Türk ve Dünya edebiyatının önemli şiirleri

ANLATAMIYORUM
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.

Orhan Veli Kanık
 
ostlarım neşemi
Kalmadı hayatta kibrim, azametim
Oydu vehmettiren dahiliğimi

"Hakikat budur" dedikleri zaman
Karşımda sahiden bir dost zannettim
Hakikati anlayıp duyduğum an
Çoktandır galip gelmişti nefretim

Ama işte hakikat ebedidir
Yaşarsa bir kimse ondan bihaber
Alemde ömrünce gafil kişidir

Tanrı soruyor, cevap vermek ister
İyi ki ağlamışım ara sıra
Elimde kalan servet bu, dünyada

ALFRED de MUSSET
Çeviri: Orhan Veli Kanık
 
DÜNYADAN UZAK

Sızlıyorsa yüreğin dünya gailesinden
Yaralı kartalleyin dönüp duran yerlerde
Tutsak kanatlarında taşıyarak benleyin
Yazılı bir dünya, soğuk ezici hem de

Eğer ancak kanadıkça yaran atıyorsa
Aşkının ışıtmaz olduğunu görüyorsa
O biricik yıldızının o yitik ufkunu
Bu tutsak ruhum gibi senin de ruhun sonra

Usanıp o kulluktan, kara, acı, ekmekten
Tutup o kürekleri bırakmışsa bir yana
Eğilmiş ağlıyorsa sulara bakaraktan
Arayarak uzak bir yol sonsuz dalgalarda

Ve korkuyla omuzunda birden farkedip sonra
O damgayı hani o demirle vurmuşlar
Titriyorsa vücudun giz tutkularla eğer
Üzülüyorsa o kötü kem bakışlardan

Ulu yalnızlıklarda bulmak salt bir yer
Gizlemek güzelliğini tüm o hayasızlardan
Kuruyosa dudağın zehiriyle yılanların
Kızarıyorsa eğer alnın geçerken düşlerinden

Gözü sendeki o pis o hayasız yabancının
Yürü git korkusuzca, şehirleri ko git
Uzat tut ayaklarını o tozlu yolladan
İşte uzak kentler, bizim gözümüzle bak git

Yazılı kayaları gibi tutsak insanlığın
Geniş barınaklardır o tarlalar, ormanlar
Karanlık adalarla çevrili deniz gibi hür
Yürü elinde çiçekler tarlalar arasından

ALFRED de VIGNY
Çeviri: İlhan Berk
 
ŞİİR

Yaşıyordum
kendimi bildim bileli oradaydım
yiyip bitirdim mi
hayır
ama karnım acıkınca vücudumla şöyle bir geri çekildim ve
kendi kendimi yemedim artık
ama bütün bu düzen baktım bozuluverdi
tuhaf bir şey oldu
hasta değildim
iyileşecektim elbet
vücudumu hep geri çekerek
ama vücudum bana hıyanet etti
daha pek tanımıyordu beni
yemek demek geride bulunması gerekeni öne sürmek demektir

ANTONIN ARTAUD
Çeviri: İlhan Berk
 
SESLİLER

A kara, E ak, I al, U yeşil, O mavi, sesliler
Diyeceğim bir gün gizli doğumlarınızı da
Karanlık koylara, kara sineklere benzer A
O amansız pis kokular üstünde fır dönerler

Kır çiçeği, buhar, çadır beyazlığında E'ler
Benzer dik buzulların mızrağına, ak krallara
Kızıla I, gülüşüne o canım dudakların, kana
Hani hoş pişmanlıklar içinde hani öfkeler

Çevreler U, yeşil denizlerin çalkantısı
Duruluğu onca otlakların, kırışıkların
Bastığı simyanın geniş alınlara damgasını

Kutsal borazan O, yaban çığlıklar, gürültüler
Meleklerden, acunlardan geçmiş sessizlikler
- Sen ey OMEGA, O mor ışığı gözlerinin!

ARTHUR RIMBAUD
Çeviri: İlhan Berk
 
HANNA CASH’IN TÜRKÜSÜ

1.
Entarisi pazen, atkısı sarı,
gözleri göller gibi kara,
ne parası pulu var, ne yapacak işi,
ama öyle uzun ki siyah saçları,
değer uçları kirli topuklara.

