle değil ilgiyle dinledi. Bir hanımı sevemediği erkekle bir arada kalmaya mecbur etmeyi zaten münasip de bulmuyordu. Ancak beyi ne diyecekti? Boşamak istemezse zorla boşayacaksın da denemezdi. Bir de onu dinlemek gerekirdi. Nitekim öyle de yaptı. Cemile’nin duygularını düşüncelerini aynen Sabit’e aktararak onu da dinledi.
Anlaşılan Sabit Cemile’yi seviyordu. Ama Cemile’nin kendisini aynı sıcaklıkta sevmediğini tek taraflı sevginin mutluluk getirmeyeceğini de biliyordu. Nasıl bir çare bulunabilirdi?
Düşünmeye başladı. Gözlerini diktiği sabit noktadan başını kaldırıp dedi ki:
– Ya Resulallah Cemile’ye nikahta en değerli bahçemi mehir olarak verdim. Bunca değerli serveti verdiğim kadını bir anda nasıl boşayabilirim? Üstelik benim öyle başka bir bahçem de yoktur!
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Sabit’in yaklaşımını öğrenmiş oldu. Cemile’ye bu defa sorusunu şöyle sordu:
– Sabit seni boşayacak olsa nikah sırasında aldığın değerli mehri iade eder misin? Böylece sen mehrini verip nikah bağından kurtulmuş olursun Sabit de nikah hakkından vaz geçip bahçesini geri almış olur. İki taraf da bir şey verirken bir şeyleri almış sayılarak karşılıklı mağduriyetlerinizi gidermiş sayılırsınız. Teselli tarafınız bu olur.
Cemile buna hemen razı oldu. Kocasının nikah sırasında kendisine mehir olarak verdiği bahçeyi “Memnuniyetle iade ediyorum.” dedi. Sabit de “Öyle ise ben de nikahını aynı memnuniyetle ona iade ediyor bu andan itibaren boşamış bulunuyorum özgürdür.” dedi. Taraflar böylece bir şey verirken bir şey de aldıklarından helalleşerek ayrılmış oldular.
Bu olay üzerine Bakara Suresi’nin 229. ayeti nazil oldu. Ayet-i kerime anlaşmayı iptal etmiyor hatta ortak aile hayatını sürdürme sevgisi yok olunca hanımın aldığı mehri verip de nikahını ortadan kaldırmasını meşru görüyor; ancak erkeğin fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda mal istememesini de tavsiye ediyordu.
Bu hadise üzerine fıkıhta hüküm şöyle tespit edildi:
– Kadın ayrılmak istediği beyine bir şeyler vererek kendini boşatabilir! Yeter ki beyi fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda haksız mal isteğinde bulunmasın.
Medineli Sabit bin Kays sahabenin ileri gelenlerindendi. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’e hizmetten asla geri kalmaz sözünden ise bir an olsun dışarı çıkmazdı. Efendimiz de onu çok severdi. Hatta bir küçük hatası yüzünden aşırı üzüntüye kapılan Sabit’i teselli ederek “Sabit cennetliklerdendir.” buyurmuştu.
İşte bu Sabit’in aile içi bir sıkıntısı vardı. Hanımı Cemile Sabit’e bir türlü ısınamamış onu sevememiş içindeki ilgisizliği yenip de bir gün olsun sevgiyle muhatap olamamıştı.
Cemile bir kadın olarak iç dünyasındaki bu fırtınayı kime anlatabilirdi? Kendisini kim dinlerdi? İslam’da kadın dinlenir miydi? Önceki devirde kadının söz hakkı yoktu çünkü;
Cemile tereddütler içerisinde doğruca Efendimiz (sallallaha aleyhi ve sellem) Hazretleri’nin huzuruna girdi olanca cesaretini toplayarak kimselere açamadığı iç dünyasını Efendimiz’e açtı.
– Ya Resulallah dedi beyimin İslamî yaşayışına diyeceğim yoktur. Ahlakından da şikayetçi değilim. Lakin ben onu bir türlü sevemedim. Bu halimle ona isyan etmekten isteklerine ters bir karşılık verip kötü bir sonuca düşmekten korkuyorum. Söyleseniz de beni boşasa. O kendisini sevmeyen bir hanımı zorla nikanı altında tutan adam durumuna girmese ben de dinime zarar verecek bir itaatsizliğe doğru kaymasam!.
Efendimiz iç dünyasını bu nitelikte anlatan Cemile’yi tepkiyle değil ilgiyle dinledi. Bir hanımı sevemediği erkekle bir arada kalmaya mecbur etmeyi zaten münasip de bulmuyordu. Ancak beyi ne diyecekti? Boşamak istemezse zorla boşayacaksın da denemezdi. Bir de onu dinlemek gerekirdi. Nitekim öyle de yaptı. Cemile’nin duygularını düşüncelerini aynen Sabit’e aktararak onu da dinledi.
Anlaşılan Sabit Cemile’yi seviyordu. Ama Cemile’nin kendisini aynı sıcaklıkta sevmediğini tek taraflı sevginin mutluluk getirmeyeceğini de biliyordu. Nasıl bir çare bulunabilirdi?
Düşünmeye başladı. Gözlerini diktiği sabit noktadan başını kaldırıp dedi ki:
– Ya Resulallah Cemile’ye nikahta en değerli bahçemi mehir olarak verdim. Bunca değerli serveti verdiğim kadını bir anda nasıl boşayabilirim? Üstelik benim öyle başka bir bahçem de yoktur!
