Dini Hikayeler ve kıssalar...Ağlanacak Şey...

Onlar ev de yapacaklar mı?

Nuh aleyhisselam zamanında insanların ömürleri uzunmuş 800 – 1000 sene yaşarlarmış. Bir kadının oğlu ölür. Kadın çok ağlar. Komşu kadınlardan birisi der ki:
- Niye bu kadar ağlıyorsun Allahü teâlânın takdiri böyleymiş.
- Elbette öyledir ben ona ağlamıyorum.
- Ya niye ağlıyorsun?
- Yavrum fazla gün görmedi diye annelik şefkatiyle ağlıyorum.
- Oğlun kaç yaşındaydı?
- 275 yaşındaydı.
- İyi ama sen buna ağlıyorsun da ahir zamanda gelecek ümmet ne yapsın ömürleri 50-60 sene olacak.
- Ciddi mi söylüyorsun?
- Elbette.
- Allah Allah onlar ev de yapacaklar mı?
- Hem de kaç tane yapacaklarmış.
- Ben onların yerinde olsaydım çadırımın kazığını bile değişmezdim
 
Onu Melekler yıkadı

Uhud savaşına bir günlük evli olmasına rağmen Peygamber efendimizin emrine uyan Hz. Hanzala da katılmıştı. Savaş sona erince Müslümanlar Medine’ye dönmeye başladılar. Harbe iştirak edenlerin yakınları acaba bizden geriye dönen olacak mı heyecanı içerisinde yollara sıralanmışlardı. Bunların arasında henüz bir günlük evli olupgece yarısı sevgili Peygamberimizin emrine uyarak harbe giden ve şehitlik şerbeti içen Hz. Hanzala’nın hanımı da vardı. Herkes büyük bir heyecanla harpten dönenlere yakınlarını soruyor fakat hiç kimse kimseye cevap vermiyordu. Ancak sorulan soruları sevgili Peygamberimiz “aleyhisselam” cevaplıyordu.

En son olarak soru sorma sırası Hanzala’nın hanımına gelmişti. Resulullah efendimize yaklaşarak sordu:
-Ey Allah’ın Resulü! Hanzala nerede?

Sevgili Peygamberimiz cevabında buyurdu ki:
- Hanzala şehit oldu.

Bunu üzerine Hanzala’nın hanımı yere bakarak sessizce;
-Ya Resulallah şu anda söyleyeceğim bir aile sırrıdır. Sizler de biliyorsunuz ki kocamla daha henüz ilk evlendiğimiz geceydi. Hanzala sizin mübarek emrinize uyarak boy abdestini dahi alamadan hemen harbe katıldı. Bu sebeple emir veriniz de kocamı bulsunlar ve yıkasınlar dedi.

Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Sen Hanzala için hiç merak etme! Ben Hanzala’yı meleklerin yıkadığını gördüm.)
Bunun için ona “Gasilül-melâike” yani (Meleklerin gusül ettirdiği Hanzala) denir.
 
Padişahın işi ne

Sultan Murat Han o gün bir hoştur. Telaşlı görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil üzüntülü deseniz hiç değil. Vezir-i a’zam Siyavuş paşa sorar:
- Hayrola sultanım canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah.
- Hayır mı şer mi öğreneceğiz. Hazırlan dışarı çıkıyoruz.


Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Hızlı ve kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar döner Vefa’yaZeyrekten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Ahali ile aralarında şöyle konuşma geçer:
- Kimdir bu?
- Aman hocam hiç bulaşma ayyaşın biri işte!
- Nereden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.

Bir başkası tafsilata girer. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır. Nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine hem de nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine.

Hele yaşlının biri çok öfkelidir; isterseniz komşulara sorun der sorun bakalım onu cemaatte bir gören olmuş mu?

Hasılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar ortada. Tam vezir de toparlanıyordur ki padişah sorar:
- Nereye?
- Bilmem bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz şöyle veya böyle tebaamızdır. Defini tamamlasak gerek.

- İyi ya saraydan bir kaç hoca yollar kurtuluruz vebalden.
- Olmaz rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam. Naşı kaldırmalıyız en azından.
- Yapmayın sultanım bunun yıkanması var. Tekfini telkini...
- Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim Ayasofya‘dan Süleymaniye’den en azından Fatih camiinden.
- Ayasofya ile Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camiini iyi dedin. Hadi yüklenelim.

Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez.

Meçhul nalıncıyı kefenler tabutlar musalla taşına koyarlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım der yanlış yapıyoruz galiba! Heyecana kapıldık sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı yetimleri vardır.
- Doğru öyle ya neyse sen başını bekle ben mahalleyi dolanıp geleyim.

Padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Sorar soruşturur nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın aralar. Hadiseyi aaaanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir. Hakkını helal et evladım der. Belli ki çok yorulmuşsun. Sonra eşiğe çöküp ellerini şakaklarına dayar. Biliyor musun oğlum diye dertli dertli söylenir! Bizim efendi bir âlemdi vesselam. Akşamlara kadar nalın yapar. Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya.

Sonra malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı diye sorar onlar da aldın derlerdi. Öyleyse şimdi dinleseniz gerek deyip çeker gider ben menkıbeler anlatırdım onlara. Mızraklı ilmihal Huccetül İslam okurdum ..

- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.
- Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki derdi tekbir alırken Kâbe’yi görmeli.
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- İşte bu yüzden Nişancı’ya Sofular’a uzanırdı ya. Hatta bir gün bak efendi dedim sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada.
- Doğru öyle ya!
- Kimseye zahmetim olmasın deyip mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim iş mezarla bitiyor mu dedim. Seni kim yıkasın kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü sonra Allah büyüktür hatun dedi. Hem padişahın işi ne?

Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki halk onları bilmez. Hoş bazen kendileri de makamlarının farkında değillerdir. Hulus-u kalb ile boyun büker ümmet-i Muhammedehalifeyi müslimine dua ederler. Samimi niyazları ile zırh olurlar sultana. Bir seher vakti göz yaşı ile yapılan dua binlerce topun yapamadığını yapar. Kralları yıkar kaleleri paralar.

