Dini SözLük

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Method
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
EHL-İ ZİMMET:
Cizye (vergi) vermek şartıyla İslâm devleti içerisinde yaşayan gayr-i müslim vatandaş. Zımmî.
Ehl-i zimmeti sevmemek ve düşman bilmek lâzım ise de, bunlara eziyet etmek ve incitmek harâmdır. (Hayreddîn-i Remlî)
Ehl-i zimmete zulmetmek, müslümana zulmetmekten daha fenâdır. Hayvana zulüm, işkence etmek ise, ehl-i zimmete zulmetmekten daha fenâdır. (Alâeddîn Haskefî)
 
EHLİYET:
Salâhiyet, elverişlilik. Kişinin borçlandırma ve borçlanmaya elverişli olması. Akıllı olmak, iyiyi kötüden ayırabilmek.
Alış-verişin sahîh (dînen doğru, mûteber) olması için, alıcı ve satıcıda ehliyet şartı aranır. Akıllı olmayan çocuk, velîsinin (meselâ babasının) izni olsa da, alış-veriş ehliyeti olmadığı için, yaptığı alış-veriş sahîh değildir. Çocuk yedi yaşında a kıllı olur. (Hamza Efendi)
 
Ehliyet-i Edâ:
Şahsın dînen geçerli olacak şekilde iş yapabilmeye elverişli olması.
Ehliyet-i edâ, bizzat iş yapabilmeyi te'min eden aktif bir ehliyet çeşididir. İnsan bu ehliyeti sâyesinde başkaları ile tek başına hukûkî muâmelelerde bulunur. İşleri üzerine, mes'ûl olmak, alacaklı veya borçlu olmak gibi bir takım netîceler doğar. E hliyet-i edâ, mecnunlarda (delilerde) ve çocuklarda vs. eksikdir. Akıllı olan ve bülûğ (erginlik) çağına gelenlerde tamdır. (Serahsî)
 
Ehliyet-i Vücûb:
İnsanın, lehine ve aleyhine olan hakların doğmasına elverişli olması. Vücûb ehliyeti
Her insanda zimmet (mükellef, yükümlü olma) özelliği bulunur. İnsanlar daha rûhlar âleminde iken Allahü teâlâ; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" buyurunca, onlar da; "Evet sen bizim Rabbimizsin" diyerek bir ahd, sorumluluk altına girmişlerdir. İşte z immet bu ezelî (sonsuz öncelerdeki) ahdin, söz vermenin bir netîcesidir. Bunun içindir ki, ana karnındaki cenin (çocuk) için de ehliyet-i vücûb vardır. Fakat onun ehliyet-i vücûbu ek******, noksandır. Mîrâsçı olma, adına alınan şeylerin mülkiyetine sâhib olması gibi, sâdece lehine olan haklar sâbit olur. Bu haklardan faydalanır. Aleyhine olan şeylerden mes'ûl, sorumlu olmaz. Velîsi (meselâ babası) cenin için bir şey satın alsa, onun parasını ödemekle mükellef, yükümlü değildir, bu velîsine âit bir borç olur. Cenin dışında ister yeni doğmuş olsun, ister büyük olsun, diğer bütün insanlarda ehliyet-i vücûb tamdır. (Serahsî)
 
EHLULLAH:
Allah adamları, Allahü teâlânın emirlerine uyup, O'nun sevgisini ve ism-i şerîfini gönlünden hiç çıkarmayan evliyâ zâtlar. (Bkz. Evliyâ)
Ehlullah Allah'tan başkasından ne korkarlar, ne bir şey beklerler. Şahların gönüllerinde onların heybeti, korkusu yer etmiştir. (Timur Han)
Ehlullah ile sohbete devâm, âhireti düşünüp ona hazırlanma arzusunu artırır, günahlardan sakınmaya sebeb olur. (Şâh-ı Nakşibend)
 
EHVEN-İ ŞERREYN:
İki şer (kötülük)den zararı en az olanı. Bu kelime, halk arasında Ehven-i şer olarak kullanılmaktadır.
Ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur, yâni iki zarar ile karşı karşıya kalınırsa bunun zararca hafif olanı seçilir. Bir kimsenin yüz bin lira kıymetindeki incisi düşüp diğerinin bin lira kıymetindeki tavuğu onu yutsa, incinin sâhibi ehven-i şerreyn olarak bin lira verip tavuğu satın alır. (Mecelle ve Ali Haydar Efendi)
 