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Sabit’in yaklaşımını öğrenmiş oldu. Cemile’ye bu defa sorusunu şöyle sordu:
– Sabit seni boşayacak olsa nikah sırasında aldığın değerli mehri iade eder misin? Böylece sen mehrini verip nikah bağından kurtulmuş olursun Sabit de nikah hakkından vaz geçip bahçesini geri almış olur. İki taraf da bir şey verirken bir şeyleri almış sayılarak karşılıklı mağduriyetlerinizi gidermiş sayılırsınız. Teselli tarafınız bu olur.
Cemile buna hemen razı oldu. Kocasının nikah sırasında kendisine mehir olarak verdiği bahçeyi “Memnuniyetle iade ediyorum.” dedi. Sabit de “Öyle ise ben de nikahını aynı memnuniyetle ona iade ediyor bu andan itibaren boşamış bulunuyorum özgürdür.” dedi. Taraflar böylece bir şey verirken bir şey de aldıklarından helalleşerek ayrılmış oldular.
Bu olay üzerine Bakara Suresi’nin 229. ayeti nazil oldu. Ayet-i kerime anlaşmayı iptal etmiyor hatta ortak aile hayatını sürdürme sevgisi yok olunca hanımın aldığı mehri verip de nikahını ortadan kaldırmasını meşru görüyor; ancak erkeğin fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda mal istememesini de tavsiye ediyordu.
Bu hadise üzerine fıkıhta hüküm şöyle tespit edildi:
– Kadın ayrılmak istediği beyine bir şeyler vererek kendini boşatabilir! Yeter ki beyi fırsatçılık edip de kadından veremeyeceği miktarda haksız mal isteğinde bulunmasın.
Cebrâîl aleyhisselâm dedi:
- Yâ Rabbel âlemîn! Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin dostluğu Ebû Bekrin gönlünde ne mikdâr ve ne kadar olduğunu bilmek isterim.
Bayram günü idi. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' kıymetli ve gösterişli elbise giymiş ve otuz altınlık bir şal omuzuna almış idi. Cebrâîl aleyhisselâm a'mâ sûretinde gelip yol üzerinde oturdu. Oraya Ebû Bekr-i Sıddîk geldi. Ona yaklaşdı. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki
- Allahü tebâreke ve teâlâ afv etsin o kimseyi ki Muhammed Mustafâ dostluğuna bana birşey versin.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' o sözü işitdi. Mubârek omuzundan şalını çıkarıp ona verdi.
Buyurdu ki
- Bir def'a dahâ söyle. Bir def'a dahâ söyledi.
Ebû Bekr-i Sıddîk kaftanını çıkarıp ona verdi. Dördüncüde setr-i avretini örten elbiseden başka bütün elbiselerini ona verdi. Beşincide na'lınını çıkarıp ona verdi. Sonunda artık elbisesi kalmadı. Bilâli 'radıyallahü anh' çağırdı ve Ona buyurdu:
- Yâ Bilâl. Âişenin evine var. Birşey getir.
Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' giderken Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine rast gelip buyurdular ki
- Nereye gidersin yâ Bilâl! Sen mi söylersin ben mi söyliyeyim.
Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki
- Yâ Resûlallah siz buyurun.
Buyurdular ki:
- Yâ Bilâl! Bil ki o a'mâ Cebrâîl-i emîndir. Allahü tebâreke ve teâlâ onu bu şeklde gönderdi ki Ebû Bekr-i Sıddîkın bana muhabbeti ne kadardır anlasın.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Bilâli bekler idi. Hazret-i Bilâl elbise getirdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk o elbiseyi giydi. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm Resûlullahın 'sallallahü aleyhi ve sellem' huzûr-ı şerîflerine gelip dedi ki
- Yâ Muhammed! Ebû Bekr-i Sıddîkı tecrübe ederdim. Elbiseler benim işime yaramaz. Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem' Cebrâîl aleyhisselâmın getirdiği elbiseleri Ebû Bekr-i Sıddîka getirdi. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh':
- Bir nesneyi ki senin dostluğun uğruna vermiş olayım artık o bana gerekmez. Nereye uygun bulursanız oraya tasarruf ediniz dedi.
BİR EV TAPUSU
Meşhur velilerden Habib-i Acemî k.s. zamanında benzeri görülmemiş şöyle bir hadise yaşanmıştır:
Horasanlı bir adam evini onbin dirheme satarak ailesiyle Basra'ya geldi. Oradan hacca gidecekti. Habib-i Acemî'yi buldu ve ondan şöyle bir istekte bulundu:
- Ben eşimle hacca gidiyorum. Şu onbin dirhem parayı al da Basra'da benim için uygun bir ev alıver.
Horasanlı ve eşi Mekke'ye doğru yola koyuldu. O günlerde ise Basra'da müthiş bir kıtlık ve açlık başgösterdi. Habib-i Acemî Hazretleri ise elindeki emanet parayla gıda maddeleri alıp sahibinin hayrına muhtaçlara dağıtmak zorunda kaldı. Adamın rızası olmazsa parasını geri verecekti.
Horasanlı hac dönüşünde kendisine ev alınıp alınmadığını sordu. Habib-i Acemî dedi ki:
- Rabbimden sana Cennet'te bahçeli bir ev alıverdim!
Adam bu durumu eşine haber verdi. Kadın buna memnun oldu fakat evin tapusunu da istedi. Horasanlı bu isteği iletince Habib-i Acemî ona şöyle bir senet yazıp eline verdi:
'Bismillah.. Bu senet Habib'in Horasanlı için Rabbinden aldığı evin tapusudur. Allahu Tealâ bu evi Horasanlı'ya verecek ve Habib'i de borcundan kurtaracaktır...'
Bu senedi aldıktan sonra adamcağız ancak kırk gün daha yaşadı. Ölmek üzereyken bu tapu senedinin kefenine konulmasını vasiyet etti. Öyle yaptılar. Bir zaman sonra da kabrinin üzerinde bir levhaya parlak bir yazıyla yazılmış şöyle bir yazı buldular:
'Habib Ebu Muhammed'in falan Horasanlı için onbin dirheme aldığı evin beratıdır. Rabbi Habib'in istediği evi Horasanlı'ya verdi ve Habib'i de borcundan kurtardı.'