İşte nalıncı baba o adsız şânsız Allah dostlarından biridir. Asıl adı Muhammed Mimi Efendidir. Bergamalıdır. 1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü. Ve mübareği evinin bahçesine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe içine bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi Unkapanında Cibali tütün fabrikasının arkasında Harabzade Camii karşısındadır.
 
Ramazana hürmetin neticesi

Bir Ramazan günü idi. Müslüman mahallesinde oturmakta olan bir Mecusi’nin küçük çocuğu oruçlu müslümanların arasında ekmek yiyordu. Babası çocuğun bu yaptığını görünce (Oğlum Müslümanların arasında yemek yenir mi? Onlar bu günlerde oruç tutarlar bu günler onların mübarek günleridir saygı göstermek lazım) diyerek azarladı ve (Git evde ye) diyerek çocuğu eve gönderdi.

Bu olaydan birkaç sene sonra bu Mecusi öldü. Ölümünden sonra o şehirdeki bir müslüman rüyasında bunu Cennet-i âlâda gördü. Mecusiye (Nasıl oldu da bu nimete eriştin! Biz seni Mecusi bilirdik. Hatta öldüğün zaman cenaze namazını bile kılmadık) dedi.

O da şu cevabı verdi:
“Evet! Doğru söylüyorsun. Ben bir Mecusi idim. Fakat bir gün küçük oğlum müslüman mahallesinde onlar oruçlu olduğu halde yemek yiyordu. Ben çocuğun onların gözleri önünde ekmek yemesine müsaade etmedim. Müslümanların hürmet ettiği bir şeye ben de hürmet ettiğim için; Cenab-ı Allah hasta yatağımda beni Müslüman olmakla şereflendirdi. Müslüman olarak öldüğüm için bu nimete kavuştum.”
 
************************************************** ***

Rüyadaki padişahlığın ne kıymeti var?

Padişahın biri üç beş yardımcısıyla kırlara gezmeye çıkar. Ağacın altında uyuyan birisini görünce yanındakilere (Şu garibi uyandırın yılan falan zarar verebilir) der. Adam uyandırılınca bakar ki karşısında padişah başlar söylenmeye (Niye beni uyandırdınız rüyada ne güzel padişahtım saraylarım ordularım vardı şöyle emrediyordumşunları yapıyordum...)

Bunun üzerine padişah gülerek (İyi ama bak kendin söylüyorsun rüyada diyorsun rüyadaki padişahlığın ne kıymeti var bak gözünü açınca bitti) der. Adam cevap verir: (Benim padişahlığım gözümü açınca bitiyor senin ki gözünü kapatınca bitecek ne farkı var?)
 
Rüzgarayakı istemeyin benden

Peygamber efendimizden önce yaşamış olan Hatim-i Tai cömertliği ile meşhur bir şair idi. Onun ülkesinde at eti yenirdi. Hatim-i Tai’nin pek çok atı vardı. Atının biri dillere destan olacak kadar her bakımdan mükemmel bir Arap atıymış. Çok hızlı koştuğu için adını Rüzgarayak koymuşlar.

Zamanın hükümdarı Hatimin söylendiği gibi gerçekten cömert olup olmadığını öğrenmek ister. Gözde veziri ile istişare edip bütün servetine bedel olan Rüzgarayak isimli atını istemek için on kişi gönderir. Eğer bu seçkin atı vermezse cömertliği anlatılanlar gibi olmadığı anlaşılacaktır.

On kişi kendilerini tanıtmadan bir gece Hatimin evine misafir olurlar. Hatim hemen bir at kestirip ziyafet hazırlatırken yorgunluklarını gidermek için misafirlere yıkanacak yeri gösterir yeni çamaşır ve elbise verir.

Muazzam ziyafetten sonra on kişi kendilerini tanıtıp hükümdarın arzusunu bildirirler:
- Hükümdarımız ünü cihana yayılan Arap atınızı istiyor.
Hatim bir ah çekerek der ki:
- Aaah ki ah... Beni en ince noktadan vurdunuz. Elimi ayağımı bağladınız. Tek bütün servetimi isteyin de Rüzgarayakı istemeyin benden. Hatta canımı isteyin hükümdarıma vereyim. Fakat onu istemeyin.

Hatimin böyle söyleyip ağlaması üzerine gelen heyet Arap atının çok kıymetli olduğunu anlayıp derler ki:
- Ey cömert insan nasıl iştir bu canını veriyorsun da bir atı vermiyorsun? Anlaşılan atın bütün servetinden hatta canından daha kıymetliymiş.
- Hayır öyle değil. Gece aniden misafir geldiğiniz için yılkıların otlağına gidip at getirinceye kadar belki sabah olurdu. Misafirlerim aç uyuyacaklarına evim başıma yıkılsa daha iyi olurdu. Onun için çok sevdiğim Rüzgarayakı kesmek zorunda kaldım. Misafirin gönlünü hoş etmek en ünlü atımdan servetimden hatta canımdan daha kıymetlidir.
Hatim defalarca özür diledi. Misafirleri uğurlarken her birine birer Arap atı ile birer kese altın verd
 
Sabaha kadar namaz kıl hatırlarsın

Adamın biri parasını sakladığı yeri unutmuştu. Ne kadar düşündü ise günlerce aramasına rağmen parayı sakladığı yeri bir türlü hatırlayamıyordu. Benim bu derdime bir çare bulursa o bulur diyerek doğru imam-ı a'zam hazretlerinin huzuruna gitti.

İmam-ı a'zam dedi ki:
“Bu senin meselen fıkıhla ilgili değil ama yine de sana bir akıl vereyim: Sen git bu gece sabaha kadar namaz kıl ümit ediyorum ki paranı koyduğun yeri hatırlarsın.”

Adam o gece sabaha kadar ibadet etmeye karar verip abdest aldı namaz kılmaya başladı. Daha gecenin yarısı bile olmadan parayı koyduğu yeri hatırladı. Namazı bıraktıdoğru parayı koyduğu yerden alıp yattı.