İşte Hanna Cash, yavrum,
Ayartıp soyardı beyleri.
Geldi esen rüzgarla bozkırdan,
gitti gene esen rüzgarla.
2.
Ne iskarpini vardı, ne gömleği.
Bilmezdi dua etmesini bile.
Gelmişti koca kente bir kedi gibi.
Odunlarla leşler arasında
bozbulanık kanal boyu
minicik bir kül kedisi
dolaşır durur ya hani.

Nasıl yıkardı bardakları durmadan, görseniz,
Yıkayamazdı kendini bu yüzden.
Öyleyken Hanna Cash, yavrum,
gene de sayılırdı tertemiz.

3.
Düştü bir gece bir gemici barına,
derin ve karaydı gözleri göller gibi.
Serseri Kent’e rastladı orada,
saçları vardı Kent'in kapkara,
barda bıçak oyuncusuydu.
Aldı Hanna’yı yanında ***ürdü.

Kırparken gözlerini o Kent serserisi,
o yontulmuş, o allahın belası,
Hanna Cash duyuyordu, yavrum,
bakışlarıyla soyduğunu kendisini.

4.
Yürüdüler hayat yolunda el ele,
öğrendiler hanyayı konyayı.
Ne ev bark, ne kap kacak,
ne de ad, çocuklarına bırakacak.

Kar yağdı, yağmur yağdı.
Boğuldu sulara orman.
Ama Hanna Cash, yavrum,
ayrılmadı erkeğinden.

5.
Polis dedi: Bu adam yankesici.
Sütçü dedi: Hem de topal.
Hanna dedi: Bundan ne çıkar?
Erkeğim benim o.
Benim canım onu çeker.

Orda burda gezer dururdu erkeği.
Sonra gelir çekerdi Hanna’ya sopayı.
Ama Hanna boşverirdi bunlara.
Seviyordu ya kocasını canı gibi.

6.
Damları yoktu başlarını sokacak.
Herkes onlara düşmandı sanki,
Gene de yuvarlanıp gittiler iyi kötü.
Şehirlerden ormanlara yıllar boyu,
ormanlardan kırlara gittiler.

Yürüdüler, ne kar dediler ne tipi,
kesilinceye dek solukları.
Hanna Cash, yavrum,
izledi sevgili erkeğini.

7.
Üstleri başları dökülürdü.
Ve yoktu gezmeleri tozmaları pazar günleri.
Bir pastaneye giremediler üçü bir arada.
Ne yiyecek poğaçaları vardı,
Ne de armonikaları.

Benzerdi günler birbirine.
Hiç güneş yoktu havada.
Ama parlardı güneşler durmadan
Hanna Cash’ın yüzünde.

Erkeği balık çalar, o tuz çalar,
n’eylersin, "yaşamak çok zor".
Hanna bakar balıkları pişirirken:
Çocuklar oturmuşlar kocasının dizlerine,
Okurlar dua kitabını ezberden.

Dere tepe elli yıl bu,
uyudular hepsi bir yatakta.
İşte Hanna Cash’ın hikayesi, yavrum.
Tanrı elbet bir gün görür onu.

BERTOLT BRECHT
Çeviri: A. Kadir-Asım Bezirci
 
KARDEŞİM BİR PİLOTTU

Bir pilottu kardeşim
Güzel bir günde emri geldi
Hazır etti çantasını
güneye doğru koyuldu yola

Bir fatihti kardeşim
Yerimiz yoktu yaşamaya
Topraklar ele geçirmekti
öteden beri hayalimiz

Kardeşimin fethettiği yer şimdi
Guadarama dağlarında
Boyu tam bir seksen
derinliği bir elli

BERTOLT BRECHT
Çeviri: A. Kadir-Asım Bezirci
 
AĞUSTOS

Tam söz verdiği üzre
İlk sabah güneşi perdeler arasından içeri girdi
Ve safran renginde, meyilli bir çizgi
Sedire ulaşıverdi.

Güneşin sıcak cilası
Kapladı yakın ormanı, köy evlerini
Yatağımı, ıslak yastığımı
Ve kitaplarımın arkasındaki duvarı.