Habib Hazretleri bu yazıyı alıp okuyunca levhayı öperek ve ağlayarak dostlarının yanına koştu: 'Bu Rabbimin bana olan beratıdır!' diye sevincini ifade etti.
Allahü teâlâ peygamberi Musa aleyhisselâma hitap edip
" (Ey Musa! Filân mahallede bizim dostlarımızdan biri vefât etti. Git onun işini gör. Sen gitmezsen bizim rahmetimiz onun işini görür) buyurdu.
Hazret-i Musa emir olunduğu mahalleye gitti.
Oradakilere:
-Bu gece burada Allahü teâlânın dostlarından biri vefât etti mi? diye sorunca:
-Ey Allahın peygamberi! Allahü teâlânın dostlarından hiç kimse vefât etmedi. Ama filân evde zamanını kötülüklerle geçiren fâsık bir genç öldü. Fıskının çokluğundan hiç kimse onu defnetmeye yanaşmıyor dediler.
Musa aleyhisselâm:
-Ben onu arıyorum buyurdu. Gösterdiler.
Hazret-i Musa o eve girdi. Rahmet meleklerini gördü.Ayakta durup ellerinde rahmet tabakları olup Allahü teâlânın rahmet ve lütfunu saçıyorlardı.Hazret-i Musa yalvararak münacaat etti:
-Ey Rabbim! sen buyurdun ki o''Benim dostumdur.'' İnsanlar ise fâsık olduğuna şahitlik ediyorlar. Hikmeti nedir?
Allahü teâlâ:
(Ey Musa! İnsanların onun için fâsık demeleri doğrudur. Ama günahından haberleri var tövbesinden haberleri yok. Benim bu kulum seher vakti toprağa yuvarlandı ve tövbe etti. Bizim huzurumuza sığındı. Ben ki Allah'ım! Onun sözünü ve tövbesini kabul ettim. Ona rahmet ettim kibu dergâhın ümitsizlik kapısı olmadığı anlaşılsın!) buyurdu.
BİR KESE ALTIN
Süfyân-ı Sevrî hazretleri son anlarını yaşıyordu. Yastığının altından bir kese çıkardı. İçinde altınlar vardı. Yanındaki dostlarına 'Bunu sadâka olarak dağıtın' buyurdu.
Dostları bu hâli hayretle karşıladılar ve:'Allah Allah!Süfyân-ı Sevrî dünya malına ehemmiyet vermez yanında dünyalık bulundurmazdı. Bu kadar parayı saklamanın sebebi ne ola ki?'diye birbirlerine sordular.
Süfyân-ı Sevrî hazretleri onların şaşkınlığını görünce durumu şöyle izah etti:
'Bu para ile ben dinimi korudum. Şeytanımı ve nefsimi susturdum. Nefis ve şeytan ne zaman bana'Giyecek bir şeyin yok. Bunlar için dünyaya çalış dünyalık kazan diye vesvese vermeye çalışsalar onlara bu altınları gösterir başımdan kovardım Bu altınları onlara karşı silah olarak kullanırdım.'
Altınlar dağıtıldıktan sonra Süfyân-ı Sevrî hazretleri de vefat etti.
Bir gün Ebu Bekir Sıddık (r.a) Resulüllah(S.A.V)'ın evine geldi. İçeri gireceği sırada Hz. Ali Bin Ebi Talib (r.a) da geldi.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) (Geri çekilip) :
-Ya Ali sen buyur gir dedi.
O da cevap verip aralarında aşağıdaki uzun konuşma oldu:
-Ya Ebu Bekir! Sen önce gir ki her iyilikte önde olan her hayırlı işte ileri olan herkesi geçen sensin.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Sen önce gir ki! Resulüllah'a (s.a.v) daha yakın sensin.
Hz. Ali (r.a) :
-Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v)'tan işittim.
"Ümmetimden Ebu Bekir'den daha üstün bir kimsenin üzerine güneş doğmadı" buyurdu.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Ben senin önüne nasıl geçebilirim ki Resulüllah (s.a.v) kızı Fatıma(r.a)'yı sana verdiği gün
"Kadınların en iyisini erkeklerin en iyisine verdim" buyurdu.
Hz. Ali (r.a) :
- Ben senin önüne geçemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v):
"İbrahim(a.s)'ı görmek isteyen Ebubekir'in yüzüne baksın" buyurdu.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Ben senin önüne geçemem. Çünkü Resulüllah(s.a.v):
'Adem (a.s)'ın hilm sıfatını ve Yusuf (a.s)'ın güzel ahlakını görmek isteyen Ali Müraaaa'ya baksın' buyurdu.
Hz. Ali (r.a) :
- Senin önünde gidemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v):
"Ya Rabbi! Beni en çok seven ve ashabımın en iyisi kimdir? dedi. Cenab-ı Hak:Ya Muhammed! Ebu Bekir Sıddıktır" buyurdu.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Ben senin önüne geçemem. Çünkü Resulüllah (s.a.v) Hayber'de:
"Yarın sancağı öyle bir kimseye veririm ki Allahü Teala onu sever. Ben de onu çok severim" buyurdu.
Hz. Ali (r.a) :
- Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v)
"Cennetin kapıları üzerinde 'Ebu Bekir Habibullah' yazılıdır" buyurdu.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v) Hayber gazasında bayrağı sana verip
'Bu bayrak Melik-i Galibin Ali Bin Ebi Talib'e hediyesidir' buyurdu.