Sabah olunca imam-ı a'zama (Allah senden razı olsun bu derdime de çare buldun. Daha gecenin yarısında parayı koyduğum yeri hatırladım) deyince Hazret-i İmam(Keşke sabaha kadar ibadete devam etseydin. Çünkü şeytan senin sabaha kadar ibadet etmene tahammül edemediği için daha gecenin yarısında sana hatırlatmış. Sabaha kadar da şükür namazı kılsaydın daha iyi ederdin. Sen parayı bulunca namazı bıraktın) dedi.
 
Sahibini kim bilmez

İslam âlimlerinin büyüklerinden Abdullah bin Mübarek birkaç koyun otlatan bir çocuk gördü. Ona acıdı. (Zavallı Çocuk!.. Küçük yaşta çobanlık yapıyor. Büyüyünce Allahü teâlânın ibadet ve marifetine nasıl kavuşur) diye düşündü. (Gidip çocuğa Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim) diye çocuğun yanına geldi ve aralarında şu konuşmalar geçti:
- Evladım Allahü teâlâyı bilir misin?
- Kul sahibini nasıl bilmez!..

- Allahü teâlâyı ne ile biliyorsun?
- Bu koyunlar ile.

- Bu koyunlar ile Onu nasıl biliyorsun?
- Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunları koruyucu birisi lazımdır ki bunlara su ve ot versin! Kurttan ve diğer tehlikelerden korusun. Bundan anladım ki bu âlemdeki her şey insanlar ve cin bu hayvanlar canavarlar kanatlı kuşlar Yaratıcısız olamazlar. İşte bu koyunlar ile Allahü teâlâyı böylece bildim.

- Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?
- Hiçbir şeye benzetmeden bilirim.

- Böyle olduğunu nasıl bildin?
- Yine bu koyunlardan.

- Nasıl yani?
- Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlar benim ne düşündüğümü ne yapacağımı bilemez. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler ve ne de ben onlara benzerim. Buradan bir çoban koyunlarına benzemezse Allahü teâlânın elbette kullarına benzemeyeceğini anladım: “Ona benzeyen bir şey yok. O her şeyi işitir ve görür.”

- İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi?
- Ben bu sahralarda nasıl bir ilim öğrenebilirim?

- Peki başka neler biliyorsun?
- Üç ilim bilirim. Gönül ilmi dil ilmi ve beden ilmi.

- Bunlar nelerdir?
- Gönül ilmi şudur ki; bana kalb verdi. Kendini tanımak ve sevmek yeri yaptı. Bu kalb ile Onu bileyim. Onun sevdiklerine gönülde yer vereyim. Sevmediklerine yer vermeyeyim ve böylelerinden uzak olayım.

Dil ilmi şudur ki; bana dil verdi. Dili zikir etmek Onun adını söylemek yeri yaptı. Bununla Onu hatırlayıp adını söylemeyi Ondan bahsedilmeyen sözden onu korumayıböyle sözden uzak olmayı istedi.

Beden ilmi şudur ki bana beden vermiştir. Onun ile kendine hizmet olan her şeyi yaparım. Hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.

- Maşallah evladım sana. Bana bir diyeceğin var mı?
- Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızası için öğrendiysen insanlardan istemeyi kes! Yok dünya için öğrenmişsen Cennet arzu ve isteğini kalbinden çıkar
 
Sakın insanların içine girme

Harun Reşid Behlül Dânâ’nın kulübesine gelir ve ona insanlardan niye kaçtığını saraya niçin gelmediğini sorar. Behlül susar. Harun Reşid saraya gelmesi için çok ısrar edince (Danışmam lazım) der.

Harun Reşid (Kime istiyorsan danış) der.

Behlül kulübeden çıkar. Bitişikteki helaya yönelir ama girdiği gibi geri gelir. (Danıştım tavsiye etmiyorlar) der. Harun Reşid şaşırır (Anlayamadım kime danıştın neyi tavsiye etmiyorlar?) diye sorar.

Behlül der ki:
(Heladaki pislikler lisan-ı hâl ile dediler ki: “Sakın insanların içine girme. Bak biz taze meyveler has ekmekler ve nefis kebaplar idik. Bir kere insanların içine girdik böyle olduk. Sen sen ol onlardan uzak dur!
 
Sana azab-ı ilahi gelir

Adamın biri tek başına yolculuk yaparken şeytan insan kılığında yanına gelip arkadaş oldu. Adam öğle namazını ikindi namazını akşam namazını ve yatsı namazını kılmadı. Şeytan hayretler içinde kalıyordu. Her seferinde belki vaktin sonunda kılar belki unuttu kaza eder diye bekledi. Ama olmadı.

Uyuma vakti geldi adam yatıp uyudu. Sabah oldu adam sabah namazını da kılmayınca şeytan adamdan ayrılmak istediğini belirtti. Adam (Ne güzel yol arkadaşlığı yapıyoruz seni üzdüm mü? Bir şey yaptıysam söyle) dedi. Şeytan cevap vermedi. Adam ısrar etti (Yoksa söylemeden bırakmam) dedi.

Şeytan (Sen benim kim olduğumu biliyor musun?) dedi. Adam (Sen söyledin ya filan kimsesin) dedi. Şeytan (Hayır ben şeytanım. Tam iki yüz bin sene ibadet ettim. Bu kadar zaman içinde bir kere Allah'a asi oldum ve ondan dolayı da kovuldum. Sen ise bir günde tam beş kere isyan ettin. Belki şimdi sana azab-ı ilahi gelir. Senin yanında olmam hasebiyle ben de azaba uğramaktan korkuyorum) diyerek adamdan uzaklaştı.
 
Sen bizi kiminle sanırsın

Yavuz Sultan Selim hayatının son demlerinde yanından ayırmadığı doktoru Hasan Can'a hasta yatağında bulunduğu bir sırada:

- Hasan beni nasıl görüyorsun dedi. Hasan Can:
- Sultanım Allahü teâlâya kavuşmak zamanıdır. Artık Ona yönelin! dedi.

