Dini Hikayeler ve kıssalar...Ağlanacak Şey...

Annenin Gözüyle...

Kızına sürekli ``Badem gözlüm,nur yüzlüm`` derdi anneciği.Halbuki kızın gözleri şaşı,yüzü ise sivilcelerle donanmıştı.Ama annesine göre O Pamuk Prenses`ten katlarca daha güzeldi.Kız küçükken annesinin dediklerine inanır,kendini güzeller güzeli sanırdı.Ama artık büyümüştü.İnanmıyordu annesinin bu sözlerine.Aynaya baktıkça annesinin ona yalan söylediğini daha iyi anlıyor,bu nedenle annesine karşı kötü duygular besliyordu.
Doktorların annesiyle konuştuklarını dinlemişti.``Bir kaç ay içinde gözlerinin artık şaşılıkla da kalmayacağını,kör olacağını`` söylüyorlardı.Kız bunu duydukça çılgına dönüyordu.Artık gözleri kapanmıştı.Dünyanın eşsiz güzelliklerini artık göremiyordu.Kalbiyle hissetmek zorundaydı.Doktorlar onu ameliyat ederlerse çok az bir ihtimal de olsa düzelebileceğini söylediler.Kız en ufak ihtimalleri bile değerlendirmeye çalışıyordu,gözleri için.Bu nedenle ameliyatı kabul etti.Ameliyat epeyce uzun sürmüştü.Kız ameliyathaneden çıktı.Görebiliyordu.Ve aynaya baktı.İnanamıyordu.Adeta büyülenmişti.Çünkü aynaya baktığında yüzünü çok güzel görüyordu.Doktorlara:``yoksa estetik ameliyatıda mı yaptınız?``diye sordu.Doktorlar susup kaldılar.Bir kaç dakika sonra sessizliği bozarak cevap verdi.``Hayır yavrum.Annen bana lazım değil,benim gözlerimle bakarak ne kadar güzel olduğunu görsün diye sana gözlerini verdi!``.
..
 
süleyman peygamber, uçan halısının üstüne binmiş.
başlamış ülkesinin üzerinde gezinmeye..

dalmış o güzelliklere, büyülenmiş.
ne güzel şeylere sahibim diye geçirmiş içinden
halı başlamış eğilmeye

halının eğilmeye başladığını gören süleyman a.s "halı doğrul" demiş..
halı biraz daha eğilmiş

"halı doğrul, ben cihan sultanı sultan süleyman" demiş
halı biraz daha eğilmiş

"halı doğrul, ben peygamber süleyman " demiş
halı biraz daha eğilmiş

süleyman peygamber düştü düşecek
"halı ne yapıyorsun, doğrul diyorum sana"

halı cevap vermiş:
"asıl sen doğrul süleyman. bunların hepsi Allahı!ın. hiçbirşeyi kendinden bilme"

gücü, saltanatı, varlığı kendinden bilmediğin sürece, hiçbirşey senin gözünü büyüleyemez. olur ki büyülerse, halıyı değil, kendini doğrult!...
 
Bir gün Süleyman Peygamber (a.s) bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar.
Karınca da,
"Bir buğday tanesi yerim" diye cevap verir.

Cevabın doğru olup olmadığını kontrol etmek isteyen Süleyman Peygamber (a.s) karıncayı bir şişeye koyar. Yanına da bir buğday tanesi koyarak hava alacak şekilde şişeyi kapatır. Ondan sonra da bir yıl bekler. Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır. Kendi kendine meraklanır. Acaba neden yemedi?

Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s) karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar.
Karınca da,
"Daha önce benim yiyeceğimi yüce Allah (c.c) verirdi. Ben de O'na güvenerek bir buğday tanesini tamam olarak yerdim. Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi. Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye sana pek güvenemedim. Belki beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin. O yüzden de bir yıllık yiyeceğimin yarısını yiyerek, diğer yarısını da ertesi yıla bıraktım" diye cevap verdi.

Yüce Allah (c.c) cümlemizi kul kapısına baktırmaktan korusun, amin...Bir gün Süleyman Peygamber (a.s) bir karıncaya bir yıllık yiyeceğinin miktarını sorar.
Karınca da,
"Bir buğday tanesi yerim" diye cevap verir.