Yastığımın niçin ıslak olduğunu hatırlarım
Geleceğinizi görmüştüm düşümde
Birbiri ardısıra, ormanın içinden
Beni uğurlamaya.

Dağınık bir kalabalığın içinden yürüyordunuz
Sonra biriniz hatırlamıştı
Eski takvime göre
Bugün Ağustos’un altısı, Tecelli Yortusu’ydu.

Her zaman böyle bir gün Tabor dağından
Alevsiz bir ışık gelir
Ve sonbahar, bir levha gibi temiz
Tüm bakışlar ona yönelir.

Yürümüştünüz, küçük, dilenci çıplaklığında
Titreyen kızılağaç korusu içinden
Mezarlığın zencefil kızılı çalılığına
Ballı bir petek gibi parlayıp birden.

Gökyüzü ulu komşusuydu
Susmuş ağaç doruklarının
Ve uzaklık çağırıyordu uzaklıkları
Çoktan uyuklamış ötüşlerinde horozların.

Ağaçların arasında, kilise avlusunda
Mezbaha memuru gibi durmuştu ölüm
Ve bakmıştı solgun donuk yüzüme
Ölçmek için mezarım, büyüklüğüm.

Hepiniz işitebiliyordunuz net
Yakınınızdaki bitkin sesi
Benim yiten sesimdi o, peygamberane
Yok olmanın henüz el değmediği.

"Elveda gök mavisi ve altını
Tecelli Yortusu’nun
Bir kadının son okşayışlarıyla yumuşak
Ölüm saatimin acılığı.

Elveda süresiz yıllar
Ve alçalış uçurumlarına
Meydan okuyan kadın
Ben alanıydım savaşınızın.

Elveda gerilmiş kanatların köprüsü
Özgür inatçılığı uçuşun
Şekli dilde açıklanan dünya
Yaratıcılık, mucizelerin çalışma gücü."

BORIS PASTERNAK
Çeviren: Osman Türkay
 
GECE

Ama rüzgarlı gece, berrak gece
belleğin belli belirsiz anımsadığı, uzaktır
bir anıdır. Yitmiş şaşkın bir sakinlik
o da yapraklardan ve hiçlikten oluşmuş. Hiçbir şey
kalmıyor
anıların ötesindeki o zamandan, belli belirsiz
bir anımsama dışında

Kimi zaman geri dönüyor güne
yaz gününün kıpırtısız ışığına
o uzak şaşkınlık

Boş pencereden
çocuk diri ve koyu tepelerdeki geceye bakardı
ve şaşırırdı tepeleri üst üste yığılmış görmekten
belirsiz ve berrak devinimsizlik. Karanlıkta hışırdayan
yapraklar arasında, tepeler belirdi
orada güne ait her şey, kıyılar
ve ağaçlar ve üzümbağları apaçık ölüydü
ve yaşam bir başka yaşamdı, rüzgardan, gökyüzünden
yapraklardan ve hiçlikten

Kimi zaman geri dönüyor
günün kıpırtısız sakinliğinde anısı
o yoğun yaşamın, şaşın ışıkta

CESARE PAVESE
Çeviri: Kemal Atakay
 
ANNE OLMAK
GECE ZEVKLERİ

Biz de duruyoruz geceyi duymak için
rüzgarın en çıplak olduğu anda, yollarda
rüzgarın soğuğu, her koku sönmüş
burun deliklerimiz pırıltılı ışıklara kalkıyor

Hepimizin karanlıkta bizi bekleyen bir evi var
döndüğümüz, bir kadın karanlıkta bizi bekliyor
uykuya dalmış, odada kokuların sıcaklığı.
Rüzgarla ilgili hiçbir şey bilmiyor uyuyan
soluk alan kadın, bedeninin sıcaklığı
bizde fısıldayan kanla aynı.