EKBER-İ KEBÂİR:
En büyük günâh.
Ekber-i kebâir; bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek, adam öldürmek, anaya, babaya karşı gelmek, yalancı şâhidlik yapmaktır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Hanefî mezhebinde; namazı özürsüz kazâya bırakmak ekber-i kebâirdir. Bu çok büyük günâh, her namaz kılacak kadar boş zaman geçince, bir misli artmaktadır. Çünkü, namazı boş zamanlarda hemen kazâ etmek de farzdır. (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
 
ELEM:
Keder, dert, üzüntü, sıkıntı, acı.
Rabbini sevmekle şereflenenlere, sevgilinin (Allahü teâlânın) verdiği elemler, iyiliklerinden daha çok lezzet verir ve ferahlandırır. Bu makam rızâ makâmından da üstündür. Çünkü rızâ makâmında olan, sevgilinin yaptığı elemi çirkin görmez. Bu makamda elemden lezzet almak vardır. (İmâm-ı Rabbânî)
Dünyâ, elem ve meşakkat, âhiret ise, zevk ve lezzet yeridir. Dolayısıyla dünyâ ile âhiret birbirinin zıddıdır, tersidir. Birini sevindirmek ötekinin gücenmesine sebeb olur. Yâni birinde zevk aramak diğerinde elem çekmeye yol açar. (İmâm-ı Rabbânî)
Musîbetlere, elemlere sevâb olmaz. Bunlara sabr etmeğe sevâb verilir. Fakat elemlere sabr edilmese de günahların affına sebeb olurlar. (İmâm-ı Nevevî)
 
ELEST GÜNÜ:
Allahü teâlânın, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, kıyâmete kadar gelecek olan zürriyetini (çocuklarını) zerreler hâlinde onun belinden çıkarıp onlara; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim" diye hitâb buyurup, onların da; "Evet, sen Rabbimizsin" diye cevâb ve rdikleri gün, zaman.
 
ELFÂZ-I KÜFR:
Söylendiği zaman, îmânı gideren, müslümanlıktan çıkmaya sebeb olan sözler. (Bkz. Küfr)
 
ELHAMDÜLİLLAH:
"Hamd, şükür Allahü teâlâya mahsûstur, bütün nîmetler O'ndandır" mânâsına mübârek, kıymetli bir söz. Buna hamdele de denir.
Bir gün Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme sıcak bir yemek getirildi. Yedi ve yemekten sonra; "Elhamdülillah. Şu ve şu kadar zamandan beri karnıma sıcak bir yemek girmedi" buyurdu. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Mâce)
Elhamdülillah demek, şükürlerin başıdır. Allahü teâlâya şükretmeyen O'na hamd etmemiş (senâ etmemiş, O'nu övmemiş) olur. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Zikrin (Allahü teâlâyı anmanın) en üstünü, Elhamdülillah demektir. (Hadîs-i şerîf-Künûz-ül-Hakâyık)
Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardırelâmına cevap vermek, hastasını dolaşmak, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve aksırdığı zaman Elhamdülillah deyince, Yerhamükallah demek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Yemeğe ve içmeğe başlarken Besmele (Bismillâhirrahmânirrahîm) okumalıdır. Yimek-içmek sonunda Elhamdülillah demelidir. (Seyyid Alizâde)
 
ELHÂN:
Sesi mûsikî perdelerine uydurmak için, mânâ bozulacak şekilde, harfleri ve kelimeleri değiştirerek, sesi alçaltıp yükselterek, çeneyi oynatarak okumak. Lahn'in çokluk şeklidir.
Kur'ân-ı kerîmi, zikri, duâyı elhân ile okumak söz birliği ile haramdır. (Bezzâzî)
Elhân ile tecvîdi (Kur'ân-ı kerîmi şartlarına ve usûlüne uygun olarak okumayı) bozmak bid'at (dinde sonradan ortaya çıkan bir şey) olup, dinlenmesi de büyük günâhtır. (Abdülganî Nablüsî)
Elhân ile, tagannî ederek okuyan imâmın arkasında kılınan namazı iâde etmek lâzımdır. (İbrâhim Halebî)
Namaz vakitlerini bilmeyen, tegannî, elhân ederek okuyan kimse, ezân okumağa ehil değildir. Böyle kimseyi müezzin yapmak câiz değildir. (Bezzâzî)
 
