Değerli Üyelerimiz sizler için kendimizi sürekli yeniliyoruz. Lütfen 10 saniyede üye olarak bizlere destek olunuz... 😊 Tüm sorunları bize bildirebilirsiniz
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Ayakkabıcı yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı; ama küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle.
Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda adam dükkandan dışarı fırlayıp:
- Küçük!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!.
Çocuk ona dönerek:
- Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.
- Bence önemli değil!. diye atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı. Küçük çocuk bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:
- Keşke vicdanımız eksik olacağına ayaklarımız eksik olsa idi.
Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:
- Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?
- Çok basit!. dedi adam. Eğer vicdan yoksa cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa problem değil. Zaten orada tüm eksiklikler tamamlanacak.
Hatta sakat insanlar sağlamlara oranla daha fazla mükafat görecekler...
Küçük çocuk bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar hafiflemiş gibiydi. Adam vitrini işaret ederek:
- Baktığın ayakkabı sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin?
Çocuk başını yanlara sallayıp:
- Üzerinde 30 lira yazıyor dedi. Almam mümkün değil ki!.
- İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın o da 10 lira eder.
Çocuk biraz düşünüp:
- Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?
- Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım. Küçük çocuğun aklı bu sözlere yatmıştı. Adam devam ederek:
- Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.
- İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır.
- Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindirsattım gitti!. Ayakkabıcı çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerideki raflar onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek.
- Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana bunu satsan memnun olurum.
Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı para eder mi?
- Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi adam. Antika eşyalardan haberin yok herhalde. Bir antika ne kadar eski ise o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın bence en az 30-40 lira eder.
Küçük çocuk art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamınheyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra 10 liralık banknotu geri vererek:
- Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..
Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
- Babam haklıymış!. dedi. ‘Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok!’ demişti.
Birgün Emir Süleyman Pervane Mevlana'dan kendisine öğüt vermesi için ricada bulumuştu. Mevlana dan kendisine öğüt vermesi için ricada bulunmuştu. Mevlana bir zaman düşündükten sonra:
- Emir Pervane Kur'anı ezberlediğini duyuyorum doğru mu? Dedi.
Pervane:
- Evewt.
- Ayrıca Şeyh Sadreddin'den hadis ilmi okuduğunu da duydum.
- Evet doğrudur.
Bunun üzerine Mevlana şöyle buyurmuştu:
- Mademki Tanrı ve onun peygamberinin sözlerini okuyorsun... O sözlerden öğüt alamıyorsan hiçbir ayet ve hadis'in emrine uyamıyorsanbenim nasihatimi nasıl dinler ve ona uyarsın.
Pervane bu sözler üzerine ağlıyarak dışarı çıkar.
HZ .Musa ve çoban Bir kişinin ibadet ettiği Tanrısına derin saygı ve hürmetini hangi yolla ifade ettiği pek önemli değildir. Önemli olan ibadetinde ne kadar samimi olduğudur. Tanrının bir evinde biz insanları şapkalarını taşımadan girdiklerini görürüz. Hindistanda İranda Arabistanda insanlar ise camiye giderlerken başlarına türban takarlar. Bu onların örf ve adetidir. İnsan dua ederken ayakta mı duruyor oturuyor mu diz mi çöküyor veya yere uzanıp secde mi ediyor ya da topluluk halinde yalnız olarak mı ibadet ediyor ! Bunların hiçbirinin önemi yoktur. Önemli olan ibadet eden kişinin saf ve temiz olması ve kişinin zihin ve his dünyasının Tanrıyla bağlantı halinde olmasıdır. Samimiyet ve ciddiyet ve doğruluk bu konuda çok önemlidir.
Bir çiftçinin çocuğunun hikayesi bu konuyu çok güzel anlatır. Bir çiftçinin çocuğu günlerden bir gün babasının davarlarını ormanda güderkenköyünde bir din sahibi hocanın geldiğini öğrenir. Bu hoca Tanrı hakkında insanlara bilgi vermekte ve Tanrının isimlerini övmekte ve yüceltmektedir. Çocuk duyduklarından çok etkilenir ve tekrar ormana koyun gütmeye gittiğinde içine doğal olarak bir ibadet etme Tanrıya yönelme isteği duyar. Ormanda yalnızken yüksek sesle Allah’la konuşmaya başlar. “Allah’ım senin hakkında çok şeyler işittim. Sen ne kadar iyiymişsin ne kadar nazikmişsin. Şu anda yanımda olmanı çok isterim.O zaman sana büyük saygı ve hürmet gösterirdim. Koyunlarıma dikkat ettiğimden daha çok sana dikkat ederdim. Hatta en sevdiğim tavuklarımdan bile sana daha çok ilgi gösterirdim. Yağmur yağsa seni benim ahırımda korurdum. Soğukta