Yavuz:
- Ya Hasan bunca zamandır sen bizi kiminle sanırsın? dedi.

Hasan Can (Sultanım hiç bir zaman sizin için öyle düşünmedim ve düşünmem. Yalnız şu var ki her zamanki hâlinizle şimdiki hâliniz mukayese edilemez... Ben bu bakımdan size hatırlatmak istedim) demişti ki Padişahın ağzından artık son defa La ilahe illallah Muhammedün Resulullah dediği duyuldu.

Yavuz Sultan Selim Han şehadet getirerek ruhunu teslim etti.
 
Sen elinde olanı yaptın

Kendisini içkiden kurtaramayan bir müslüman hizmetçisine dört dirhem verir. İçki almasını söyler.
Hizmetçi giderken Mansur bin Ammarisimli bir zatın bir fakire yardım topladığını görür. Mansur (Bu fakire 4 dirhem verene 4 dua ederim) der. Hizmetçi fakire 4 dirhemi verir. Mansur der ki:
- Hangi duayı etmemi istersin?
- Hizmetçilikten kurtulmak istiyorum.
- İkinci isteğini söyle!
- Fakire verdiğim dört dirhem benim değildi. Benden bunu isterler. Dört dirheme kavuşmayı isterim.
- Üçüncü isteğin nedir?
- Efendimin tevbe edip içkiyi bırakmasını istiyorum.
- Dördüncü arzun nedir?
- Allahü teâlânın beni efendimi seni ve kavmimizi affetmesini istiyorum.

Mansur bin Ammarhepsi için gerekli duayı yapar. Hizmetçi evine gidince efendisi geç kalmasının sebebini sorar. Hizmetçi durumu anlatır. Efendisi sorar:
- Sen neler istedin?
- Hizmetçilikten kölelikten kurtulmayı istedim.
- Peki seni azat ettim. Başka ne istedin?
- Dört dirhem istedim.
- Al şu dört dirhemi. Başka ne istedin?
- Tevbe edip içkiyi bırakmanı istedim.
- Tevbe ettim. Başka ne istedin?
- Allahü teâlânın hepimizi affetmesini istedim.

Efendisi duraklar (İşte bu benim elimde değildir) der. O gece rüyasında (Sen elinde olanı yaptın da biz elimizde olanı yapmaz mıyız? Seni de hizmetçini de Mansuru da ve orada bulunan hepinizi affettik) denir
 
Sen hani zengindin

İbrahim Edhem hazretlerine adamın biri bir miktar para hediye vermek ister.
- Ben zenginin verdiğini alırım. Fakirsen verdiğini almam.
- Zenginim efendim.

- Kaç altının var?
- İki bin altınım var.

- Bu paranın dört bin olmasını ister misin?
- İsterim.

- Altı bin olmasını ister misin?
- Elbette isterim.

- Yani ne kadar çok olursa daha fazlasını istersin öyle mi?
- Elbette efendim.

- Sen hani zengindin? Bayağı fakir biriymişsin. Zengin olsan daha fazlasına ihtiyacın olmazdı. Git bunları da o paralarının üzerine koy da biraz artsın.
 
Sen namazı da kaza et

Zahid olarak bilinen fakat riyakâr olan biri padişahın misafiri olmuştu. Sofraya oturduklarında her zaman yediğinden daha az yedi. Namaza kalktıklarında her zamankinden daha yavaş kıldı. Padişahın kendisini takdir etmesini istiyordu.

Evine dönünce sofra kurdurdu yemek istedi. Anlayışlı bir oğlu vardı. Babasına (Sultanın ziyafetinde bir şey yemedin mi baba?) diye sordu. (Onların önünde ayıplamasınlar diye işe yarayacak kadar bir şey yemedim) dedi. Çocuk cevap verdi (Öyleyse baba sen namazı da kaza et! Çünkü onu da işe yarayacak gibi kılmamışsındır!..)
 
Sende kibir var

Abdulvahhab-ı Şarani hazretlerinin hocası Şeyh Zekeriya Ensari hazretleridir. Bu zatın da çok büyük bir hocası vardı. Bir gün hocası ile beraber otururken Hızır aleyhisselam gelmiş. Sohbetin sonunda Hızır aleyhisselam bu zatın hocasına "Senin bu talebenin çok büyük bir suçu var. Bunun bundan daha fazla ilerlemesi mümkün değil. Bundan tevbe etmedikçe kurtulamaz" deyip kaybolmuş. Şeyh Zekeriya Ensari hazretleri "Aman efendim ne olur Hızır aleyhisselamı çağırsanız da bu suçun ne olduğunu öğreneyim" diye yalvarır. Fakat hocası "Hızır aleyhisselam çağırmakla gelmez. Kendisi ne zaman isterse o zaman gelir" buyurur. Bu zat günlerce tevbe eder nerede kusuru olduğunu düşünür ama bulamaz. Bir gün yine hocası ile beraberken Hızır aleyhisselam gelir. Hemen tabii ki bu mevzuyu sorarlar. Hızır aleyhisselam buyurur ki:
"Sende kibir var. Yazdığın yazıların altına (Şeyh Zekeriya Ensari) diye yazıyorsun. Şeyhlik kim sen kimsin" der. Bunun üzerine hemen tevbe edip bundan sonra yazılarının altına (İnsanların en aşağısı Zekeriya) vb tarzında sıfatlarla beraber ismini yazmaya başlar. Ki kendisi gerçekten Şeyh idi.

Şeyh Zekeriya Ensari zamanında yaşadığı yerin Sultanı bir karar alır fakat bu kararın dine aykırı yerleri ve halka zarar veren yanları da vardır. Bunu duyunca hemen atına biner ve doğru sultanın olduğu kaleye hareket eder. Sultanın adamları bunu duyunca sultana "Efendim Şeyh hazretleri geliyor" derler. Sultan "Eyvah kaleyi kapatın kapıları zincirleyin" der. Kapıları kapatıp zincirleri takarlar. Mübarek kapıya gelince elindeki not defterini zincirlere tutar. Zincirler kırılır kapılar açılır ve doğru sultanın yanına gider. Sultan "Efendim ne kusur işledik? Suçumuz nedir?" diye sorar. Sultana yaz “Filan emrim yanlıştır doğrusu budur" der ve gerekeni yazdırır sonra çıkar gider ve giderken de "Hadi kapat kapılarını artık" der.