Hz. Ali (r.a) :
- Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Ya Eba Bekir sen benim gören gözüm ve bilen gönlüm yerindesin".
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
- Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Kıyamet günü Ali cennet hayvanlarından birine binmiş olarak gelir. Cenab-ı Hak buyurur ki 'Ya Muhammed!(s.a.v) Senin baban İbrahim Halilne güzel babadır. Senin kardeşin Ali Bin Ebi Talib ne güzel kardeştir."
Hz. Ali (r.a) :
Ben senin geçemem. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Kıyamet günü Cennet meleklerinin reisi olan Rıdvan adındaki melek Cennete girer. Cennetin anahtarlarını getirir Bana verir. Sonra Cebrail (a.s) gelip Ya Muhammed (s.a.v)! Cennetin ve cehennemin anahtarlarını Ebu Bekir Sıddık'a(r.a) ver istediğini Cennete dilediğini Cehenneme göndersin der."
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki:
"Ali kıyamet günü benim yanımdadır.Havz ve Kevser yanında benimledir. Sırat üzerinde benimledir. Cennette benimledir. Allahü Teala'yı görürken benimledir."
Hz. Ali (r.a) :
Ben senden önce giremem. Çünkü Resulüllah(s.a.v)
"Ebu Bekir'in imanı bütün mü'minlerin imanı ile tartılsa Ebu Bekir'in imanı ağır gelir" buyurdu.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Ben ilmin şehriyim Ali onun kapısıdır."
Hz. Ali (r.a) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Ben sadıklığın şehriyim.Ebu Bekir onun kapısıdır."
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Kıyamet günü Ali bir ata biner görenler acaba bu hangi peygamberdir? Derler.Allahü Teala bu Ali Bin Ebi talib'dir buyurur."
Hz. Ali (r.a) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Ben ve Ebu Bekir bir topraktanız. Tekrar bir olacağız."
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Allahü Teala ey Cennet! Senin dört köşeni dört kimse ile bezerim.Birir Peygamberleri üstünü Muhammed'dir(s.a.v).Biri Allah'dan korkanların üstünü Ali'dir.üçüncüsü kadınların üstünü Fatımat'üz Zehra'dır. Dördüncü köşesindeki de temizlerin üstünü Hasan ve Hüseyin'dir."
Hz. Ali (r.a) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Sekiz Cennetten şöyle ses gelir'Ebu Bekir! Sevdiklerinle birlikte gel hepiniz Cennete girin."
Hz. Ebu Bekir (r.a.) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Ben bir ağaca benzerimFatıma bunun köküAli gövdesi Hasan ve Hüseyin meyvesidir."
Hz. Ali (r.a) :
Ben senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resulüllah(s.a.v)buyurdu ki:
"Allahü Teala Ebu Bekirin bütün kusurlarını affetsin. Çünkü O kızı Aişe'yi bana verdi.Hicrette bana yardımcı oldu.bilal-i Habeşi'yi benim için azad etti."
Resulüllah(s.a.v')in bu iki sevgilisi kapıda böyle konuşurlarken kendileri içeriden dinliyorlardı. Hz. Ali'nin sözünü kesip içeriden buyurdu ki:
-Ey kardeşlerim Ebu Bekir ve Ali! Artık içeri girin.Cebrail (a.s) gelip dedi ki yerdeki ve yedi kat göklerdeki melekler sizi dinlemektedir.kıyamete kadar birbirinizi övseniz Allahü Teala yanındaki kıymetinizi anlatamazsınız.
İkisi birbirine sarılıp birlikte Resulullah'ın(s.a.v) huzuruna girdiler.
Resulullah'ın(s.a.v):
-Allahü Teala ikinize de yüzbinlerce rahmet etsin. İkinizi sevenlere de yüzbinlerce rahmet etsin ve düşmanlarınıza da yüzbinlerce lanet olsunbuyurdu.
Hz. Ebu bekir Sıddık dedi ki:
-Ya Resulallah(s.a.v) Ben Ali kardeşimin düşmanlarına şefaat etmem.
Hz.Ali dedi ki:
-Ya Resulallah (s.a.v) Ben de Ebu Bekir kardeşimin düşmanlarına şefaat etmem ve başını kılıç ile bedeninden ayırırım.
Hz. Ebu bekir Sıddık(r.a):
-Ben senin düşmanlarına Kevser havzından su vermem buyurdu.
Hz. Ali de:
-Ben senin düşmanlarını Sırat üzerinden geçirmem buyurdu.
Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Ebu Bekir (r.a.) taraftarlarının ve düşmanlarının kulakları çınlasın.
Allah dostlarından... Talebesi anlatıyor.
Bir sabah hazır olduğumuz yere teşrif edip hatır sorarken halimi arzedip:
- Efendim benim şu kadar lira borcum var idi. Günü geldi sıkılıyorum. Üç gün izin verirseniz memlekete gidip öder gelirim dedim.
- Biraz sabret geceler gebedir buyurdular.
Birkaç gün sonra münasip lisanla tekrar hatırlatmak zarureti hasıl oldu. Zira memlekette "borçtan kaçtı" sözleri de gelen haberler arasında idi.
Hz.Üstazın sözü yine evvelki gibi idi.
- Geceler gebedir.
Fakat bir gün sonra bana:
- Memlekette nerden vereceksin bu parayı? diye sual ettiler.
İşin en canlı noktası da burası.
- Efendim babamdan kalma bir bağım var üç bin lira eder. Onu satıp veririm dediğimde Hz.Üstazın rengi birden değişti. mübarek gözleri buğulandı. Ve ... çu sözler döküldü:
- Biz kardeşlerimizin evini bağını satmak değil birini iki etmekle mükellefiz.
İkinci gün ..... bir tüccar ağabeyimizden ödünç para alıp parayı bana verdiler. Sonra ödedim.
İmâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyn ve Abdüllah bin Ca'fer (r.a.) Medîne-i münevvereye giderken yolda erzâkları kalmadı. Sahrâda oldukları içinyiyecek birşey alacak yer de olmayıp açlık ve susuzlukdan gâyet muzdarib oldular. Allahü teâlâya tevekkül etdik deyip yoldan sapdılar. Birâz gitdikleri gibi ovanın orta yerinde bir karaltı gördüler. Ona doğru sürüp gitdiler. Bakdılar ki bir kara çadır içinde bir kadıncıkdan başka kimse yok. Kadıncağıza selâm verdiler. O kadıncağız da letâfet ile selâmlarını alıp ve bunlara dikkat ile bakdı. Hâtırına bu geldi ki bu üç sultânın dünyâda benzerleri az bulunur.
Kadına dediler ki
-Bir yiyeceğin var mıdır.
-Bir keçim vardır. Kendiniz sağınız sütünü içiniz.
İmâmlardan birisi sağdı bir çanak südü bir imâma verdi. Bir çanak da Abdüllaha verdi. Bir çanak da kendi içdi. Ondan sonra kadına dediler ki
-Başka yiyeceğin yok mudur.
-Bu keçimi boğazlayıp yiyin.
O kadın bunu böyle söyleyince Abdüllah hazretleri o keçiyi kesip pişirip yidiler. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd edip atlarına bindiler. Sonra kadıncağıza dediler ki
-Medîne-i münevvereye vardığın zemân mutlaka bize uğrayasın ki biz Seyyidlerdeniz ve Hâşimîlerdeniz. Se'âdetle dönüp gitdiler.
Bir zemân sonra o kadıncağızın kocası geldi. Gördü ki ortada keçi yok.
-Keçi ne oldu diye sordu. Hanımı da meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Kocası da huzûrsuz olup
-Ey akılsız hanım! Niçin böyle yapdın. Bizim ondan gayri nesnemiz yok idi dedi.
-Allahü teâlâ rahîmdir. Kullarını aç koymaz. Bunun gibi güzel yiğitler asîlzâdeler evimize geldi. Onları müsâfir etmeden göndermek insâf değildir. Bir keçi nedir ki öyle sultânlardan esirgerim.
Ammâ kadıncağız imâmları bilmez idi. Güzel yiğitleri gördüğünde mubârek yüzlerinin nûrânîliğinden ve sözlerinin tatlılığından firâsetle bildi ki asîlzâdeler ve çelebî insanlardır. Onun için kendilerinden bir nesne esirgemedi.
Bu dünyâda bütün malı bir keçi olup onu da müsâfirlerine ikrâm etmek o kadıncağızın kemâl derecede cömerdliğini gösterir.
Artık kadıncağız kocası ile birşeyler alıp-satmak için Medîne-i münevvereye gitdiler. Şehir içinde gezerken hikmet-i ilâhî imâm-ı Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine Bâb-ı selâm önünden geçerken rast geldiler. İmâm hazretleri kadıncağızı gördü ve tanıdı. Acele adam gönderip huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Kadıncağıza hitâb edip buyurdular ki
-Benim kim olduğumu bilir misin?
-Bilmem deyip cevâb verdi.
İmâm hazretleri buyurdu ki
-O üç yiğit bir zemân senin çadırına uğradılar. Sen onlara süt içirdin. Keçiyi kesdiler. Onların biri benim.
Emr etdi bunlara ziyâde ikrâmda bulundular. Hikmet-i Rabbânî imâm hazretlerinin yanında fazla bir şey bulunmadığından beyt-ül mâl emînine adam gönderdiler.
-Bize bin dirhem gümüş ve yüz koyun versin. İnşâallah biz yine veririz dediler. Beyt-ül mâl emîni verdi. Huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Temâmını kadıncağıza verip bizi ma'zûr tut dedi. Yanlarına adam verip imâm-ı Hasen (r.a.) hazretlerine gönderdi. İmâm-ı Hasen de bunları iyi karşılayıp yanında bulunduğu kadar ikrâm etdi. Ve onların yanında fazla nesne bulunmadığı için beyt-ül mâl emînine adam gönderip bin dirhem ile ikiyüz koyun ödünç aldılar. Hepsini o kadıncağıza verip özr dilediler. Sonra yanlarına bir adam verip Abdüllah bin Ca'fer hazretlerine gönderdiler.
Abdüllah hazretleri
-İmâmlar ile buluşdunuz mu diye süâl etdi.
-Evet onlardan geliriz dediler.
Abdüllah hazretleri buyurdu:
-Ne olaydı önce bizim yanımıza gelseydiniz! Zîrâ onların ellerinde dünyâ malı karâr etmez. Hâzır nesneleri bulunmadığı için belki ızdırâb çekmişlerdir. Bunlar dediler ki her biri biner dirhem ve yüz ve ikiyüzer koyun ihsân etdiler. Abdüllah hazretleri çok ni'metler verip ikibin dirhem ve dörtyüz koyun ihsân etdi. Hazret-i Abdüllah bin Ca'fer varlıklı idi. Ondan sonra kadıncağız kocası ile dörtbin dirhem gümüş ve yediyüz koyunu alıp sevinerek evlerine döndüler. Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin evlâdının cömerdliği ikrâmları bu mertebede olunca lâyık olan odur ki ümmeti olan kişi dünyâya rağbet etmeyip eline geçeni infâk edip onların izinden gidip tâ ki dünyâda müslimânlıkları ma'mûr âhıretde de günâhları afv edilmiş olur.
İmâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyn ve Abdüllah bin Ca'fer (r.a.) Medîne-i münevvereye giderken yolda erzâkları kalmadı. Sahrâda oldukları içinyiyecek birşey alacak yer de olmayıp açlık ve susuzlukdan gâyet muzdarib oldular. Allahü teâlâya tevekkül etdik deyip yoldan sapdılar. Birâz gitdikleri gibi ovanın orta yerinde bir karaltı gördüler. Ona doğru sürüp gitdiler. Bakdılar ki bir kara çadır içinde bir kadıncıkdan başka kimse yok. Kadıncağıza selâm verdiler. O kadıncağız da letâfet ile selâmlarını alıp ve bunlara dikkat ile bakdı. Hâtırına bu geldi ki bu üç sultânın dünyâda benzerleri az bulunur.
Kadına dediler ki
-Bir yiyeceğin var mıdır.
-Bir keçim vardır. Kendiniz sağınız sütünü içiniz.
İmâmlardan birisi sağdı bir çanak südü bir imâma verdi. Bir çanak da Abdüllaha verdi. Bir çanak da kendi içdi. Ondan sonra kadına dediler ki
-Başka yiyeceğin yok mudur.
-Bu keçimi boğazlayıp yiyin.
O kadın bunu böyle söyleyince Abdüllah hazretleri o keçiyi kesip pişirip yidiler. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine hamd edip atlarına bindiler. Sonra kadıncağıza dediler ki
-Medîne-i münevvereye vardığın zemân mutlaka bize uğrayasın ki biz Seyyidlerdeniz ve Hâşimîlerdeniz. Se'âdetle dönüp gitdiler.
Bir zemân sonra o kadıncağızın kocası geldi. Gördü ki ortada keçi yok.
-Keçi ne oldu diye sordu. Hanımı da meydâna gelen hâdiseyi anlatdı. Kocası da huzûrsuz olup
-Ey akılsız hanım! Niçin böyle yapdın. Bizim ondan gayri nesnemiz yok idi dedi.
-Allahü teâlâ rahîmdir. Kullarını aç koymaz. Bunun gibi güzel yiğitler asîlzâdeler evimize geldi. Onları müsâfir etmeden göndermek insâf değildir. Bir keçi nedir ki öyle sultânlardan esirgerim.
Ammâ kadıncağız imâmları bilmez idi. Güzel yiğitleri gördüğünde mubârek yüzlerinin nûrânîliğinden ve sözlerinin tatlılığından firâsetle bildi ki asîlzâdeler ve çelebî insanlardır. Onun için kendilerinden bir nesne esirgemedi.
Bu dünyâda bütün malı bir keçi olup onu da müsâfirlerine ikrâm etmek o kadıncağızın kemâl derecede cömerdliğini gösterir.
Artık kadıncağız kocası ile birşeyler alıp-satmak için Medîne-i münevvereye gitdiler. Şehir içinde gezerken hikmet-i ilâhî imâm-ı Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine Bâb-ı selâm önünden geçerken rast geldiler. İmâm hazretleri kadıncağızı gördü ve tanıdı. Acele adam gönderip huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Kadıncağıza hitâb edip buyurdular ki
-Benim kim olduğumu bilir misin?
-Bilmem deyip cevâb verdi.
İmâm hazretleri buyurdu ki
-O üç yiğit bir zemân senin çadırına uğradılar. Sen onlara süt içirdin. Keçiyi kesdiler. Onların biri benim.
Emr etdi bunlara ziyâde ikrâmda bulundular. Hikmet-i Rabbânî imâm hazretlerinin yanında fazla bir şey bulunmadığından beyt-ül mâl emînine adam gönderdiler.
-Bize bin dirhem gümüş ve yüz koyun versin. İnşâallah biz yine veririz dediler. Beyt-ül mâl emîni verdi. Huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Temâmını kadıncağıza verip bizi ma'zûr tut dedi. Yanlarına adam verip imâm-ı Hasen (r.a.) hazretlerine gönderdi. İmâm-ı Hasen de bunları iyi karşılayıp yanında bulunduğu kadar ikrâm etdi. Ve onların yanında fazla nesne bulunmadığı için beyt-ül mâl emînine adam gönderip bin dirhem ile ikiyüz koyun ödünç aldılar. Hepsini o kadıncağıza verip özr dilediler. Sonra yanlarına bir adam verip Abdüllah bin Ca'fer hazretlerine gönderdiler.
Abdüllah hazretleri
-İmâmlar ile buluşdunuz mu diye süâl etdi.
-Evet onlardan geliriz dediler.
Abdüllah hazretleri buyurdu:
-Ne olaydı önce bizim yanımıza gelseydiniz! Zîrâ onların ellerinde dünyâ malı karâr etmez. Hâzır nesneleri bulunmadığı için belki ızdırâb çekmişlerdir. Bunlar dediler ki her biri biner dirhem ve yüz ve ikiyüzer koyun ihsân etdiler. Abdüllah hazretleri çok ni'metler verip ikibin dirhem ve dörtyüz koyun ihsân etdi. Hazret-i Abdüllah bin Ca'fer varlıklı idi. Ondan sonra kadıncağız kocası ile dörtbin dirhem gümüş ve yediyüz koyunu alıp sevinerek evlerine döndüler. Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin evlâdının cömerdliği ikrâmları bu mertebede olunca lâyık olan odur ki ümmeti olan kişi dünyâya rağbet etmeyip eline geçeni infâk edip onların izinden gidip tâ ki dünyâda müslimânlıkları ma'mûr âhıretde de günâhları afv edilmiş olur.
Muhammed bin Câfer isimli bir genç anlattı:
Geçim sıkıntısı içindeydik. Bir gün babam;
"Oğlum gel İmâm-ı Askerî hazretlerine gidelim. Onun çok cömert olduğunu söylüyorlar. Bizi de boş çevirmez. Bir ihsânda bulunabilir." dedi.