ise sana kendi yorganımı verirdim. Güneşin sıcağında da seni yıkayarak korurdum. Kucağımda seni uyutur ve şapkamla da seni serinletirdim. Daima sana bakar dikkat eder seni kurtlardan da korurdum. Kuvvet helvası ekmeğinden yedirir ayran içirirdim. Eğlenmen için şarkı söyler dans eder ve kavalımla senin için müzik çalardım. Allah’ım ne olur gel beni ziyaret et. Gör ben sana nasıl bakarım.” O sırada Musa Tanrının elçisi aynı yerden geçer. Bu genç çocuğun tüm dediklerini duyar ve çok kızar. Çocuğa seslenerek “delikanlıne kadar aptal birisin ki Tanrıyla böyle bir konuşma içine girebildin. O tanrı ki bilinmeyen ve görünmeyendir. Gökyüzündedir onun önünde dayanabilecek hiçbir kuvvet hiçbir güç yoktur. O en güçlü en kuvvetli odur. Her türlü şeklin ismin ve rengin ötesindedir. Her türlü insanın yapabileceği mukayesenin ve düşüncenin üzerindedir o.” Musa peygamberin laflarını duyan genç çok üzülür ve korkar yaptığından dolayı. Yürümesine devam eden Musaya biraz sonra Allah-ü Tealadan bir vahiy gelir. “biz senin bu işte hiç de hoşnut değiliz. Sen bizi bilmediği haldeyine de bizi çok seven bir kulumuzun kalbini kırdın ve üzdün. Bizden uzaklaştırdın. Belki o bizi senin bildiğin kadar bilmiyordu ama genede bildiği kadar anladığı kadar bize yönelmişti. Onun kapasitesi o anda o kadardı. Bizi sevenlerimizin tümü farklı şekillerde ve sevgilerinin farklı kapasitelerine göre bizi resimlendirirler. Ve biz hangi şekil ve kıyafetle olursa olsun bize gönderilen sevgilerini algılarız. Onlar hepsi bizim yarattığımız mahlukattır.ve biz onlar hatta güneşe bile tapsalar gene onların tapması ibadeti bizedir. Biz kendi çocuklarımız arasında senionları birleştiresin diye yolladık. Yoksa bizden uzaklaştırasın diye değil.” Şayet Allah’a ulaşmada ilk adımın ona olan samimi ve doğru aşktan geçeceğini bilsek onun farkına varsak bildiklerimizi hemen açığa vurmaktan çok tereddüt ederdik. Ve hiç kimseyi asla kafir ve putperest olarak adlandırmazdık. Ve bu dünyada hiç kimseyi de değersiz olarak tanımlamazdık. Bir kişinin Tanrıya nasıl ibadet ettiğini bilmemiz mümkün değildir. Onun kalbindeki samimiyeti bilemeyiz. Ve en önemlisi de gerçekten bu samimiyettir.
Adam kapıyı açtığında polislerle karşılaştı . Heyecanla sordu :
-Bir şey mi istediniz efendim ?
Komiser olan cevap verdi :
-Evinizi soyan hırsızı yakaladık beyefendi .
Adam genci bir müddet süzdükten sonra ; " Buyurun içeri girin ! " diye kenara çekildi . Hep birlikte oturma odasına geçtiler . Adam önce polisin sonra gencin elini sıktı .
- Geldiğinize sevindim . Bu gençle tanışmayı da çok arzu ediyordum .
Polislerden biri lafa karıştı :
- Bu delikanlı sivil polis değil hırsızdır .
-Hırsız olduğunu biliyorum ama artık şikayetçi değilim .
Herkez şaşırmıştı . Adam misafire şeker ikram ettikten sonra konuşmaya devam etti ;
-Evim soyulmadan önce geç vakitlere kadar oturur haliyle sabah namazlarına bazen kalkamazdım . Ve çok istediğim halde günde bir sayfa bile Kur'an-ı Kerim okumaya vakit bulamazdım . Kıldığım namazlar da aceleden hep yarım yamalak olurdu . Delikanlı beni bu gafletten kurtardı . Çünkü televizyonumu çalmıştı .
ÜÇ SuÂl Ve Bİr Cevap Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî'ye havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde talebelere bir ker****le teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler Şems-i Tebrîzî;
"Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı.
Sormaya başladı:
"Allah var dersiniz ama görünmez göster de inanalım."
Şems-i Tebrîzî hazretleri;
"Öbür sorunu da sor!" buyurdu.
O;
"Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi?" dedi.
Şems-i Tebrîzî;
"Peki öbürünü de sor!" buyurdu.
O;
"Âhirette herkes hakkını alacak yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar karışmayın!" dedi.
Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci derhâl zamânın kâdısına gidip dâvâcı oldu.
Ve;
"Ben soru sordum o başıma ker**** vurdu." dedi.
Şems-i Tebrîzî;
"Ben de sâdece cevap verdim." buyurdu.
Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı:
"Efendim bana Allahü teâlâyı göster de inanayım dedi. Şimdi bu felsefeci başının ağrısını göstersin de görelim."
O kimse şaşırarak;
"Ağrıyor ama gösteremem." dedi.
Şems-i Tebrîzî;
"İşte Allahü teâlâ da vardır fakat görünmez.
Yine bana şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı.
Yine bana;
"Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın?" buyurdu.
Felsefeci bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup söz söyleyemez hâle düştü.
Kİmsenİn GÖrmedİĞİ Yerde... Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin bir talebesi vardı. Bütün iyilik ve fazîletler onda mevcuttu. Sonradan gelmesine rağmen Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri onu pek ziyâde seviyor diğer talebeler bu hâli çekemiyorlardı. Talebelerinin bu hâli Cüneyd-i Bağdâdî'ye mâlûm oldu. Talebelerinin eline birer kuş verdi ve;
"Her biriniz bu kuşları kimsenin görmediği bir yerde boğazlayıp getirsin." buyurdu.