************************************************** *****
Senin hâlin n’olacak

Bir hac ibadeti sırasında Harun Reşid ve Behlül yüksekçe bir yere oturup oradan ibadet ve dua eden ve bu arada ağlayıp gözyaşı döken insan selini seyrediyorlardı. Behlül Dânâ halifeye dedi ki:

- Ey müslümanların halifesi bütün bu ağlayıp sızlayan insanlar kendi nefslerinin günahlarının hesabını verip veremeyeceklerini bilmedikleri için ağlaşıyorlar. Halbuki sen kendi nefsinin hesabı yanında bütün bu insanların da hesabını vereceksin. Senin hâlin n’olacak?
 
Ozanımız karayolu ile Erzıurum a konsere gidiyormuş...

Yolda koyun sürülerine rastlamaya başlamış...Birden hayatında şimdiye kadar hiç hissetmediği bir duyguya kapılmış..Kuzu sevmek istemiş...Bir kaç sürü geçmiş tereddüt içinde..Dursam mı durmasam mı diye...

En sonunda demiş..Karşıma ilk gelen koyun sürüsünü görünce arabayı durdurup kuzu sevecem diye...Ve gördüğü ilk koyun sürüsünde durdurmuş arabayı...

Almış bir kuzu seviyormuş...Derken çoban gelmiş...Ozan'ın gözlüğünü çıkarmış ve sormuş : -Sen Uğur Işılak değilmisin?...Ozan evet deyince sıkıca sarılmış...Allah'a şükür diye...

Meğerse bu çoban kısa bir süre önce Ozanı televizyonda görmüşozanı çok sevmiş ve Allaha dua etmiş.Demiş ki : - Allah'ım bu adamı bana ölmeden dünya gözü ile bir göster....

Evet arkadaşlar Mevlam ın işine bakın...Koskoca sanatçıyı İstanbul'dan Erzurum'a çobanın ayağına gönderiyor..Belkide o konser sırf çobanın duası kabul edilsin diye bir sebebti...

Ozan bir çok sürüde durmamasına rağmen gidiyor O çobanın sürüsünün yanında arabasını durduruyor...Ne için peki...Kuzu sevmek içi...Hayatında hiç yapmadığı bir şey yapmak için...Tesadüf değil Tevafuk...

Mevlam neylerse güzel eyler.
 
Adam yeni kamyonuna bakmak için evinden çıktığında üç yaşındaki oğlunun gayet mutlu bir biçimde elindeki çekiçle kamyonunun kaportasını mahvettiğini görmüş. Hemen oğlunun yanına koşmuş ve çocuğun eline çekiçle vurmaya başlamış. Biraz sakinleşince oğlunu hemen hastaneye ***ürmüş. Doktor çocuğun kırılan kemiklerini kurtarmaya çalıştıysa da elinden bir şey gelmemiş ve çocuğun iki elinin parmaklarını kesmek zorunda kalmış. Çocuk ameliyattan çıkıp gözlerini açtığında bandajlı ellerini fark etmiş ve gayet masum bir ifadeyle “Babacığım kamyonuna zarar verdiğim için çok üzgünüm.” demiş ve sonra babasına şu soruyu sormuş: “Parmaklarım ne zaman yeniden çıkacak?” Babası eve dönmüş ve hayatına son vermiş...
Birisi masaya süt döktüğünde ya da bir bebeğin ağladığını işittiğinizde bu öyküyü hatırlayın. Çok sevdiğiniz birine karşı sabrınızı yitirdiğinizi anladığınızda önce biraz düşünün. Kamyonlar onarılabilir ama kırılan kemikler ve incinen duygular hiçbir zaman onarılamaz; genellikle kişiyle performansı arasındaki farkı göremeyiz. İnsan hata yapar. Hepimiz hata yaparız. Fakat öfaaale ve düşünmeden yapılan şeyler insanı sonsuza kadar rahatsız eder. Harekete geçmeden önce durun ve düşünün. Sabırlı olun. Anlayış gösterin ve sevin.
 