Cevabın doğru olup olmadığını kontrol etmek isteyen Süleyman Peygamber (a.s) karıncayı bir şişeye koyar. Yanına da bir buğday tanesi koyarak hava alacak şekilde şişeyi kapatır. Ondan sonra da bir yıl bekler. Müddeti dolunca şişeyi açtığında bir de bakar ki karınca buğday tanesinin yarısını yemiş, yarısını da bırakmıştır. Kendi kendine meraklanır. Acaba neden yemedi?

Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s) karıncaya buğday tanesini tamamen neden yemediğini sorar.
Karınca da,
"Daha önce benim yiyeceğimi yüce Allah (c.c) verirdi. Ben de O'na güvenerek bir buğday tanesini tamam olarak yerdim. Çünkü O beni asla unutmaz ve ihmal etmezdi. Fakat bu işi sen üzerine alınca doğrusu nihayet bu aciz bir insandır diye sana pek güvenemedim. Belki beni unutup yiyeceğimi ihmal edebilirsin. O yüzden de bir yıllık yiyeceğimin yarısını yiyerek, diğer yarısını da ertesi yıla bıraktım" diye cevap verdi.

Yüce Allah (c.c) cümlemizi kul kapısına baktırmaktan korusun, amin...
 
BİR ADAM dört fakire bir miktar para verdi ve: "Gidin canınız ne istiyorsa onu bununla alın!" dedi. O dört kişiden biri Acem ırkındandi: "Biz bu parayla ´engür´ alalım" dedi. Bir diğeri Arap´tı ve:
"Ben engür filan istemem ben ´ineb´ isterim" diye tutturdu. Üçüncüsü ise Türk idi ve: "Ben ne engür ne ineb istemiyorum! Ben ´üzüm´ istiyorum" dedi. Bu dört kişinin sonuncusu ise bir Rum´du ve o da: "Bırakın bu lâfları! Gidelim bu parayla ´istafıl´ alalım" dedi.
Derken bu dört kişi birbirleriyle çekişmeye tartışmaya başladılar. Kavgaya tutuşup, yumruklaştılar. Nihayet, türlü diller bilen akıllı bir adam, bu kavgayı görerek geldi. Onları durdurup ayırdı. Sonra her birini tek tek dinledi. Ellerindeki parayı alıp, onlara üzüm aldı ve "Hepinizin istediği bu değil miydi?" diye sordu.
"Evet öyledir dediler."
Evet öyleydi.. Ancak cahilliklerinden bunu farkedemiyorlardı.
Yazık ki; asırlardır Türk, Rum ve Arab´ın kavgasından engür ve ineb şüphesi çözülemedi. Mânâ dillerini bilen bir Süleyman gelmedikçe, bu ikilik ortadan kalkmaz.
 
Kırk Gün Bekleyen İmam

Çocuğun birisi, bal hastası imiş... Yatar kalkar, gezer dolaşır, bal istermiş hep... Ana-baba, çocuklarının bu bal tutkusunu önleyebilmek için her çareye başvurmuş... Hekimlere gitmişler, tedbirler uygulamışlar, ama nafile!.. Çocuk, bal diye tutturuyormuş. En sonunda, İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretleri ni tavsiye etmişler...

- Bir de O na gidin!

Gitmişler...

İmam-ı Âzam; çocuğu almış karşısına, dönmüş ana-babasına;

- 40 gün sonra gelin demiş.

Anne-baba bir anlam veremese de, çaresiz geri dönmüş. 40 gün geçtikten sonra ise, tekrar varmışlar İmam-ı Âzam Hazretlerinin huzuruna. İmam-ı Âzam, şöyle bir bakmış çocuğa... Sonra, iki eliyle yanaklarını okşayıp, şöyle demiş çocuğa:

- Bundan sonra bal yeme evlâdım!

O kadar!..

Anne-baba yine şaşkın... Öyle ya, 40 gün boyunca bunun için mi beklediler.. İmam-ı Âzam, bu sözü söylemek için 40 gün niye bekledi?.. Bunu düşüne düşüne dönmüşler evlerine. Aaa, o da ne.. Dakka başı bal isteyen çocuk, artık bal-mal istemiyor! Bal hastası çocuk, artık bal sürmüyor ağzına!.. Merak etmişler bunun sebebini... Tekrar gitmişler İmam-ı Âzam Hazretleri?nin huzuruna. Sormuşlar;

- Ya İmam, nedir bunun hikmeti?