ELLİ DÖRT FARZ:
İslâm âlimlerinin, müslümanların hâtırlarında tutmalarını kolaylaştırmak için, öncelikle bilmeleri îcâbeden pek çok farzdan, Allahü teâlânın emirlerinden derledikleri elli dört tânesi.
Elli dört farzdan bâzıları şunlardır: Allahü teâlâyı bir bilip, O'nu hiç unutmamak. Helâlinden yemek ve içmek. Her gün vakti gelince beş vakit namaz kılmak, onları kazâya bırakmamak. Hayz (âdet görme) hâli bitmiş ise ve cünüp ise gusl (boy abdesti) a lmak. Belâlara sabretmek yâni isyân etmemek. Allahü teâlâdan gelen her şeye râzı olmak. Günâhlardan tövbe etmek. Ölümü hak bilip, ona hazırlanmak. Babaya, anaya iyilik etmek. Farzları haramları öğrenmek. Malının zekâtını, mahsûlünün (tarladan gelen ürünün) uşrunu(zekâtını) vermek. Kibirli olmaktan sakınmak. Yok yere yemin etmemek. Zulümle kimsenin malını almamak. Şarab ve alkollü içkileri içmemek. Akrabâyı ziyâret etmek. Harama bakmamak. Kimseyi alaya almamak... (Kutbüddîn-i İznikî, Hasen-i Basrî)
 
ELSAĞ:
Sin harfini peltek se okuyan kimse.
Elsağ olan kimse, elsağ olmayana imâm olup cemâatle namaz kıldıramaz. Başka harfleri doğru okuyamayan da, doğru okuyanlara imâm olamaz. Harfleri doğru okuyan bir imâma uyarak cemâat ile kılması mümkün iken, yalnız kılarsa, harfi doğru okumadığı için namazı kabûl olmaz. Doğru olarak okuduğu bir âyet varsa, bunu veya böyle bir kaç âyet-i kerîmeyi ezberlemesi ve namazlarda, bunları okuması lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)
 
ELYESA' ALEYHİSSELÂM;
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. İlyâs aleyhisselâmdan sonra peygamber olarak gönderilmiş ve Mûsâ aleyhisselâmın dînini yaymakla vazîfelendirilmişti. İsmi Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiştir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Yâ Muhammed!) İsmâil'i, Elyesa'ı, Zülkifl'i de hâtırla (kavmine anlat). Bunlar, hayırlılardan idiler. (Sad sûresi:48)
Genç iken İlyâs aleyhisselâmın duâsıyla hastalıktan kurtulan Elyesa' aleyhisselâm, İlyâs aleyhisselâmdan Tevrât'ı öğrendi. Onun yanından ayrılmadı. İlyâs aleyhisselâmdan sonra, Allahü teâlâ tarafından peygamber olarak gönderildi. Azgınlık ve taşkınlı k yapan İsrâiloğullarını Allahü teâlânın dînine dâvet etti. İsrâiloğulları, ona inanmadıkları gibi, kendi aralarında büyük anlaşmazlıklara düştüler. Allahü teâlâ üzerlerine Âsûrluları gönderdi. İsrâiloğulları, Âsûrlulara esir olup, zelîl ve perişân b ir hayât sürdüler. Elyesa' aleyhisselâm vefâtına yakın, Zülkifl aleyhisselâmı yanına çağırıp, kendinden sonra onu yerine halîfe tâyin etti. (Taberî-Sa'lebî, Kisâî)
 
EMÂN:
Korkusuzluk, emniyet, güven.
1. Bir kimseye veya düşmana; söz, işâret veya yazı ile, mal ve can güvenliğinin emniyet (güven) altında olduğunu bildirme.
İlticâ edenlere emân vermekte bütün müslümanlar eşittir. Halktan herhangi biri de bu hakka sâhiptir. O hâlde kim bir müslümanın ahdini (verdiği sözü) bozarsa, ona ihânet ederse, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Kıyâmet gününde Allah onun ne farz, ne nâfile ibâdetlerini, ne de tövbesini kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
2. Müslüman olmayan bir kimsenin İslâm memleketine girmesi için kendisine verilen müsâade, izin.
Müslümanlardan aldığı emânla, dâr-ül-İslâm'a (İslâm memleketine) gelen kâfir (müslüman olmayan) bir kimse, burada yaşamakta olan zımmî (gayr-i müslim vatandaş) gibi korkusuz yaşar. Onun haklarına sâhip olur. (Serahsî)
 