Hepsi de kendilerine verilen kuşları aldılar varıp ıssız bir mahalde boğazlayıp getirdiler. Yalnız o talebesi boğazlamadan getirdi. Cüneyd-i Bağdâdî;
"Niçin boğazlamadın?" buyurdu.
"Hocam! Siz; "Kuşları kimsenin görmediği bir yerde boğazlayın." demiştiniz. Ben ise ıssız bir yer bulamadım. Her yeri Allahü teâlâ görüyor." deyince
Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki:
"Arkadaşınızın firâsetini gördünüz mü?" Bunun üzerine; tövbe edip boyunlarını büküp Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinden affedilmelerini dilediler.
Şeytanin PİslİĞİ Cüneyd-i Bağdâdî'nin talebelerinden biri şeytanın vesvesesine kapılıp;
"Artık ben kemâle geldim. Sohbete devâm etmeme lüzum kalmadı." deyip kendi başına bir yere çekildi.
Benlik ve gururundan dolayı şeytânî bir rüyâ gördü. Rüyâsında bağlık bahçelik içinde güzel nehirler ve çok lezzetli yemekler yediğini gördü. Bu rüyâyı hakîkat zannedip kibiri daha da arttı ve bu hâlini arkadaşlarına anlattı. Onlar da Cüneyd-i Bağdâdî'ye arzettiklerinde Cüneyd-i Bağdâdî çok üzüldü ve anlatılan kimsenin yanına gitti. Baktı ki o kimseyi şeytan aldatmış Ona;
"Seni bu gece Cennet'e ***ürürlerse Cennet'e vardığında üç defâ Lâ havle oku." buyurdu. Hakîkaten o kimseyi rüyâsında Cennet'e ***ürdüler. O kimse Cennet'e vardığında üç defâ Lâ havle okudu. Gördüklerini ve kendisinde hâsıl olan şeytânî hâllerin hepsini unuttu. Bir anda kendisinin pislik ve çöplük içerisinde olduğunu gördü.Uyandığında gördüklerini hatırladı ve içine düştüğü hatâyı anladı. Çok pişman olup tövbe etti ve Cüneyd-i Bağdâdî'nin elini öptü. Sohbetlere devâm edip talebeler arasındaki yerini aldı.
Hazret-i Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki:
"Herkese bir mürşid-i kâmil lâzımdır. Aksi halde mel'ûn şeytan gelip kendisine musallat olur ve insan maazallah ona tâbi olur."
İmâm-ı A'zam'ın babası Sâbit daha bekar iken temiz ahlâklı takvâ ve verâ sâhibiydi. Zühdü salahı ve ilmi pekçoktu. Yüzünde bir nur vardı. Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Elmayı alıp abdestten sonra elinde olmayarak dişledi. Fakat tükrüğünde kan gördü. Kendi kendine; "Şimdiye kadar bana böyle bir hal olmamıştı. Buna sebep ısırdığım elma olmalı." dedi ve buna pişman oldu. Elma sâhibini bulup helallaşmak için dere boyunca gitti. Nihâyet ısırdığı elmanın ağacını buldu. Ağacın sâhibini aradı. Onun cömerd ve ihsân sâhibi biri olduğunu öğrendi. Oradakiler; "Çok cömert ve ihsân sâhibidir. Elma ağacındaki bütün elmaları alsan alma demez. Bir tane elmadan ne çıkar." dediler. Sâbit aramalardan sonra bahçenin sâhibini buldu ve; "Ya elmanın parasını al yahut helâl et." dedi. Bahçe sâhibi onun haramlardan ve şüphelilerden sakınma husûsundaki gayretini görüp hareketinin doğru olup olmadığını kontrol etmek istedi. Sâbit'e; "Helâl etmem için ne vereceksin?" diye sordu. Sâbit; "Altın istersen altın gümüş istersen gümüş." dedi. Bahçe sâhibi; "Ben altın gümüş istemem. Kıyâmet gününde senden dâvâcı olmamamı istiyorsan bir teklifim var. Onu kabûl edersen hakkımı helâl ederim." dedi. Sâbit; "Teklifin nedir?" diye sordu. Bahçe sâhibi; "Benim bir kızım var; gözleri görmez kulakları duymaz dili söylemez ayakları yürümez. Bunu sana nikâh etmek istiyorum. Kabûl edersen elmayı sana helâl ederim. Yoksa yarın kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda seni mahcûb ederim." dedi. Sâbit kendi kendine; "Ey dîninde sâbit olan Sâbit! Kıyâmette tehlike ve sıkıntılara mâruz kalmaktansa buna dünyâda katlanmak daha iyidir." deyip kabûl etti. Bahçe sâhibi teklifinin kabûl edildiğini görünce böyle bir kimseye kızını vereceği için çok sevindi. Nikâhı yapıldı. Gece olunca Sâbit üzüntü ile nikâhlısının bulunduğu odaya girdi. Orada gâyet süslü güzel sağlam görür işitir konuşur yürür bir hanımla karşılaştı. Hanım efendi kalkıp Sâbit'i karşıladı. Saygı dolu ifâdelerle konuştu. Sâbit kendi kendine; "Yâ Rabbî! Bu ne iştir. Hayal mi yoksa rüyâ mı?" dedi. Hanımın kendi nikâhlısı olduğundan şüphelenip odadan geri çıkmak istedi. Hanımı; "Niye çıkıyorsun ey Allahü teâlânın sevgili kulu? Senin helâlin benim!" dedi. Sâbit ona; "Baban seni bana kötüledi. Kördür sağırdır dilsizdir kötürümdür." diye târif etti. Sen ise ne güzel yürüyorsun ve ne iyi konuşuyorsun. Niçin böyle söyledi. Şaştım doğrusu. Muhakkak bunda bir hikmet vardır." dedi. Nikâhlısı kız; "Bu bir sırdır izin ver açıklayayım. Babamın sözünde yalan yoktur. Dînini kayıran ve seven bir insandır. Seneler oluyor bu evden dışarı çıkmış değilim. Şimdiye kadar hiçbir yabancı yüzümü görmedi. Ben de bir yabancı yüz görmedim. Bu sebeple gözlerim harama kördür. Kulağım bir yabancı sözü duymamış ve günâh işlememiştir. Bunun için günâha karşı sağırdır. Ayaklarım günah yerlerine gitmez bunun için kötürümüm. Dilimden hiç kötü söz günâha sebeb olan bir kelime çıkmadı. Onun için dilsizim. Babamın sözlerindeki hikmet budur." dedi.