Gülümseyerek cevap vermiş İmam:

- Niye 40 gün bekledim.. Çünkü 40 gün önce, ben de bal yiyordum... Bal yiyen birinin, bir başkasına bal yeme demesinin hiçbir etkisi olmazdı... 40 gün önce bal yemeyi kestim... Önce kendi nefsimde denedim bal yememeyi... Kendim başarınca; sözüm de tesir etti evlâdınıza!?
 
Kaptansız gemi olur mu ?

İmam-ı Azam Ebu Hanife'ye (rah) bir grup inkarcı insan gelmişti. Bunlar Allahu Teala'nın varlığını ve alemlerin yaratıcısı olduğunu inkar ediyorlardı. Bu meseleyi İmam-ı Azam'la tartışmak ve müslümanları şüpheye düşürmek istiyorlardı. Adamların niyet ve dertlerini bilen İmam-ı Azam (rah), söze şöyle başladı:

"Bu konuya girmeden önce size bir şey soracağım: Şu Dicle nehrinde bir gemi var. Başında bir kaptan, içinde bir yardımcı eleman yokken, kendi başına hareket ediyor, sahile yanaşıyor, içine yiyecek, içecek ve bir sürü malzeme dolduruyor; sonra kendi başına yol alıyor, gideceği yere gidiyor, bu yükleri orada boşaltıp geri dönüyor. Siz buna ne dersiniz ? Adamlar hep bir ağızdan:
"Bu olacak iş değil, böyle bir şey kesinlikle meydana gelemez. Kendi başına bir geminin bunları yaptığı nerede görülmüş?" dediler. O zaman İmam gereken cevabı verdi:
"Bir geminin tek başına bu işleri yapması imkansız olunca, üstüyle altıyla şu koca kainatın kendi başına kurulması, hareket etmesi, içinde bunca varlıkların yaşaması nasıl mümkün olur? Adamlar sustular, bu alemin ve kendilerinin sahipsiz olmayacağını fark ettiler. (1)
İmamın önünde müslüman oldular. (2)
 
İMAM ŞİBLİ’YE soruldu: “Bu yolda size kim kılavuzluk etti?”


“Bir köpek!” dedi. “Bir dere kenarında duruyordu fakat neredeyse susuzluktan ölmek üzereydi. Su içmek için dereye eğildiğinde, sudaki aksini başka bir köpek sanıp korkuyla geri çekildi. Birkaç kez gidip geldi böylece. Susadı, suya koştu. Korktu, kaçtı, yine susadı. Sonunda susuzluğu öyle bir noktaya geldi ki, korkusunu unutup suya daldı. Suya kafasını daldırır daldırmaz diğer köpek kayboldu.”

Köpekle arzusu arasındaki engel yine kendisiydi. Kendisini kendi yolundan çekmesi gerekti. Göze aldığında, engel aradan kalkmış ve arzusuna ulaşmıştı. Ben de önümdeki engelin yine kendi nefsim olduğunu öğrenince onda kurtuldum. İşte böylece yolumu bana bir köpek gösterdi.”
 
Bir küp altın; iki güzel insan


Geçmiş zamanın birinde bir adam, bir çiftlik evi yapmaya karar verdi. Bunun için güzel bir yer aradı ve aradığı yeri sonunda buldu. Araziyi sahibinden satın aldı. Hemen işe koyuldu. Önce kendine güzel bir ev, daha sonra hayvanları için bir barınak yaptı. Geri kalan arazi üzerine ise meyve ağaçları dikmeye başladı.