EMÂNÂT-I MUKADDESE:
İslâm dîni ve târihi bakımından büyük önem taşıyan, Peygamber efendimize ve diğer din büyüklerine âit bâzı mübârek şahsî eşyâ ve hâtıralar. Mukaddes emânetler. Bunlar: Hırka-i Saâdet, Seyf-i Nebevî, Nâme-i Saâdet, Mühr-i Seâdet, Dendân-ı Seâdet, Lıhy e-i Seâdet, Nakş-ı Kadem-i şerîf, Sancak-ı şerîf, Teyemmüm taşı.
Emânât-ı mukaddesenin Osmanlı Devletine intikâli, geçişi Yavuz Sultan Selîm Hanın 1517 târihinde Mısır'ı fethedip halîfe ünvânını aldığı sırada oldu. Mısır'dan getirilen ve Sûriye, Filistin, İran'dan toplanan diğer emânetler ve teberrükât eşyâsı da T opkapı Sarayında önce iç hazîneye kondu. Sonra Hasodaya alındı. Hırka-i Saâdet dâiresi kurulunca, bunların saklanması ve bakımları özel usûle bağlandı. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
Yavuz Sultan Selîm Han, Emânât-ı mukaddesenin muhâfazasını kırklar diye bilinen Hasodalılara vermişti. Kırk kişiden meydana gelen Hasodalılar, Hırka-i Seâdet dâiresinde nöbet tutar, burada devamlı Kur'ân-ı kerîm okurlardı. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)
 
EMÂNET:
1. Emîn, güvenilir olmak. Peygamberlerde bulunması lâzım olan yedi sıfattan biri.
Peygamberler emîndirler. Bir kimsenin malına ve canına hıyânet etmekten uzaktırlar. Aslâ emânete hıyânet etmezler. Peygamber olmadan önce de böyledirler. Sevgili Peygamberimiz, kendisine peygamberlik bildirilmeden önce de, Muhammed-ül-emîn lakabı ile tanınıyordu. Allahü teâlâ, peygamberleri, hatâ ve günâhtan emin kılmıştır. (İmâm-ı Kastalânî)
2. Fıkıh ilminde, güvenilen kimseye bırakılan mal.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Emânetlerine ve verdikleri söze riâyet edenler, namazlarına devâm edenler, işte onlar Firdevs Cennet'ine vâris olacaklar ve orada ebedî olarak kalacaklardır. (Mü'minûn sûresi: 8)
Münâfıkın üç alâmeti vardır: Yalan söyler, emânete hıyânet eder ve sözünde durmaz. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allah yolunda savaşmak bütün günahları affettirir. Fakat emânete hıyâneti affettirmez. Emânete hıyânet eden kul, Allah yolunda ölse bile, kıyâmet günü yakalanır; "Emâneti sâhibine ver" denir. O da bunu yerine getiremeyeceği için Cehennem'in derinlikl erine atılır. (İbn-i Mes'ûd)
 
EMEL:
Arzû, hırs, tamah. (Bkz. Tûl-i Emel) Çalış ibâdet et bırak emeli, Son nefese kadar bırakma ameli.
(Abdülehad Serhendî)
 
EMÎN:
1. Kendisine güvenilen.
Şerrinden ve zarârından emîn olunmayan kimsenin, dîni, namazları, zekâtları kendisine fayda vermez. (Hadîs-i şerîf-Miftâh-ul-Cenne)
Âlimler devlet adamlarına karışmadıkça ve dünyâlık peşinde olmadıkça, peygamberlerin emînleridir. Dünyâlık toplamaya başlayınca hükûmet adamlarının arasına karışınca, bu emânete hıyânet etmiş olurlar. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
2. Peygamber efendimizin lakabı. Peygamber olduğu bildirilmeden önce de, Kureyş kabîlesi Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem çok güvenir, inanır ve; "Muhammed-ül-emîn" derlerdi.
Allahü teâlâya yemîn ederim ki, muhakkak ben gökte de emînim, yerde de. (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn)
Resûl-i ekrem, hayra dâvet eden bir emîn idi. (Hazret-i Ebû Bekr)
3. Vücuttaki bütün âzâlarını İslâmiyete uygun şekilde ve uygun yerlerde kullanan.
Vücuttaki bütün âzâlar emânettir. Bu emânetleri uygunsuz yerlerde kullanan, emîn değildir. Allahü teâlâya isyân ve hıyânet etmiş olur. (Süleymân bin Cezâ)
 
Geri
Üst