Bu sözleri duyan Sâbit bin Zûtâ Allahü teâlâya şükretti ve; "Yâ Rabbî! Sen her şeye gücü yetensin." dedi. Haramlardan ve şüphelilerden sakınma ve iffet esasları üzerine kurulan bu evlilikten; ilim irfân ve takvâ sâhibi olacak olan Nûmân isminde bir çocuk dünyâya geldi.
Sünbül Sinan hazretlerinin Muhammed Çelebi isminde bir talebesi anlattı: “Sünbülî tarîkatının şeyhi olan Sünbül Sinân hazretlerine talebe olmuştum. Dergâhında bulunuyor onun hizmetiyle şerefleniyordum. Bir gün kendisinden izin alarak Gelibolu'ya gitmiştim. Orada bir haram işleme durumu ile karşı karşıya kalmıştım nefsim harama meyletti. Tam onu işlemek üzere idim ki yanımda hocam Sünbül Sinân’ı gördüm. Onu görür görmez utancımdan kıpkırmızı oldum. Ne yapacağımı şaşırmış bir hâlde haramdan uzaklaştım. Bir gemiye binerek İstanbul’a geldim. Hemen dergâha koştum. Hocam Sünbül Sinân ile kapıda karşılaştım. Beni görünce; “Ey Çelebi! Sen mürşid-i kâmili ne zannedersin? O talebesini gözetmez ise şeytan ve nefs onu hevâsına uydurup helâk eder çabucak tövbe-i nasûh eyle. Bir daha da böyle işleri yapmaya kalkma." buyurdu. Bundan böyle nerede bir haram ile karşılaşsam hemen hocam hatırıma gelir onun himmeti bereketi ile haramlar gözüme çok kötü hâlde görünürdü.”
CENNETE İLK GİREN KOCASINA SADIK KADINDIR
Hazreti Fatımatüzzehra (r.a.) Hazretleri bir gün babası Peygamberimiz (s.a.s.)'e:
— Babacığım cennete en önce kadınlardan kim girecek? diye sordu.
Peygamberimiz (s.a.s.):
— Falan mahallede bir kadın var. O kadın ilk cennete girecek kadındır buyurdular.
Hazreti Fatıma çok merak etmişti:
— Benden de mi evvel girecek babacığım? diye sordu. Hazreti Peygamberimiz:
— Senden de evvel girecek istersen git de bir tanış. O zaman sen de neden önce onun gireceğini öğrenirsin buyurdular.
Hazreti Fatıma'nın o kadın hakındaki merakı iyice artmıştı. Bir gün kadının evini sora sora buldu kapısını çaldı içerden ihtiyar bir kadın sesi duyuldu:
— Kim o?
Hazreti Fatıma kendisini tanıtıp görüşmek istediğini söylediğinde kadın:
— Canım sana feda ey Allah Resulünün kızı. Sizinle çok görüşmek arzu ederdim. Fakat dışarı çıkmadığım için ziyaretinize gelemedim. Sizin beni arayıp bulmanız benim için bir lütuftur. Ancak ne var ki ben kocamdan izin almadan size kapıyı açamayacağım. Sizden çok özür dilerim. Yarın gelirseniz içeri girmeniz için izin alır kapıyı açarım görüşürüz dedi.
Hazreti Fatıma geri gitti kadın da meseleyi anlatıp kocasından izin aldı. İkinci gün kadınla görüşeceğine emin olarak gelen Hazreti Fatıma yanına Hazreti Hasan'ı da alarak geldi. Kadının kapısını çalarak geldiğini bildirdi. Fakat kadın Hazreti Fatıma'nın yanında bir çocuk bulunduğunun farkına varmıştı. Hazreti Fatıma'ya:
— Yanınızda bir de çocuk var. Ben yalnız sizin için izin almıştım içeri siz girebilirsiniz fakat çocuk dışarda kalır isterseniz yarın gelin onun için de izin alayım beraber içeri girersiniz dedi.