Bir gün arazide çalışırken kazmasının ucuna sert bir cisim takıldı. İçinden, “sert bir kaya parçası olmalı” diye düşündü. Ancak biraz daha kazdığında bir de ne görsün! Bir küp altın. Küpü bulunduğu yerden dikkatlice çıkardı. İçinden şunu geçirdi:
- Ben bu araziyi satın aldım; ama içindekileri satın almadım. Bu altınlar arazinin benden önceki sahibinin olmalı. En iyisi ben bu küpü ona teslim edeyim.
Adam hemen araziyi aldığı adamın yanına gittti ve durumu anlattı. Bu altın küpünü adama teslim etti. Adamı dikkatlice dinleyen arazinin eski sahibi şöyle dedi:
- Kardeşim, ben bu araziyi sana içindekileriyle beraber sattım. Bu altın küpü benim değil, senin. Çünkü arazi şu anda sana ait.
Karşı taraftaki adam ise altınları kendisinin alamayacağını söylüyordu. Aralarındaki bu anlaşmazlık uzayınca hakime gitmeye karar verdiler.
Mahkemeye vardıklarında durumu hakime arz ettiler. Hakim öncelikle toplumda böylesi insanların yaşadığı için Rabbine şükretti ve ardından her iki adama da bekâr çocuklarının olup olmadığını sordu. Adamlar şaşırmıştı. Konunun bekâr çocuklarla ne ilgisi olabilirdi ki?
Araziyi satın alan adam,
- Benim bir oğlum var, dedi.
Diğer adam ise,
- Benim de bir kızım var hakim bey dedi. Bunun üzerine hakim sözlerine şöyle devam etti: - Efendiler! Sizin hakkınızda verdiğim hüküm şu: Çocuklarınızı birbiriyle evlendirin. Bu altınların bir kısmını da onlara düğün masrafları ve düğün hediyesi olarak harcayın. Bir kısmını kendi ihtiyaçlarınız için, geri kalan kısmını da Allah yolunda hizmette kullanın. Her iki taraf da haklarında böyle bir kararın verileceğini akıllarının ucundan geçirmiyorlardı. Ancak bu karardan iki taraf da oldukça memnun kaldı. Çünkü bu sayede hem aralarındaki ihtilaf çözülmüş hem de akraba olmuşlardı. (Buhari, 3285; Müslim, 1721)
 
En gerideki adam

O sabah acelem yoktu. Tramvaydan indim, yavaş adımlarla etrafı izleyerek yürümeye başladım. Bu esnada gözüme önümde yürüyen ve benimle birlikte tramvaydan inen üç kişi takıldı. En öndeki sanki arkasından biri kovalıyormuş gibi hızlı adımlarla yürüyordu. Arkasından gideni bir hayli geride bırakmıştı. Kendi kendime:

“Bu adam hayatta mutlaka başarılı olur.” diye düşündüm.
Onun arkasından giden, sakin adımlarla ilerliyordu.
“Belki bu adam da hayatta bir şeyler başarabilir.” diye mırıldandım.
En arkadan giden ise sanki nereye gideceğini bilmiyormuş gibi sallana sallana ve etrafı seyrederek yürüyordu. Onun içinse: “İşte!” dedim, “Hayatta hiçbir işe yaramayacak bir serseri!” Derken aklıma bir şey geldi. Ben bu adamların her üçünün de gerisindeydim! Evet, başkalarının hâli ile uğraşan kendi hâlini göremez. Başkalarının kusurunu araştırmak, insanı kendi kusurlarını görmekten alıkoyan çok çirkin bir hastalıktır.
 
Namazdan kurtulmanın yolu ' !!! Bütün ibadetlerine yerine getirmeye çalışan bir adam varmış. Orucunu tutar, zekatını verir, insanlara yardım elini uzatmaktan hiç geri kalmazmış.Yalnız bu adamın bir kusuru varmış:

Namaz kılmak ona çok ağır gelirmiş, üşenirmiş.

Bir gün varmış gitmiş çok büyük bir hocanın yanına.

Demiş ki:

Hocam ne yap et beni şu namazdan kurtar. Namaz kılmamak için ne yapmam gerekse söyle yapayım.Yeter ki şu namazdan kurtulayım demiş.

Hoca:

Ya evlat ben hiçbir yerde ne duydum ne işittim bu namazdan kurtuluş yok, borcun kılacaksın demiş.

Adam yalvarmış bul hocam diye.Hoca müddet istemiş adam gitmiş.

Aradan haftalar geçmiş,adam gelmiş:

Buldun mu hocam demiş, kurtulacak mıyım?