SEYTANLARIN TOPLANTISI
> Iblis butun seytanlarla buyuk bir toplanti duzenlemis. Ve onlara demis ki:
> 'Biz Muslumanlari camiye gitmekten alikoyamiyoruz.Onlari Kur'an
> okumaktan ve dogru isler yapmaktan da alikoyamiyoruz. Ayrica onlari
> surekli Allah'i ve Rasulu Muhammed'i dusunmekten de alikoyamiyoruz.Onlarin Allah ile baglantilari cok guclu kiramiyoruz.'
> 'Oyle ise birakin onlari camilere gitsinler birakin birlikteliklerini
> ve dayanismalarini surdursunler.Fakat onlarin zamanlarini calin.!!!
> Boylelikle onlar Allah'i ve Rasulu Muhammed'i dusunecek baglantilarini guclendirecek zaman bulamasinlar.'
> 'Iste sizden istedigim bu' dedi iblis.' Gun boyunca Allah'i dusunecek
> baglantilarini gelistirecek zamanlari olmasin onlari surekli mesgul edin.'
> Seytanlar
> bagirdi: '
> Bunu nasil yapabiliriz ki?'
> 'Onlarin akillarini surekli kucuk detaylar ile mesgul edin' diye cevapladi
> iblis.
> ' Onlari surekli harcamaya tesvik edin harcasinlar harcasinlar
> harcasinlar sonrada
> borclansinlar borclansinlar.'
> 'Hanimlari uzun saatler evin disinda calismaya tesvik edin ayni zamanda
> erkekleri de haftada 6-7 gun gunde 10 - 12 saat calismaya tesvik edin
> Boylece onlarin kendilerine ve ailelerine ayiracak hic bos zamanlari
> kalmasin.'
> 'Onlari cocuklari ile vakit gecirmekten alikoyunevde bile islerinin
> baskisini uzerlerinde
> hissetsinler. Kafalarini oyle mesgul edin ki onlar onlari Allah ile
> birlikte olmaya cagiran kucuk sesleri bile duyamasinlar.'
> 'Onlari surekli muzik dinlemeye tesvik edin evdeiste hatta araba
> surerken bile radyo teyp CD dinlesinler. Evlerinde TV VCD CD ve Bilgisayar
> surekli acik olsun Hatta restoranlarda alisveris merkezlerinde bile
> surekli muzik calsin. Bu
> onlarin akillarini surekli mesgul eder boylece Allah'i ve Rasulu
> Muhammed'i dusunecek hic vakitleri kalmaz.'
> Masalarinda sehpalarinda surekli gazetelermagazinler olsun bunlardaki
> haberlerle 24 saat
> akillarini mesgul edin. Hatta araba surerken zamanlarini
> calmak icin eklam panolarini kullanin.'
> 'Onlarin mailbox'larini reklamlar sacma sapan mektuplar junk mailer
> siparis kataloglari ile
> doldurun ki temizlemek icin zaman harcasinlar.'
> 'Guzel cekici modellerin resimlerinin magazinlerin
> kapaklarinda TV ekranlarinda surekli gorunmesini saglayin ki erkekler
> gercek guzelligin bu
> olduguna ve de dis guzelligin cok onemli olduguna inansinlar zamanla
> karilarini begenmez olsunlar.'
> 'Hanimlarin cok yorgun olmalarini saglayin oyle ki kocalarina sevgilerini
> gosteremesinler. Surekli baslari agrisin. Eger kocalarina sevgilerini ve
> ilgilerini
> gosteremezlerse onlar da mutlulugu disarida baska yerlerde aramaya
> baslasinlar.'
> Bu da ailelerin daha cabuk dagilmasina sebep olur.'
> 'Onlara anlamsiz sacma hikayelerle dolu kitaplar verin ki
> çocuklarina yasamin gercek anlamini ve imani anlatacak yerde onlari
> okusunlar.'
> Onlari cok mesgul edin ki disariya cikip dogayi inceleyip Allah'in
> yarattiklarindan ders almalarina engel olun.Doganin
> mukemmelliginiyaratilisin ne
> kadar mukemmel oldugunu anlayamasinlar.
> Onlari kapali alanlara oyunlara konserlere sinemalara gitmeleri icin
> tesvik edin ki doga ile birlikte olmaya vakit bulamasinlar. '
> Onlari surekli mesgul edin. 'Eger olur da kendi gibi dusunen
> arkadaslariyla bir araya gelirlerse
> onlari dedikodu etmeye tesvik edin. Oyle seyler konusmalarini saglayin ki
> aralarinda
> ihtilaf ciksin ve ayrilirlarken darginliklar olsun.'
> "Hayatlarinin o kadar guzel ve mukemmel olmasini saglayin ki Allah'i ve
> O'nun gucunu dusunecek durumda olmasinlar. Her seyi kendilerinin elde
> ettigine ve
> de kendi gucleri ile bu mukemmel hayata sahip olduklarina inansinlar.
> Sagliklarina ve elde ettikleri
> nimetlere sukretmek ihtiyaci duymasinlar.
> Iste buyuk plan bu. Seytanlar Muslumanlari her yerde mesgul etmeye
> telasla kosusturmaya calisiyorlar. Oyle ki Allah'i dusunecek hatta>
> ailelerine ayiracak kucucuk zamanlari dahi kalmasin.
> Diger Muslumanlar ile Allah'in gucunu Onun Rasulu Muhammed'i konusacak
> zamanlari kalmasin .


> Peki sizce seytan bu gorevinde basarili oluyor mu ? Siz karar verin.
 
Eshab-ı aaaf (Mağara Arkadaşları) Hazreti Isa aleyhisselâmdan sonra încil ehlinin işi karmakarışık alt üst olmuş aralarında günahkârlar büyümüş hükümdarlar azgınlaşmış ve putlara tapar; putlar için kurbanlar keser hale gelmişlerdi. Bu yolda en ileri gidenlerden birisi de Rum hükümdarlarından Dekyanus idi. Bu hükümdar Rum diyarını dolaşıp putperestliği kabul etmeyen Isa ümmetini katlediyordu.

Dekyanus bu gezisi sırasında nihayet Eshâb-ı Kehf'in şehri olan Dekinos'a da indi. İner inmez de îman ehlini takip ve toplanmasını emretti iman ehli bunu duyduklarından dolayı şuraya buraya kaçıp gizlenmişlerdi. Şehrin kâfirlerinden tâyin ettiği zabıtası îman sahiplerini takip ediyorgizlendikleri yerlerden çıkarıp Dekyanus'a getiriyorlardı. O da putlara kurban kesilen mezbaalara sevkedip kendilerini putlara tapmak ile öldürülmek arasında muhayyer bırakıyordu. Alçak dünya hayatına rağbet gösterip de bu katliâmdan korkanlar onun dediğini yapıyorlar ebedî hayatı tercih edenleri ise öldürüp parçalayıp şehrin sûrlarına ve kapılarına asıyorlardı.

Bu durumu gören bir kaç genç ki onlar Rum'un asilzadelerinden bir rivayete göre de hükümdarın yakınlarından idiler. Kendileri hür kimselerdi. Bunlar bu vaziyetten çok müteessir oldular bu fitnenin defi için Allahü Teâlâ'ya göz yaşlarıyla yalvararak namaz kılıp dua ediyorlardı. Zalim hükümdarın adamları bunları ihbar ettiler. Bunun üzerine Dekyanus onları bir sohbet halinde iken bastırıp huzuruna getirtti ve biraz şeyler söyledikten sonra kendilerini «Ya putlara tapmak veya ölüm»den birini seçmek üzere muhayyer bıraktı. O vakit o yiğitler de Allahü Teâlâ'nın kendilerine verdiği rabıta ve aaaanetle kıyam edip dediler ki:

— Bizim bir ilâhımız vardır ki O'nun azamet ve kudreti Gökleri ve Yeri kaplar. O Göklerin ve Yerin Rabbidir. Biz O'ndan başka birine ilâh demeyiz asla ibadet etmeyiz. Senin davetine uyma ihtimalimiz ebediyyen yoktur. Doğrusu biz öyle yaparsak o vakit akıldan uzak haddini aşmışyalan söylemiş oluruz. Çünkü ondan başka ilâh muhaldir yalandır. Hükmün ne ise yap!