Ben de
"Peki baba sen onu hiç gördün mü?" deyince;
Babam:
"Hayır" diye cevap verdi.
Daha sonra beraber yola çıkınca bana;
"Beş yüz akçe verse iki yüz akçesi ile elbise iki yüz akçesi ile de un geri kalanla da diğer ihtiyaçlarımızı alırız." dedi.
Ben de;
"Bana da üç yüz akçe verse yüz akçe ile elbise yüz akçe ile yiyecek ve yüz akçesi ile de merkep alıp Kûhistan tarafına gitsem." dedim.
İmâm-ı Askerî hazretlerinin kapısına geldiğimizde kapıya birisi çıkarak babamı ve beni ismimizle çağırdı ve içeri girdik. İmâm-ı Askerî hazretleri;
"Şimdiye kadar niçin gelmediniz?" diye sordu.
Babam da;
"Perişan hâlimizle yanınıza gelmeye utandık." dedi.
Ziyâretten sonra çıkıp giderken arkamızdan hizmetçi koşarak geldi ve bir kese babama vererek;
"Bu kesede beş yüz akçe vardır. İki yüz akçesi ile elbise iki yüzü ile un ve yüz akçesi ile çeşitli ihtiyaçlarınızı alırsınız." dedi.
Sonra bana dönerek bir kese de bana verdi ve;
"Bu kesede üç yüz akçe vardır. Yüz akçesi ile elbise yüz akçesi ile yiyecek yüz akçesi ile de bir merkep alırsın yalnız Kûhistan tarafına gitme." dedi.
Sonra meydana gelen hâdiselerden oraya gitmemin benim için iyi olmayacağını anladım
Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretleri Herat'ta bulunduğu sırada bir gün Abdullah-i Ensârî'nin konağına dâvet ettiler. Ahmed Câmî'nin hizmetçisiyola çıkmaları için ayakkabılarını önüne koydu. Ahmed Câmî hazretleri;
"Bir saat beklememiz îcâb ediyor. Bir iş var." buyurdu. Beklediler. Bir saat sonra bir Türkmen hanımı ve yanlarında 12 yaşlarındaki oğulları ile geldiler.
Çocuğun babası;
"Efendim! Allahü teâlâ bize çok mal verdi. Bundan başka çocuğumuz yoktur. Bu da âmâ olup gözleri görmemektedir. Her tarafı gezdirdik. Gitmediğimiz yer varmadığımız doktor kalmadı. Fakat hiçbirisi çare bulamadı. Biz siz Allahü teâlâya her ne duâ ederseniz cenâb-ı Hakkın lutfedip kabûl ettiğini biliyoruz. Eğer çocuğumuzun göz nûruna kavuşması için duâ ederseniz çok bahtiyar oluruz. Tek gözleri açılsın îcâb ederse bütün malımızı fedâ etmeye hazırız. İhsân ederseniz lutfederseniz çok seviniriz. Eğer bu arzumuz yerine gelmezse üzüntümüzden mahvoluruz." dedi.
Ahmed Câmî hazretleri bu sözleri dinledikten sonra;
"Nasıl olur? Ölüleri diriltmek cild hastasını iyi etmek Îsâ aleyhisselâmın mûcizesi idi. Bu hâlde Ahmed kim olur ki bu hastalığın tedâvisini benden istiyorsunuz?" buyurdu. Sonra ayağa kalkıp yürümeye başladı. Biraz sonra;
"Biz ederiz biz." dedi. Orada bulunan herkes bu sözü işittiler. Fakat bir şey anlayamadılar. Bundan sonra hemen geri dönüp bir yere oturdu ve;
"O çocukcağızı bana getirin." buyurdu. Getirdiler. İki mübârek başparmağını çocuğun iki gözüne sürüp;
"Azîz ve celîl olan Allahü teâlânın izni ile açılın." buyurunca çocuğun gözleri görür oldu. Bundan sonra orada bulunan ileri gelenler dediler ki:
"Efendim birinci defâ ölüleri diriltmek ve cild hastalarını iyi etmek mûcizesi Îsâ aleyhisselâma âittir. Kendiniz için bu yolda Ahmed kim olur ki? dediniz. Daha sonra da biz ederiz biz dediniz. Bu iki sözünüz arasındaki irtibâtı anlayamadık. İzâh buyurur musunuz?"
Bunun üzerine Ahmed Câmî hazretleri;
"Evvelki söz kendime âitti. Bundan başkasını diyemezdim. Ama sonradan bana şöyle ilhâm ettiler: Ey Ahmed! Ölüleri Îsâ aleyhisselâm mı diriltti? Dilsizleri ve cild hastalarını o mu iyi etti? Biz ederiz biz. Geri dön. O çocuğun gözlerinin açılması için seni sebep kıldık. Bu söz kalbime öyle ilhâm olundu ki ağzımdan da çıkıverdi. O söz ve fiillerin hepsi Allahü teâlâdan idi. Ahmed'i (beni) sâdece vâsıta kıldı." buyurdular.
Bir Ramazân-ı şerîf ayında türbesinin inşâsı sırasında bu işle meşgul olanlar oruç olmaları sebebiyle kabri yanında ona karşı lâzım olan edebi tam gösterememişlerdi. Türbe inşâsında çalışan ustalar edebe uymayan şekilde ayaklarını uzatarak oturmuşlardı. Yine bir defâsında kabri yanında böyle ayaklarını uzatıp oturdukları sırada Sâfî Efendinin rûhâniyeti kendi sûretinde gözüktü. Ayaklarını uzatıp oturanlara tebessüm edip aralarından İbrâhim adındaki kimseye;
"İbrâhim Bey! Artık sen büyüdün bizi tanımaz oldun." dedi.