Hoca: Buldum evladım eğer şu 5 şarttan biri sana uyuyorsa NAMAZ dan mesul değilsin:


1-ÖLÜ İSEN

2-DELİ İSEN

3-ÇOCUK İSEN

4-HAYVAN İSEN

5-KAFİR İSEN

tercih senin...
 
nasırlı el

Kimseye muhtaç olmamak için çalışmak çok kıymetlidir. Peygamber efendimiz, Hz. Muaz ile musafeha edince buyurdu ki:


- Ya Muaz, ellerin nasırlaşmış.

- Evet ya Resulallah, kazma elimde toprakla meşgul oluyor ve bu sayede çoluk çocuğumun nafakasını kazanıyorum.

Fahr-i kainat efendimiz, Hz. Muazı öpüp buyurdu ki:

- Bu eli Cehennem yakmaz. (Tibyan)

Yine bir gün bir genç, sabah erkenden işine gidiyordu. Eshab-ı kiramdan bazıları, bunu uygun görmediler. Orada bulunan Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Öyle söylemeyiniz! Eğer kimseye muhtaç olmamak, ana babasını ve aile efradını muhtaç etmemek için işine gidiyorsa, her adımı ibâdettir. Eğer kazanacağı para ile öğünmek, keyf sürmek niyetinde ise, şeytanla beraberdir.) [Taberânî]

Görüldüğü gibi bir müslümanın iyi niyetle çalışması ibâdettir. Fakat kâfirin ve her haramı işleyen kimsenin çalışması ibâdet olmaz. (Namaza ne lüzum var, çalışmak da ibâdettir) demek çok yanlıştır. Böyle söyleyen kâfir olur. Namaz kılan, haramlardan kaçan kimsenin iyi niyetle çalışması ibâdettir.
 
Abbasi Halifesi Me'mun İmam–ı Azam'ı Kûfe'ye "kadı" olarak tayin etmek istiyordu. İmamı çağırdı ve niyetini açıkladı. İmam–ı Azam yönetimin yanlışlılarına âlet olmamak için bu teklifi kabul etmedi. Halifeye:
–Ben kadılık yapamam, diye cevap verdi. Halife:
–Yalan söylüyorsun, sen kadılık yaparsın, deyince İmam–ı Azam:
–Eğer ben yalan söylüyorsam, yalan söylediğim için kadılık yapamam. Çünkü yalancıdan kadı olmaz. Eğer "yapamam" dediğim zaman doğru söylüyorsam, bu defa sözümün gereği olarak kadılık yapamam, O halde her iki durumda da kadılık yapamam. İmam–ı Azam'ın bu tarihî cevâbi mantık ilminde bir delil ve önemli bir misâl olarak eserlere de geçmiştir.
 
YA AHiRET VARSA......

''Hz.Ali(r.a.)bir gün namaz kılarken yanına bir kaç müşrik yaklaşıp kıldığı namazla alay edercesine''Ey Ali boşa yatıp kalkıyorsun ahiret diye bir şey yok ki sen boşa yoruluyorsun'' diye konuşurlar...
Hz.Ali(r.a.)bu sözlere cevaben sukunetini kaybetmeyip''Eğer sizin dediğiniz gibi ahiret yok ise ben yorgunluğumla kalır ne size bir şey olur ne de bana yok olur gideriz,ama ya benim dediğim gibi ahiret var ise sizin haliniz ne olur''diye cevapladı müşrikleri....
 
Cenneti Taşıyan Adam

20 Yılı aşkın süredir oturmakta olduğum mahallemizde, evliya olduğu söylenen asırlık bir ihtiyar vardı. İsmi pek bilinmediği için kısaca "Nur Dede" diye çağırılan bu ihtiyar, insanın karşısına hiç umulmadık zamanlarda çıkar ve kerametli sözleriyle onların dertlerine derman olurdu. Bir gün karşılaştığımızda, kısa bir sohbetten sonra:


Bana da dua et dede, dedim. Dünyanın yükü, benim omuzlarımda sanki.