Hazreti Fatıma ikinci defa içeri giremeden geri döndü. Üçüncü gün yanına Hazreti Hüseyin'i de alarak gitmişti.- Kapıda yine aynı durumla karşılaşarak Hüseyin'i içeri alamayınca geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Üçüncü gün üçü birden gittiklerinde kadın kocasından her üçü için de izin almıştı içeri girdiler. Hazreti Fatıma bir de baktı ki içerde kendisini karşılayan dışarda sesinden tanıdığı kadın değil. Genç ve güzel bir kadın... Hayretle sordu:
— Sizinle dışardan konuşurken sesiniz başka idi şimdi başka bu nasıl oluyor? dedi.
Kadın;
— Sizinle konuşurken sesim dışarıya çıkmakta idi. Ben de sesimi yabancı erkek duyar da günaha girerim diye ağzıma taş parçası alarak konuşuyordum. Şimdi ise o taşı çıkardım dedi.
Hazreti Fatıma'nın gözleri yaşarmıştı. Babasının neden cennete evvelâ bu kadının gireceğini söylediğini anladı.
Kadın Hazreti Fatıma (r.a.)'ya:
— Ey Allah'ın Resulünün kızı! Acaba ben kocama karşı vazifemi ifa etmiş oluyor muyum? "Allah beni kocama itaatsizlikten dolayı hesaba çeker diye korkuyorum dedi.
Hazreti Fatıma babasının müjdesini bildirdi:
— Hayır! Sen bil'akis babamın cennete ilk girecek kadın diye müjdelediği birisin. Hiçbir kadın sizin yaptığınızın onda - birini bile yapamaz dedi.
Ve cennete ilk girecek olan kadınla bir hayli sohbet ettikten sonra müsaade isteyerek oradan ayrıldı.
BU AKŞAM HİNDİSTAN'DA
Hz. Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere hayati bir mesele için Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s) benzi sararmış korkudan titreyen adama sorar:
"Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana..."
Adam telaş içinde:
"Bu sabah karşıma Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki benim canımı almaya kararlı..."
"Peki ne yapmamı istiyorsun?"
Adam yalvarır:
"Ey canlar koruyucusu mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt kuş dağ taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail (a.s) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!"
Hz. Süleyman adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve:
"Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya ***ürür.
Öğleye doğru Hz. Süleyman divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmışdivanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır:
"Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der. Azrail (a.s) cevap verir:
"Ey dünyanın ulu sultanı! Ben o adama öfaaalehışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (cc) bana emretmişti ki:
"Haydi git bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!"
"Ben de bu adamın yüz kanadı olsa bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi."
Şeytan yolunu değiştirir Hazret-i Resûl-i ekremin 's.a.v.' huzûr-ı şerîflerinde oturan Kureyş hâtunlarından birisi yüksek ses ile konuşurkenhazret-i Ömer 'r.a.' gelip içeri girmeğe izin taleb etdi. Hâtunlar kalkıp sür'atle perde arkasına çekildiler. Hazret-i Ömere 'r.a.' izin verilip içeri girdi. Bakdı ki hazret-i Resûl-i ekrem 's.a.v.' gülüyordu.
Ömer 'r.a.' dedi ki
- Allahü teâlâ hazretleri mubârek dişlerini güldürsün yâ Resûlallah! Neden dolayı gülersiniz.
Server-i kâinât hazretleri buyurdular ki
- Bu hâtunlara hayret etdim ki benim yanımda idiler. Ne vakt ki senin sesini işitdiler kaçıp perde arkasına girdiler.
Hazret-i Ömer 'r.a.' dedi ki:
- Yâ kadınlar! Beni görünce Resûlullahın huzûrunda olduğunuz hâlde niçin korkup kaçdınız. Onun huzûrunda râhat oturup korkmuyorsunuz!
Hâtunlar perde arkasından dediler ki
- Yâ Ömer! Sen yaratılışda şiddetli ve gadablısın.
Server-i kâinât buyurdular ki;
- Ey Hattâb oğlu! Sen sözünden ferâgat et! Varlığım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki şeytân yolda sana rastlasa o yolu bırakıp başka yola sapar yolunu değişdirir.
[Peygamberimizin 's.a.v.' kadınlar ile oturması hicâb âyeti gelmeden evvel idi. Hicâb âyeti gelince kadınlar ile bir arada oturmadı.]
Hızırı Görmek İstiyorum Vaktiyle saf-temiz bir adam Hazreti Hızırı görmek dredine görmüş. Ona birileri:
"- Filan çöle gideceksin filan istikamete doğru yürüyeceksin işte oralarda bir yerlerde Hızır'ı görebilirsin demiş.
O da inanmış o çöle gitmiş ve o istikamete doğru yüürmeye başlamış. Gariban adam çölde epeyce yürümüş. Bir müddet sonra birisiyle karşılaşmış:
"- Selâmun aleyküm..."
"- Aleyküm selâm."
"- Hayırdır yolculuk nereye kurban?" demiş karşılaştığı adam.
"- Ben Hızır'ı görmek istiyorum. bu çölde bu istikamete gidersem görebleceğimi söylediler.... Gidiyorum işte...."
"- Peki Hızır'ı görünce tanıyabilecek misin?..
Saf adam:
"- Vallahi o hiç aklıma gelmedi demiş.
"- Üzülme... Ben sana tarif edeyim: Benim gibi kara kuru seyrek sakallı bir adamdır.
"- Eyvallah kurban demişler ve birbirlerinin tersine yürümüşler.
Çok geçmeden aklı başına gelmişgeri dönmüş ama kara kuru seyrek sakallı Hızır (a.s.) sır olup gitmiş.