Böylece bu yiğitler müşriklere karşı baş kaldırıp Allah'ın birliğini tevhidi ilân ettiler. Hâsılı bu gençler Allah'dan başka ilâh tanımayan hakikî mü'min idiler işleri de Allahü Teâlâ'nın hidayetiyle dinlerini korumak için zalim müşriklerin zorlama ve şiddetlerine karşı baş kaldırmak olmuştu. Şirke sapan ve dünya hayatına rağbet gösteren Hıristiyanlara benzemiyorlardı. Hükümdarın ve müşriklerin huzurunda böyle kıyam edip olanca rabıta ve kalb aaaanetiyle söz birliği halinde tevhidi ilân ederek kendileriyle beraber hakkı söylemeyip şirke sapan kavimlerini tahkir ve takbih ederek şöyle söylediler:

— Bak hele şunlar şu bizim kavim Allahü Teâlâ'dan başka ilâh kabul ettiler. Allahü Teâlâ'nın ilâh olduğuna ve Rab olmasının büyüklüğüne Gökler ve Arz gibi açık deliller var. Fakat O'ndan başkasının ilâh olduğuna dair açık bir delil getirseler ya bakalım? Ne mümkün?.. Delilsiz dâva kabul edilir mi? Veya şunun bunun aaafî tahakküm ve tasallutu delil tutulur mu?

Yiğitlerin böyle kıyam edip gereken cevabı vermeleri üzerine Dekyamıs onların üzerlerindeki asalet elbiselerinin soyulmasını emredip yanından çıkardı ve kendisi mühim bir iş için Ninova şehrine gitti ve geri dönünceye kadar onlara düşünmek için mühlet verdi; kendisinin dediğine uyarlarsa uyarlar yoksa diğer müslümanlara yaptığını yapacaktı.

Bunun üzerine gençler kavimlerinden de böyle yüz çevirdikten sonra çekilip kendi kendilerine dinlerini muhafaza etmek için karar verip şehrin yakınındaki Benclüs dağında sarp bir mağaraya gizlenmeyi kararlaştırdılar. Her biri babasının hanesinden bir şeyler aldı bazısını sadaka olarak verdiler kalanını da nafaka edinerek gidip o mağaraya sığındılar. Burada gece ve gündüz namaz kılıyorlar Allahü Teâlâ'ya inleyerekyalvararak niyaz ediyorlardı. Nafakalarına ait işleri Temliha'ya vermişlerdi. O sabahleyin bir miskin kıyafetine girerek şehre giriyor lâzım olanı alıyor biraz da havadis öğrenerek arkadaşlarının yanına dönüyordu.

Dekyanus şehre geri dönûnceye kadar bu şekilde durdular. Zalim gelir gelmez bunları isteyip babalarını getirtti. Babaları onların kendilerine isyan ve mallarını da yağma ederek çarşılarda israf ile dağa kaçtıklarını söyleyip özür beyan ettiler. Temliha bu fena durumu görünce pek az azık alıp ağlayarak mağaraya vardı ve arkadaşlarına dehşeti haber verdi. Hepsi ağlaşarak secdelere kapanıp Allahü Teâlâ'ya yalvardılar sonra başlarını kaldırıp oturdular yapacakları iş hakkında konuşmaya başladılar. Derken Allahü Teâlâ bunlara bir uyku verdi yattılar nafakaları baş uçlarında olduğu halde uyuyup kaldılar.

Beri tarafta Dekyanus hiddetinden ne yapacağını düşünüyordu. Onları uykuya daldıran Allahü Teâlâ bunun kalbine de mağaranın kapısını kapatmayı getirdi. Bunun üzerine Dekyanus mağaranın kapısının ördürülmesini emretti:

— Açlıktan susuzluktan ölsünler mağaraları kabirleri olsun! dedi.

Adamları da öyle yaptılar. Ancak Dekyanus'un hanesinde îmanını gizleyen iki mü'min vardı. Birinin adı Pendros diğerininki ise Runas idi. Bunlar Eshâbı Kehf'in isimlerini neseblerini ve kıssalarını iki kuru levhaya yazıp bir bakır sandığa koyarak yapılan duvarın içine koymayı kararlaştırdılar ve bu şekilde yaptılar.

Bu yiğitler öyle bir vaziyette uykuya dalmışlardı ki görülse uyanık zannedilir fakat hakikatte ise uykuda idiler. Uykuda oldukları halde gözleri açık sağa ve sola dönüyorlardı. Köpekleri Kıtmîr ise mağaranın girişinde kollarını serîvermiş bir vaziyette uyuyordu. Üzerlerine çıkıp varılsa muttlak dönülür kaçılır korkudan donakalırlardı. Zira vaziyetleri öyle heybetli öyle korkunç idi. Bu itibarla kendilerine kimsenin muttali olması mümkün değildi. Öyle bir rahatlık içinde uyuyorlardı ki Güneş doğduğu zaman mağaralarından sağ tarafına meyillenir batarken de onları sol taraftan makaslardı. Yani üzerlerine gün bile değmez değse de nihayet batış sırasında soldan biraz kırkar geçerdi. Çünkü mağaranın vaziyeti buydu. Her tarafı m'ahfuz ancak kapısı biraz batıya meyilli olarak kuzeye bakıyordu. Onlar ise mağaranın bir geniş yerinde sıkıntısız bir şekilde yatıyorlardı.

Eshâbı Kehf in o suretle Allah için baş kaldırması ve kavimlerini terkedip mağarada böyle yatmaları Allahü Teâlâ'nın kudret ve rahmetinden bir delil bir keramettir.