Titrek elleriyle kulağımı çeker gibi yaparak:


Cenneti taşıyanların yanında dünyayı taşıyanların lâfı olmaz evlât, dedi. Ve hemen sonra, Cenneti yüklenen o adamı nerede görebileceğimi tarif etmeye çalıştı.


Nur Dedenin bahsettiği kişi, yakın köylerin birinde oturan ve her cuma günü şehre gelen bir gençti. Bu bahtiyar insan, dedenin anlattığına göre son zamanlarda hep aynı binaya uğruyor ve sırtındaki o mübarek yükü, bir an bile olsun bırakmıyordu.


Nur Dede ile karşılaşmamızdan sonraki ilk cuma günü, tarif ettiği yere giderek beklemeye koyuldum. Burası, merkezî bir binanın en üst katıydı.Büroların açıldığı koridorda uzun süre gezindikten sonra, merdivenlerde ayak sesleri duydum. Atılan adımların yorgunluğu sebebiyle onların bir gence ait olduğunda tereddüt etmeme rağmen, Cennet'i taşıyan adamın geldiğini hissediyordum. Merakımı yenemeyip merdivene doğru ilerlediğimde, bir anda onunla karşı karşıya geldim. 25-30 yaşları arasında çelimsiz bir insandı ve yaşlı annesini sırtına almış vaziyette, asansörü her zaman bozuk olan işyerinin beşinci katındaki doktor muayenehanesine tırmanmaya çalışıyordu.


Delikanlının annesi, güçsüz kollarını evlâdına dolamış ve işlemeli yemenisi ile çevrelediği nurlu yüzünü, hafifçe yana çevirmiş vaziyette oğlunun omuzlarına dayamıştı.Sırtındaki mukaddes yükü rahatsız etmekten korktuğum için o gence yardım edemedim. Ama yanına yaklaşarak:


Allah senden razı olsun kardeşim, dedim. Cennet'i taşıdığının farkında mısın? Delikanlının terli ve solgun yüzü, sıcak bir tebessümle aydınlandı.


Fakat nedense tek kelime bile konuşmadı. Ama Rabbim biliyor ki, o tebessümde, ömrüm boyunca hiç kimsede görmediğim bir sıcaklık ve güzellik vardı. Belki de haşir ve sırattan sonra, ebedî saadet diyarına doğru uçan Cennet insanlarının mutluluğu ...
 
Balıkkesir'de Ali şuuri ilkokulu karşısındaki boşlukta eski ayakkabı tamircisi,kır pala bıyıklı cevdet(Alkalp)dede vardı. Bir akşam üstü sohbetinde konu çanakkale'ye gelince ağlayarak anlatmaya başladı" Rahmetli babam Hafız Ali,Çanakkale'de kaldığında anamın karnında yedi aylıkmısım. o nu hiç tanımadım. Bir fotoğrafı bile yoktu. O gunler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, Kuvayı Milliye zamanı işgal yılları,kurtuluş,yokluk,sıkıntı..Çocuklugumuz hep ekmek peşinde,sıkıntıyla geçti. Ama anam, benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta, her nereye giderse yanıma gelir ve Oglum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse beni hemen çagır ha!...Ben komşulara gidiyorum baban gelirse beni hemen çağır ha!... derdi...Anam babamı her zaman bekledi durdu.Büyüdüm dükkan açtım.Anam yine her bir yere gidişte dükkana gelir; gideceği yeri söyler ve ' Baban gelirse çağır ha!..diye eklerdi.
Aradan yıllar geçti.Anacığım ihtiyarladı.Gene hep deyneğini kaparak bana gelir ve 'Baban gelirse beni çağır ha!..diye tembihlerdi.Günu gelip ağırlaştığında,ölüm döşeğindeyken bizimle helalleşti.'Bana iyi baktınız hakkınızı helal edin'.dedi. Sonra bana döndü ve yavaşça 'Baban gelirse annem hep seni bekledi de ' dedi. Birden irkilerek doğruldu ve kapıya doğru gülümseyerek .'Hoş geldin bey ,hoş geldin' diyerek ruhunu teslim etti
 
Fidanlar şimdiden meyve verdi

Bir hükümdar maiyetiyle birlikte gezintiye çıkmıştı Yolu üzerindeki bir köyde çok yaşlı bir adamın tarlasına fidan dikmekle meşgul olduğunu gördü gayreti hoşuna gittiyanına gelip latife yapmak istedi:
- Baba sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun? Maşallah yaşını yaşamışsın bu diktiğin fidanların meyvesinden belki de yiyemezsin.