Adamcağız kulağını kaşımış ve...
"- Hay Allah kaçırdık." demiş. Hızır'ı kaçırdığına pişman olmuş.
Enes bin Mâlik (R.A.) anlatıyor: “Gözleri görmeyen yaşlı bir hanımın Saib adında bir genç oğlu vardı. Daha hayatının baharında olan bu delikanlı Medine vebasına yakalanmıştı. Uzun zaman hasta yattı. Bir gün delikanlının ziyaretine gittik. Fakat maalesef biz orada iken delikanlı ruhunu teslim etti. Bizde gözlerini kapadık ve üzerine elbisesini örttük. İçimizden biri annesine:
- Onun için Allah’a dua et. dedi. Annesi:
- Ama o öldü. dedi. Biz:
- Olsun sen yine de dua et. dedik. Bunun üzerine kadın çocuğun ayak ucuna oturdu ayaklarını tuttu ve:
- Allahım ben isteyerek sana iman ettim. Senden korktuğum için putları bıraktım. Arzumla sırf senin için hicret ettim. Allahım puta tapanları bana güldürme gücümün yetmeyeceği bu yükü bana yükleme.’ diye dua etti.
Alah’a yemin ederim ki kadın sözünü bitirir bitirmez çocuk ayaklarını kımıldatmaya başladı. Sonra da yüzünden örtüyü attı. Rasulullah (A.S.) ve annesi vefat edinceye kadar da yaşadı.” (Hayatü’s-Sahâbe)
Fahr-i Kainat Efendimiz(S.A.V) yüce davasını aleme ilan etmeden önce çevresinde gençlerden meydana gelen bir nur halkası oluşturulmuştu. Öyle ki o kahramanlar halkasının %80 i 10 ile25 yaş arasındaydı. Hz. Ali Hz. Zübeyr Hz. Talha ve Hz. Saad (R.A) gibi sahabeler o cennet ordusuna daha çocuk yaşlarda katılmışlar ve bazıları daha dünyada iken cennetle müjdelenmişlerdi... Bu gençlerden biri olan Zeyd(R.A) peygamber sevgisiyle güneşi dahi söndürebilecek bir aşka sahipti. O öyle bir aşktı ki Taif'te taş yağmuruna tutulan Efendimiz'e (S.A.V) kendizini siper ettiğinde aldığı yüzden fazla yara ona acı yerine lezzet veriyordu... O sıralarda 22 yaşında olan bu genç sahabe O Zat'ı(S.A.V) muhafaza eden melaike ordusunu bile kıskanıyor ve kendisi gibi genç olan diğer sahabeler tarafından O'nun etrafında oluşturulan koruyuc etten duvarın en önünde yer alıyordu. Bu yüce sahabe güneşin ortalığı kavurduğu bir günde gazve'ye hazırlanırken. Peygamberimizin alnında parıldayan ter damlacıklarını gördü. Her bir damla Zeyd'in kalbine bir hançer gibi saplanmıştı. Dayanamadı başını öfaaale yukarı kaldırarak güneşe çevirdi ve hiç kımıldamadan ona bamaya başladı. Fahr-i Kainat Efendimiz(S.A.V) bütün alemleri kuşatan nuraniyetiyle bir şeyler olduğunu hissetmişti. Hemen Zeyd'e döndü ve kolunu tutarak:
-Zeyddedi.Ne yapıyorsun.? Güneşi söndüreceksin...
Zeydbakışlarını yere çevirdi. Ve peygamberler peygamberinden yansıyan bir nur güneşi ona muhatap etti.Güneş:
-Ya Zeyddiyordu. Ben Efendimizi(S.A.V)incitmek istermiyim hiç.? Sadece O'na daha yakın olmayı arzu etmiştim. İman ve sevgi sırrındaki bu akılalmaz hikmet Mekke sokaklarından bir sevda bestesi gibi bütün alemlere yansıdı ve O'nu sevenlerin gönlüne ulaştı.
Zeyd'den bütün gençlere bir mesajdı bu. Ve''Onu benim gibi sevmelisiniz!'' diyordu.
''Onu benim gibi sevmelisiniz!''
Hifa hatun! Emirü’l-müminîn Hasan bin Ali -radıyallâhu anhümâ-’nın Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’den naklettiği bir hadis-i şerifte:
“Sadece malı için bir kadınla evleneni Allahü Teala fakir eder. Güzelliği için evlenen güzelliğinden fayda görmez. Dini için onunla evlenirse o kadın erkeğe bereket olur.” buyurulmuştur.
Hifa Medine-i Münevvere’de güzelliği dillerde dolaşan genç ve zengin bir kadın idi. Bir gün Peygamber Efendimiz’in -sallallâhu aleyhi ve sellem- huzuruna gelip:
“-Ya Rasulullah bana beni Cennete ***ürecek bir iş öğret!..” dedi.
Herkesin durumuna ve ihtiyaçlarına göre nasihatlarda bulunan İki cihan güneşi Efendimiz:
“-Bir an önce evlenmeni tavsiye ederim. Böylece dininin diğer yarısını emniyete alırsın.”
buyurdular.
Hifa Hanım:
“-Ya Rasulullah bana kim küfüv (denk) olabilir? Beni Habeş hükümdarı Necaşi istemişti. Ubeydullah yüz deve ve daha bir çok şey mehir olarak vaad etmişti. Ben onu da kabul etmemiştim. Siz kimi münasip görürseniz razıyım.” dedi.