Karanlıkta açılmış yolların dibinden
ulaşan rüzgar bizi yakıyor, pırıltılı
ışıklarla gerilmiş burun deliklerimiz
çıplak yüz yüze geliyor. Her koku bir anı
Uzaktan karanlık çıkageldi şehirde çırpınan
bu rüzgar, orada çayırlarla tepelerde
güneşin ısıttığı bir otun
nemlerle kararmış bir toprağın bulunduğu. Anımız
keskin bir koku, kışa
diplerin kokusunu yayan deşilmiş toprağın
küçük tatlılığı. Sönmüş her koku
karanlık boyunca ve şehirde bize rüzgar erişiyor yalnızca

Bu gece uyuyan kadına döneceğiz
donmuş parmaklarla bedenini aramaya
ve bir ısı kanımızı sarsacak, nemlerden kararmış
bir toprağın ısısı, bir yaşam soluğu.
O da güneşte ısınmış ve keşfediyor
çıplaklığında en tatlı yaşamını
sabahları yok olan ve onda toprağı tadı var.

CESARE PAVESE
Çeviri: Kemal Atakay
 
TO C. FROM C.

Sen
alacalı gülümseyiş
donmuş karlar üzerinde -
Mart rüzgarı
karda uç veren
dalların dansı
inleyerek ve ışıltarak
küçük "oh"larını -
ak bacaklı geyik
zarif
keşke
bilseydim yine
her gününün
akıp giden zarifliğini
her davranışının
köpüksü ağını -
yarın donmuş
aşağıdaki ovada -
sen, alacalı gülümseyiş
sen, ışıltılı gülüş

CESARE PAVESE
Çeviri: Kemal Atakay
 
BALKON

Hatıralar annesi, sevgililer sultanı
Ey beni şad eden yâr, ey tapındığım kadın
Ocak başında seviştiğimiz o zamanı
O canım akşamları elbette hatırlarsın
Hatıralar annesi, sevgililer sultanı

O akşamlar kömür aleviyle aydınlanan
Ya pembe buğulu akşamlar, balkonda geçen
Başım göğsünde, ne severdin beni o zaman
Ne söyledikse çoğu ölmeyecek şeylerden
O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan

Ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları
Kainat ne derindir, kalp ne kudretle çarpar
Üstüne eğilirken ey aşkımın pınarı
Sanırdım ciğerimde kanının kokusu var
Ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları

Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece
Seçerdim o karanlıkta göz bebeklerini
Mest olur, mahvolurdum nefesini içtikçe
Bulmuştu ayakların elerimde yerini
Kalınlaşan bi duvardı aramızda gece

Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak
Yeniden yaşadığım, dizlerinin dibinde
O mestinaz güzelliğini boştur aramak
Sevgili vücudundan, kalbinden başka yerde
Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak

O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler
Dipsiz bir uçurumdan tekrar doğacak mıdır
Nasıl yükselirse göğe taptaze güneşler
Güneşler ki en derin denizlerde yıkanır
O yeminler, o kokular, sonu gelmez öpüşler

CHARLES BAUDELAIRE
Çeviri: Cahit Sıtkı Tarancı
 
ÇOKLUKTA BİRLİK

Bir tapınaktır doğa, sütunları canlı
Anlaşılmaz sözler duyulur zaman zaman
Sembol ormanları içinden geçer insan
Tanıdık bakışlar süzer gibidir sizi

Bir derin, bir karanlık birlik içinde
Aydınlık kadar sonsuz, gece kadar geniş
Uzaktan söyleşen uzun yankılar gibi
Renkler, sesler, kokular karışır birbirine

Kokular vardır çocuk tenlerinden taze
Obua sesinden tatlı, çayır gibi yeşil
Kokular da vardır azgın, zengin, gürül gürül

İnsana sonsuz şeylerin tadını veren
Misk, amber, aselbent, buhur gibi kokular
Duyuları, düşünceyi alıp ***üren

CHARLES BAUDELAIRE
Çeviri: Sabahattin Eyuboğlu
 
ALIP GÖTÜREN KOKU

Gözlerim kapalı, bir sonbahar akşamında
Sıcak göğsünün kokusunu içime çeker
Dalarım, gözlerimden mesut kıyılar geçer
Hep aynı günün ateşi vurur sularına

Sonra birden görünür, baygın, tembel bir ada
Garip ağaçlar, hoş meyveler verir tabiat
Erkeklerin biçimli vücutlarında sıhhat
Ve bir safiyet kadınların bakışlarında

O güzel iklimlere sürükler beni kokun
Bir liman görürüm, yelkenle, direkle dolu
Tekneler, son seferin meşakkatiyle yorgun