İhtiyar cevap verdi:
- Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart değil evlat. Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların meyvesinden yiyorsak bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yer.

Bu cevap hükümdarın hoşuna gitti ve mükafat olarak ihtiyara bir kese altın verilmesini emretti.
İhtiyar bu ihsanı tebessümle karşıladı:
- Gördün mü evlat bizim diktiğimiz fidanlar şimdiden meyve verdi.

Bu cevap da hükümdarın hoşuna gitti bir kese daha altın verilmesini emretti.
Yaşlı köylü güldü:
- Evlat herkesin diktiği fidan yılda bir defa meyve verir bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyve verdi.

Bu cevap da hükümdarın hoşuna gitti ve bir kese daha altın verilmesini emretti. Ama bu defa vezir araya girdi ve hükümdarı uyardı:
- Aman sultanım bir an önce buradan uzaklaşalım. Bu ihtiyar bu gidişle hazineye de darı ektirecek
 
Hadim-ül harameyn de

Yavuz Sultan Selim Han Mısır'ı fethetmiş ve hilafet 1516 yılında Abbasilerden Osmanlılara geçmişti. Cuma günü Ümeyye Camiinde Cuma namazı kılınırken imam Hutbede halifenin ismini zikredip (Hakim-ül harameynişşerifeyn = Mekke ve Medine'nin hükümdarı) dedi. Yavuz hemen oturduğu yerden ayağa kalkarak (İmam efendi Hakim-ül harameyn deme Hadim-ül harameyn = Mekke ve Medine’ye hizmet eden de) dedi.
 
Hafıza meselesi

Padişah okunan bir şeyi bir dinleyişte ezberlermiş. Birinci vezir 2 defa okunanı ikinci vezir de 3 defa okunanı ezberlermiş. Şair Abdülbaki efendi yeni yazdığı bir şiiriPadişaha takdim edince Padişah oku bakalım der. Şiir hoşuna gidince Padişah bir latîfe yapmak ister:
- Burada herkes bu şiiri bilir. Neresi yeni bunun? Yoksa sen bilmez mi sanıyordun?

Şair şaşırır:
- Efendim nasıl olur bu şiiri yeni yazdım ve ilk defa burada okudum. Bilmeniz nasıl mümkün olur?
- Bak şimdi ben okuyorum sen dikkatle dinle!

Padişah şiiri okur ve şairin çok fazla şaşırdığını görünce iki defa dinlediği için ezberleyen birinci vezire dönüp der ki:
- Abdülbaki efendi iyice tatmin olması için bir de şiiri sen oku bakalım!

Şairin şaşkınlığı iyice artar. Padişah ikinci vezire der ki:
- Bir de sen oku da Abdülbaki efendi iyice kanaat getirsin artık.

O da yanlışsız okur. Şair ne diyeceğini şaşırmış vaziyette iken Padişah durumu anlatır ve hediyelerle uğurlar.
 
Hakimin üç kusuru

Hz. Ömer hilafeti zamanında Hımıs ileri gelenlerine bir mektup yazıp çevredeki fakirlerin kendisine bildirilmesini isteyerek yardım edeceğini bildirdi. Hımıs'lılar Şam ve civarında bulunan fakirlerin bir listesini Halife Hz. Ömer'e arzettiler. Hz. Ömer gelen listeyi açıp baktığında listenin başında kadı olarak tayin ettiği Sa'd bin Amir'in ismini görüp listeyi getirenlere hakiminin mali durumunu sordu. Onlar (Hakimimiz hakikaten gayet fakirdir. Elinde avucunda olanı fakir fukaraya dağıtıyor rüşvet olacağı korkusundan bizim de en küçük bir hediyemizi bile kabul etmiyor) dediler.

Hz. Ömer sordu:
- Allah'tan bu kadar korkan hakiminizin hoşunuza gitmeyen tarafları da var mı?