O sırada gönlünden Peygamber Efendimizin kendisini müminlerin annelerinden kılacağı ümidi geçiyordu.
Rasulullah kimseyi gücendirmemek için:
“-Yarın sabah mescide ilk önce gelen kimse ile bu hanımın nikahını kıyacağım.” buyurdular.
Sabahleyin Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- mescide ilk önce gelecek kimseyi bekliyordu.
Birden kapıda Süheyb -radıyallâhu anh- göründü. Son derece güzel ve zengin bir kadın olan Hifa’nın aksine Süheyb kimsesiz fakir siyaha yakın renkli çelimsiz görünüşü hoş olmayan bir kimse idi.
Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- sabah namazından sonra Hifa Hatun’u çağırdı ve durumu bildirdi. Hifa Allahü Teâla’nın kazâsına ve Allah Rasulü’nün tavsiyesine gönül hoşluğu ile râzı oldu. Bunun üzerine Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bir hutbe okudu ve:
“-Ey Süheyb kalk hanımın için çarşıdan bir şey al!” buyurdu. Süheyb:
“-Ya Rasulallah bir dirhem gümüşüm bile yok!” dedi.
Hifa Hatun kocasına 10 bin dirhem gümüş hediye ettiğini söyledi. Peygamber Efendimiz Süheyb’i pazara gönderdi. Düğün için gerekli şeyleri alıp dönen Süheyb’e:
“-Ey Süheyb şimdi de hanımının elinden tut ve onu evine ***ür!” buyurdular. Süheyb çaresiz boynunu büktü ve:
“-Filan yerdeki konağımı sana bağışladım. Kalk beni oraya ***ür!” dedi.
Allah’ın Rasülu ikisine de dua etti ve ashab-ı kiramla birlikte bu yeni aileyi yolcu ettiler. Hifa Hatun ve Süheyb -radıyallahu anhuma- yemeklerini hamd ederek tamamladılar. Yatacakları esnada Hifa hatun:
“-Ey Süheyb ben sana nimetim sen bana mihnetsin. Sen bu nimete şükür için ben de bu mihnete sabır tevfikine şükür için gel bu geceyi ibadet ve taatla geçirelim. Sen şükür ediciler bende sabır ediciler sevabına kavuşalım. Zira Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-: “Cennette yüksek bir çardak vardır. Burada sadece şükredenler ve sabredenler bulunur.” Buyurmuşlardı.” dedi.
O gece ikisi de taat ve ibadet ile meşgul oldular. Süheyb ertesi gün mescide geldiğinde Cebrail aleyhisselam geceki hallerini Rasulullah’a çoktan bildirmişti.
Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“-Ey Süheyb geceki halinizi sen mi anlatırsın ben mi haber vereyim?” diye sordular.
Süheyb -radıyallahu anh-:
“-Ya Rasulallah siz söyleyiniz.” dedi.
Rasulullah olanları ve ibadetlerini anlattı. Sonra da ikisini cennet ve cemâl-i ilahi ile müjdeledi. Süheyb sevincinden o an başını secdeye koydu ve:
“-Ya Rabbi eğer beni mağfiret etmişsen bir daha günah kirine bulaşmadan ruhumu kabz et!” dedi.
Allahü Teala duasını kabul etti ve secdeden başını kaldırmadan onun canını aldı. Olanları seyredenler şaşırmış bir kısmı da ağlamaya başlamıştı. Peygamber Efendimiz:
“-Size bundan daha tuhafını haber vereyim mi? Şu ân Hifâ da ruhunu Hakk’a teslim etti.” buyurdular.
Bu iki aşk teslimiyet ve takva âbidesinin cenaze namazını Peygamber Efendimiz bizzat kıldırdı. Ve onları yan yana defnettirdi. Başları ucuna iki tahta koyup birine “bu Allah Teâlâ’nın nimetine şükredenin kabridir”; diğerine de “bu Allah’ın mihnete sabredenin kabridir” yazıldı.
RABBİM bizleride affet bizleri hakkıyla şükreden ve sabredenlerden eyle ALLLAH'IM!....(AMİN....)
Mal Ve Servetİn BekÇİsİ Zekat Hasan anlatıyor: Bir gün etrafına halkalanan sahabilere Peygamber (s.a.v) "zekat mal ve servetin koruyucusudur bekçisidir" diyen hadisi söylerken yanlarına bir Hıristiyan tüccar uğradı. Zekat hakkında Peygamberimizin bütün söylediklerini dinledikten sonra kalkıp giderek zekatını verdi.
Bu hıristiyan tüccarın bir de ortağı vardı ki o sırada Mısır'a ticarete gitmişti. O devirde ticaret kervanlarla yapıldığından hırsızlar sürekli olarak kervanların yolunu kesip paralarını soyuyorlardı. Tüccar da içinden şöyle geçirmişti. "Eğer Muhammed'in söyledikleri doğru ise ortağım malı ile birlikte sağ salim döner ben de iman edip müslüman olurum. Yok eğer Muhammed yalan söyleyip de milleti kandırıyorsa ortağım sağ salim dönmez onu yolda hırsızlar soyarlar ki ben de o zaman kılıcımı çekip Muhammed'e cevap vereceğim."