Burnuma kadar gelen hava kokular taşır
Yemyeşil demirhidilerden gelen bu koku
İçimde gemici şarkılarına karışır

CHARLES BAUDELAIRE
Çeviri: Orhan Veli Kanık
 
AŞIKLARIN ÖLÜMÜ

Yatağımız olacak, hafif kokuyla dolu
Divanımız olacak, bir mezar gibi derin
Bizim için açılmış, en güzel iklimlerin
O garip çiçekleri süsleyecek konsolu

Son sıcaklıklarını sarfederek hovarda
Birer ulu meşale olacak kalplerimiz
Çifte ışıklarından gidip gelecek bir iz
İkimizin ruhunda, o ikiz aynalarda

Pembe, lahuti, mavi bir akşam saatinde
Vedalar dolu uzun bir hıçkırık halinde
Yanacak aramızda bir tek şimşeğin feri

Nihayet kapıları biraz aralayarak
Sadık ve şen bir melek gelip uyandıracak
Buğulu aynaları ve ölmüş alevleri

CHARLES BAUDELAIRE
Çeviri: Sabri Esat Siyavuşgil
 
DÜŞMAN

Tükendi gençliğim karanlıklarda
Çılgın fırtınalarda ve yağmurlarda;
Güneş bazan açtı, kapandı derhal
Bahtımın yazgısı karanlıklarda;
Öyle harap ettiler ki gönül bahçemi
Dallar hep kırıldı, yapraklar yerde
Kuytularda birkaç meyvesi kaldı...

İşte ulaştım güz aylarına
Fikirler sararmış yapraklar gibi;
Kullanmalı artık her bir aleti
Küreği, tırmığı ve ötekileri
Düzeltip onarmak için yeniden
Bahçemdeki bütün harap yerleri
Suların basıp da oyup açtığı
Kocaman çukurları mezarlar gibi...

Hayal ettiğim yeni çiçekler
Acaba bulurlar mı kimbilir
Ardıç kuşlarının bulduğu gibi
Güç alabilecekleri her bir gıdayı
Gizemli gıdayı, özlü gıdayı
Bu sulak topraklarda.
Bu hoş havada.

Ey acı! Ey acı!
Yiyip bitiriyor hayatı zaman
Ve yüreğimizi kemiren düşman
Bu anlaşılmaz, bu garip düşman
Büyüyüp güçleniyor kanlarımızla
Durmadan kaybettiğimiz kanlarımızla.

CHARLES BAUDELAIRE
Çeviri: Şevket Seydialioğlu
 
ANNABELL LEE

Senelerce senelerce evveldi
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annabell Lee
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekten başka beni

O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabell Lee
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırlardı bizi

Bir gün işte bu yüzden göze geldi
O deniz ülkesinde
Üşüdü rüzgarından bir bulutun
Güzelim Annabell Lee
***ürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni

Mezarı ordadır şimdi
O deniz ülkesinde
Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskandı bizi -
Evet - Bu yüzden (şahidimdir herkes
Ve o deniz ülkesi)
Bir gece bulutunun rüzgarından
Üşüdü gitti Annabell Lee

Sevdadan yana, kim olursa olsun
Yaşça başça ileri
Geçemezdi ki bizi
Ne yedi kat göklerdeki melekler
Ne deniz dibi cinleri
Hiçbiri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabell Lee

Ay gelip ışır, hayalin erişir
Güzelim Annabell Lee
Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
Güzelim Annabell Lee
Orda gecelerim, uzanır beklerim
Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
O azgın sahildeki
Yattığın yerde seni

EDGAR ALLAN POE
Çeviri: Melih Cevdet Anday
 
LİMAN KIRINTILARI

Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Yalan söyledim
yırtık blucinli tayfalara
Seni sevmediğimi söyledim.
Oysa rıhtımlar
en şarkılı dalgalarla yıkanıyordu
Midye kabuklarında sakladım gözyaşlarımı;
Hastaydım
kırık kötümser bir öksürük yapışmıştı boğazıma
Seni unutmak gerekiyordu...

Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
İskele fenerlerinin altında oturup
seni bekledim sevgilim
Ellerim ıslaktı, gözlerim ıslaktı.
Gelip caydırabilirdin beni gitmekten
Oturup sigara içer, anlaşabilirdik...
Sana tapacağım yalan değildi
benim olursan
Seni seviyordum, seni istiyordum...
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Filler gibi içtim liman meyhanelerinde;
seni unutmak için içtim...
Senin sokağında geceler yıldızsızdı
senin sokağında gece yağmur yağıyordu
Ben zayıftım, çabuk ıslanıyordum
Bana sevmek yaramıyordu,
ben sevilemiyordum...
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Sana bırakacağım bu kentin
üç semtinde üç damla gözyaşı döktüm
Birincisi seni ilk gördüğüm yerdi
ikincisi seni ilk öptüğüm yerdi
Üçüncüsü... söylemeye dilim varmıyor,
üçüncüsü bana git dediğin yerdi
İşte bu mısraları orda karalıyorum;
işte demir aldı şilebimiz
Gidiyor, gidiyor, gidiyorum...

EDGAR ALLAN POE
 
ABU SALAM

-Bir İmparatorluk Övgüsü-

Bu öyle bir şiirdir ki, Kral Beşinci George,
beni Buckhingham Sarayı’nın avlusundaki fıskiyeye
zincire vursaydı ve istediğim yemeklerle, kadınları
bana ihsan buyurmuş olsaydı, ancak yazardım.

- Zincire vurulan kardeşim Bongo Bongo’ya -

Büyüktür Kral Beşinci George
Beni kıskıvrak bağlayıp bu fıskiyeye zincire vurmuştur;
Beni sığır kemikleri ve şarapla beslemiştir.
Büyüktür Kral Beşinci George
Sarayı mermer gibi aktır
Sarayının doksansekiz penceresi vardır
Sarayı üç bölüme ayrılmış mikap gibidir
Ejderhayı öldüren ve erden Andromeda’yı kurtaran o’dur.
Büyüktür Kral Beşinci George;
Çünkü ordusu da lejyondu,
Ordusunda bin kırksekiz asker vardır
Kırmızı üniforma giyinir, askerleri
Onların hem tuğla kadar kırmızı yürekleri var.
Büyüktür İngiltere Kralı ve çok da korkunçtur
Çünkü beni bu fıskiyeye prangaya vurmuştur
Bana içki ve kadınlarımı göndermektedir.
Büyüktür Kral Beşinci George
Ve bu fıskiye çok kellifellidir.
Deniz aygırlarına binmiş genç tanrılarla süslüdür o
Ve suyu da ipek gibi aktır.
Büyüktür ve yüksektir bu fıskiye
Ve üzerine kurulmuş olan da ölen kraliçe Viktorya’dır
Ulu Kralın annesi, kuşaklı etekler giyinmiş
Karnındaki çocukla ağırlaşan gebe bir kadın gibi.

Ya-ya-ya şa-şa-şa
Çok yaşa sen Kral!
Bin yaşa sen Kral!
Çünkü genç Prens sersem ve dik başlıdır
Beni çırpılarla döver.
Alaylı sözlerle iğneler.
Ve yarın tahta çıktığında
Elbette bu fıskiyeye bir başkasını zincire vuracak
Ve işte o zaman
Benim adım sanım sona erecek.

EZRA POUND
Çeviren: Osman Türkay
 
FANTAZYA

Bir hava bilirim dünyalara değişmem
Bütün Rossini, Mozart, Weber sizin olsun
Çok eski bir hava, ağı, hazin, muhteşem
Yalnız ben duyarım onda ne varsa füsun

Ne zaman o havayı dinleyecek olsam
Ruhum gençleşiverir beden iki asır
On üçüncü Louis devridir vakit akşam
Batan günle sararmış bir yamaç uzanır

Camları kızıla çalan renklerle yanar
Tuğlalardan bir şato, köşeleri taştan
Etrafı çepeçevre bağlar, bahçeler, parklar
Bir dere akıyor çiçekler arasından

Kömür gözlü bir kumral en üst pencerede
Eskidir geçmiş zaman esvapları eski
Görmüşlüğüm var bu kadını! Ama nerde
Hatırlıyorum, başka bir hayatta belki

GERARD de NERVAL
Çeviri: Cahit Sıtkı Tarancı
 
Geri
Üst