Evet diyerek kusurlarını şöyle sıraladılar:
1- Vazifesine sabah namazından sonra başlaması gerekirken kuşluk vakti başlıyor.
2- Evine çekilir aramıza girmez.
3- Haftada bir gün evinden dışarı bile çıkmaz. Kapısı arkasından kilitlidir.

Hz. Ömer onlara bir kısım erzak ve giyecek vererek gönderdi. Hakim Sa'd bin Amir'i de bunların sebebini öğrenmek üzere huzuruna davet etti.

Hakim Hz. Ömer'in huzuruna gelince durumu anlattı:
Birinci kusurum; ailem hasta olduğundan evin bütün işlerini bizzat kendim görüyorum ve bu sebepten vazifemin başına ancak kuşluk vakti gelebiliyorum.

İkincisi ise; akşam olunca gün boyu yaptığım işlerin muhasebesini yapıyor acaba yaptığım işlerde bir kusurum var mı diye onu tetkik ediyorum.

Üçüncüsü; sırtımdakinden başka giyecek elbisem yoktur. Haftada bir gün giydiğim çamaşırlarımı yıkıyor temizlik işleri ile meşgul oluyorum. Hatta evimde bile üzerime alacak bir elbisem olmadığından yıkadığım çamaşırlarım kuruyuncaya kadar hiçbir kimseyi görüşmeye bile kabul edemiyorum.

Sa'd bin Amir'in bu izahatı karşısında Hz.Ömer çok memnun oldu ve ondan sonra Sad'ı hatırladıkça (Ah Sa'd ah Allah korkusu seni ne kadar yüceltmiş) der onunla iftihar ederdi.
 
Hakimin üç kusuru

Hz. Ömer hilafeti zamanında Hımıs ileri gelenlerine bir mektup yazıp çevredeki fakirlerin kendisine bildirilmesini isteyerek yardım edeceğini bildirdi. Hımıs'lılar Şam ve civarında bulunan fakirlerin bir listesini Halife Hz. Ömer'e arzettiler. Hz. Ömer gelen listeyi açıp baktığında listenin başında kadı olarak tayin ettiği Sa'd bin Amir'in ismini görüp listeyi getirenlere hakiminin mali durumunu sordu. Onlar (Hakimimiz hakikaten gayet fakirdir. Elinde avucunda olanı fakir fukaraya dağıtıyor rüşvet olacağı korkusundan bizim de en küçük bir hediyemizi bile kabul etmiyor) dediler.

Hz. Ömer sordu:
- Allah'tan bu kadar korkan hakiminizin hoşunuza gitmeyen tarafları da var mı?

Evet diyerek kusurlarını şöyle sıraladılar:
1- Vazifesine sabah namazından sonra başlaması gerekirken kuşluk vakti başlıyor.
2- Evine çekilir aramıza girmez.
3- Haftada bir gün evinden dışarı bile çıkmaz. Kapısı arkasından kilitlidir.

Hz. Ömer onlara bir kısım erzak ve giyecek vererek gönderdi. Hakim Sa'd bin Amir'i de bunların sebebini öğrenmek üzere huzuruna davet etti.

Hakim Hz. Ömer'in huzuruna gelince durumu anlattı:
Birinci kusurum; ailem hasta olduğundan evin bütün işlerini bizzat kendim görüyorum ve bu sebepten vazifemin başına ancak kuşluk vakti gelebiliyorum.

İkincisi ise; akşam olunca gün boyu yaptığım işlerin muhasebesini yapıyor acaba yaptığım işlerde bir kusurum var mı diye onu tetkik ediyorum.

Üçüncüsü; sırtımdakinden başka giyecek elbisem yoktur. Haftada bir gün giydiğim çamaşırlarımı yıkıyor temizlik işleri ile meşgul oluyorum. Hatta evimde bile üzerime alacak bir elbisem olmadığından yıkadığım çamaşırlarım kuruyuncaya kadar hiçbir kimseyi görüşmeye bile kabul edemiyorum.

Sa'd bin Amir'in bu izahatı karşısında Hz.Ömer çok memnun oldu ve ondan sonra Sad'ı hatırladıkça (Ah Sa'd ah Allah korkusu seni ne kadar yüceltmiş) der onunla iftihar ederdi.
 
Geri
Üst