Bir aralık kervandan bir mektup gelir. Hırsızlar kervanın yolunu kesmiş bütün ağırlıklarını soyup kaçmışlar. Ne mal ne elbise hiçbir şey bırakmamışlar.
Mektubun bu satırlarını okur okumaz derin bir üzüntüye garkolan Hıristiyan tüccar hemen kılıcını kuşanır Peygamber'e savaş açmak üzere yola koyulur. Tam yola çıkacağı sırada ortağı "Arkadaşım sakın üzülme" der. Hırsızlar kervanın önünü kestiklerinde ben kervanın epey arkasındaydım. Bana hiç bir şey olmadı. Ben ve bütün mallarımız kurtulduk. Yakında geleceğim selamlar..."
Bunun üzerine Peygamber'n hak ve doğru söylediğine inanan Hıristiyan tüccar Peygamber'e (s.a.v.) vararak "Ey Allah'ın Rasulü!.." der. "Bana İslamiyeti açıklayın iman edeceğim."
Açıklanınca da imana gelerek İslam bayrağı altına girer ve böylece üstün insanlık şerefini kazanmış olur.
Zülkarneyn (a.s) ölüm endişesi ve nefs engelini aşmaya çalışan bir kavme uğradı. Oradaki insanların elinde dünya serveti namına bir şey yoktu. Rızıklarını sebzeden temin ederlerdi. Sebzelerini korumakta çok ihtimam gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes kendi mezarını kazarhergün mezarını temizler ve ibadetlerini burada yapardı. Zülkarneyn (a.s.) bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar:
"Ben kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir." dedi.
Zülkarneyn (a.s.) bu söz üzerine hükümdarın yanına giderek:
"Ben seni davet ettim niye gelmedin?" dedi.
Hükümdar:
"Sana bir ihtiyacım yok olsa gelirdim." cevabını verdi.
Bunun üzerine Zülkarneyn (a.s):
"Bu haliniz nedir? Sizdeki bu hali kimsede görmedim." deyince hükümdar:
"Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki bunlardan bir miktar bir kimsenin eline geçerse bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde değiliz." dedi.
Zülkarneyn (a.s):
"Bu mezar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz?" diye sordu.
Hükümdar:
"Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca her şeyden vazgeçeriz." dedi.
Zülkarneyn (a.s.):
"Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yoktur? Hayvan yetiştirseniz sütünden etinden istifade etseniz olmaz mı?" dedi.
Hükümdar:
"Midelerimizin canlı hayvanlara mezar olmasını istemedik. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra hiç birinin tadını alamayız." diye cevap verdi.
KAYNAK: TOPBAŞ Osman Nuri Mesnevi Bahçesinden Bir Testi Su Erkam Yayınları Altınoluk Dizisi 20 s. 1114-116
Bu AkŞam Hİndİstan'da Hz. Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere hayati bir mesele için Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s) benzi sararmış korkudan titreyen adama sorar:
"Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana..."
Adam telaş içinde:
"Bu sabah karşıma Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki benim canımı almaya kararlı..."
"Peki ne yapmamı istiyorsun?"
Adam yalvarır:
"Ey canlar koruyucusu mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt kuş dağ taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail (a.s) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!"
Hz. Süleyman adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve:
"Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya ***ürür.
Öğleye doğru Hz. Süleyman divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmışdivanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır:
"Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der. Azrail (a.s) cevap verir:
"Ey dünyanın ulu sultanı! Ben o adama öfaaalehışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (cc) bana emretmişti ki:
"Haydi git bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!"
"Ben de bu adamın yüz kanadı olsa bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi."
Peygemberlİk Semasi Hz. Musa miraçta Peygamber Efendimize (s.a.v.) "Ümmetimden öyle insanlar gelecek ki benden evvel gelseydi peygamberlik semasında görürdünüz." sözünü hatırlatarak "Ya Muhammed (sav) bu sözüne delil isterim" demiş.
Efendimiz İmam-ı Gazali Hazretlerini çağırmış o ruhanîyeti ile temessül etmiş. Hz. Musa "Sen Kimsin?" diye sormuş. İmam-ı Gazali "Abdullah oğlu Ahmet Oğlu" diyerek bütün seceresini saymış ve sonunda "Gazali" demiş. Hz. Musa: "Niçin bu kadar uzattın baştan söyleseydin ya Gazali" deyince İmam-ı Gazali: "Ya Musa Allah (c.c.) Tûr dağında sana "O elindeki nedir?" diye sorunca sen hemen "Asadır" demedin "Ya Rabbi ben bunu şuralarda kullanırım bu şundan yapılır" diye anlattıktan sonra "Bu asadır" dedin" demiş. Hz. Musa "Ben o zaman Rabbimle konuşuyordum o konuşmayı uzatabilmek o fırsatı değerlendirmek için öyle söyledim." diye cevap vermiş. İmam-ı Gazali: "Ya Musa sen öyle bir fırsatı değerlendirmek için sözü uzatırsın da ben Allah'ın ulül azm bir peygamberi ile konuşma şerefine ermişken hiç sözü kısa tutar mıyım?" deyince Hz. Musa "Ya Muhammed sözünde haklıymışsın." demiş.
* * *
Allah o büyükleri tanımaya onlara karşı haddini bilmeye onların yollarına ve yaptıkları hizmetlerde onlara yardıma insanımızı ve insanlığı muvaffak eylesin.