Hemen yerinden fırlayıp;
"Aman efendim ben kimim ki sizi saymayayım." diyerek ağladı. Çok gözyaşı döktü. Sonra ayaklarına kapanıp affetmesini istedi. O böyle ağlayıp yalvararak affetmesini isteyince onu affetti. Kendinden öyle geçmişti ki affedilince kendini toparlayabildi. Artık bu hâdiseden sonra türbenin yanına yaklaşırken tâ uzaktan ayakta durarak edep gösterirdi.
Bu menkıbeyi yazan müellif şöyle demektedir: Bunu anlatmaktan maksadım nefsin terbiyesi içindir. Allahü teâlânın sevgili kulu olan bir mürşid-i kâmil yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehber mahâretli mesleğinde mütehassıs bir doktor gibidir. Talebesinin ıslahı ve yetişmeleri için ne lâzım olursa ona göre muâmele eder. Kimisine sert muâmele eder. Çünkü iltifat ona zararlıdır. Bâzısına da yumuşak muâmele eder. Her talebe meşrebine yapısına huyuna göre terbiye edilir. Eğer bunun tersi yapılırsa rehber ne kadar mâhir olursa olsun talebe onu herhangi bir sûretle inkâra kalkışır. Buna gücü yetmezse istikâmetine zarar verir. Güneş her meyveye ve bitkiye yapısına göre parlar. Meyve tatlı ise tadını acı ise acılığını artırır. Mürşid-i kâmiller de talebenin meşrebine hâline bakıp ona göre yetiştirirler.
Değerli mimar arkadaşımız Hilmi Şenalp Türkmenistan'ın başşehri Aşkabat'ta selatin bir cami inşa etmiştir. “Selatin” kelimesi "sultanlar' demek olduğu halde bir cami-i şerif hakkında bu kelimenin kullanılması o cami-i şerifin sultanlara yakışır şekilde azametli olduğunu ifâde eder. Osmanlı'da çifte minareli cami yapmak -bir an'ane olarak- padişahlara bırakılmış ondan maaqa kimseler büyük bir cami yaptırsalar bile ona tek minare ikame ederlerdi. Osmanlı tarihinde en zengin bir sadrazam olarak ün yapmış bulunan hırvat asıllı Rüstem Paşa bile Eminönü'nde çinileriyle dünyaca ünlü camie çifte minare yapmamıştır. Lakin o devlet tarihe karıştıktan sonra bu an'ane unutulmuş; şahıslar ve dernekler de çifte minare yaptırır olmuşlardır.
Eski mimarının bütün hususiyetlerini akıllara durgunluk verecek bir liyakatle bilen ve bunu inşa ettiği camilerde gerçek�*leştirmeye muvaffak olan değerli mimar Hilmi Şenalp Japonya'nın başşehri Tokyo'da inşa ettiği cami-i şerifle mimarı tarihimizde haklı yerini almış bulunmaktadır. Onun Aşkabat'ta inşa ettiği klasik Osmanlı mimarı tarzındaki selatin ünvanına layık cami-i şerif de çifte minarelidir. Bu .cami-i şerifin inşaatı devam ederken bir gün Aşkabat'ta mesaı arkadaşlarından bir grupla caddede yürüyorlarmış. Önlerine şab-r emred (sakalı çıkmamış bir delikanlı) Türkmenistanlı bir genç çıkmış ve:
"-Bir dakika beyler! Siz Türkiye'den gelmiş olmalısınız öyle değil mi?"
Hilmi bey ve arkadaşları:
"Evet!" cevabını verince Türkmenistanlı genç: "-Size bir sual sorabilirem mi?" demiş. Onlar da: "-Buyur sor!" demişler.
Türkmenistanlı genç:
"-Türkiye'de hatun kişiler başlarını örtirler mi?" demiş. Muhatabları:
"-Evet." Cevabını verince ilave etmiş: "-Bacaklarını örtirler mi?"
Buna da "Evet." karşılığını alınca:
"-Kusura bakman beyler!ı'. Zannımca siz doğru söylemirsinizl.. Men (ben) tilifisyon seyredirem. Sizin rus�*laştığınızı görürem."
ihtimal bu Türkmenistanlı genç "ruslaşmışsıız' sözüyle "batılılaşmış olmayı” kasdediyordu. Kendi memleketinin şartIarına göre böyle söylüyordu. Sonra ilave etmiş:
"-Halinize bakırem size müslüman demekte zorlanırem. Hiç güven duymirem. Lâkin düşünürem ki. Cenab-ı Allah birine ruhsat fırsat verip de "Mukaddes Emanetler"i elinizden .aldırmadı. Onları sizde kodi. Bunu düşününce sizin bir gün yeniden adam olacağınıza ihtimal verirem. Lakin ne zaman bilemirem? Boynumu eğmiş beklirem!.." demiş.
Muhatabları bu arifane cevab karşısında söyleyecek söz bulamamış ve delikanlıyla kucaklaşarak:
"-Ümidin boşuna değildir kardeş! Milletimizin Allah yolunda sebkat etmiş olan hizmetleri bereketine çok geçmeden umduğun güzel günlere şahid olacaksın. Cenab-ı Allah neye kaadir değil! Bak işte Rusya topsuz-tüfeksiz yıkıldı. Bugünkü hal adetullah icabıdır. Kainatta kahır ve lütuf bir arada mevcud olup onlar arasında bir galebe nöbetleşmesi vardır. Şu senin gönlündeki güzel ümid o güzel günlere aid mümin ferasetiyle bir sezişten ibarettir. Me'yus olma!" demişler.
Not: . Gayr-i islamı sayısız tatbikattan ruhları bunalarak ümidsizliğe düşen müminlere ithaf olunur.