İşte böylece ilâhî bir rahmet olarak bu yiğitlerin o mağarada senelerce uyuyup muhafaza edilmesinden sonra Allahü Teâlâ onları bir delil olarak ba's de etti ölü diriltir gibi uykudan uyandırdı. Eshâbı Kehf uyandıkları vakit aralarında soruşturmaya başladılar ve içlerinden biri:

— Ne kadar durdunuz ne kadar uyudunuz? diye sordu. Kimisi:

— Bir gün diye cevap verdi. Kimi de:

— Bir günden âz dediler. . Nitekim kıyamette diriltilecekler de böyle sanacaklardır. Bu konuşma esnasında kimi de daha fazla durulduğunu sezerek aralarındaki ihtilâfı kesmek için dediler ki:

— Ne kadar durduğunuzu Rabbiniz en iyi bilir. Binaenaleyh ihtilâfı bırakınız da hemen birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderiniz en temiz yiyecek hangisi baksın ve size ondan bir rızık getirsin çok dikkat ve nezaketle hareket etsin sakın sizi kimseye sezdirmesin. Zira başınıza binerlerse şüphe yok ki ya Sizi öldürecekler veya irtidad ettirip milletlerinin dinî putperestliğe döndürecekler. O zaman da ebedî kurtuluş bulamazsınız. Öîdürülürseniz şehîd olur kurtulursunuz ama dininizden dönüp küfre girerseniz dünyada ve âhirette ebediyyen felaha eremezsiniz.

Hülâs'a böyle konuştular ve bu sözü kabul ettiler de içlerinden Temliha'yı şehre gönderdiler. Fakat Hüdânın takdirine bak ki o derece sakınmalarına rağmen Allahü Teâlâ bu suretle kendilerini tanıttırdı. Çünkü Yemliha'nın elindeki para o zamanki insanlara göre hayli eski olduğundan dikkati çekmiş ve yakalanmasına sebep olmuştu. Bu şekilde Allahü Teâlâ va'dinin hak ve saatinin şüphesiz olduğunu insanlar muhakkak bilsinler diye bu duruma muttali kılmıştı. Zira mağarada ne kadar durduklarını bilemeyen Eshâb-ı Kehf senelerce yattıkları yerden kabirden kalkar gibi uyanıp kalktıklarını anlamış ve vaktiyle baş kaldırdıkları müşriklere karşı muvaffak olduklarını ve taleb ve ümid ettikleri ilâhî rahmetin bir tecellîsini görmek ve daha önce îman ettikleri şekilde Alah'ın va'dinin hak olduğunu müşahede ile bilmiş oluyorlardı. Ve bu suretle gerek kendileri ve gerek diğerleri için Kıyametin şüphesiz olduğuna da bir delil ve misâl olmuş bulunuyorlardı.

Eshâb-ı Kehf in uyudukları mağaranın mevkii ile alâkalı olarak muhtelif yerler rivayet edilegelmiştir. Ancak bugün ziyaret edilmekte olan Tarsus yakınlarındaki mevkiin onlara ait yer olduğu bilinmektedir.

Bu kıssaya ait hususlardan biri de onların üç kişi olup kelbleriyle birlikte dört veya beş kişi olup kelbleriyle beraber altı yahut da yedi kişi olup kelbleriyle beraber sekiz olduklarına dair rivayetlerdir ki doğruya en yakın olanı sonuncusudur. Doğrusunu Alahü Teâlâ bilir. Adetlerin bilinmesi kıssa noktası nazarından herkese lâzım değildir. Onları hakkiyle bilenler pek azdır. Çokları bu mevzuuda gaybî taşlamaktan başka bir iş yapmamaktadırlar. Şu hâlde Eshâb-ı Kehf kıssasını yalnız Kur'an'ın beyanına dikkat ederek mütalea etmeli şundan bundan sormaya kalkışmamalıdır.

Eshâb-ı Kehf'in mağarada uyuma sürelerinin ise üç yüz dokuz sene olduğu yine Kur'an'ın beyanıdır.
 
Bir varmış bir yokmuş.
Bu dünyada gerçekleri çocuklar kadar iyi anlayan hiç kimse yokmuş. Masallar gerçekleri gerçekler de masalları anlatınca; büyüklerin işi sayılmayacak kadar çokmuş.

Bir zamanlar iki hanım arkadaş yaşarmış. Gül bakışlı oldukça yaşlı bu iki can ciğer dosttan birinin adı Medîne diğerininki Zemzem'miş. Gençliği güzelliği upuzun bir mâziyi beraberce uğurlamış bu iki hanım.

İhtiyarlığa da adım atmışlar beraberce. Ve yine beraberce ihtiyarlamışlar.

Çoluk çocuğu baş göz edip eri-erkeği yerlerine yerleştirince birden yapayalnız kalmış Zemzem ile Medine.

İki dost âhir ömürlerinde yalnızlığı da paylaşmışlar.

Aynı evde beraberce yaşamaya başlamışlar.

Giden yıllar çok şeyler ***ürmüş ikisinden de. Medine'nin bacakları tutmaz olmuş. Gece gündüz dinlemeden romatizması habire yokluyormuş. Ayağa ne zaman kalksa canı çok yanıyormuş. Zemzem dinçmiş kuvvetliymiş. Kendi işlerinin yanında Medine'nin de ihtiyaçlarına bakıyormuş ya... Aklı başında hiç değilmiş. Her şeyi unutur olmuş zamanla. Bir namazda kırk bir kere şaşırıyor kırk bir kere tekbir alıp kırk bir kere yeniden başlıyormuş.

Birgün; Ramazan ayının arefesinde öğle vakti Medine yatağında uzanmış uyuyormuş. Mutfaktan gelen bir gürültüyle uyanmış. Şehadet mi getirsin? Besmele mi çeksin? Dilini dediğini çevirene kadar eli ayağı kesilmiş. Kalbi hızlı hızlı çarpmış tansiyonu yükselmiş. Ne oldu? Kim o? Rüya mı gerçek mi toparlayamadan Zemzem söylenerek içeri girmiş;

"-Seni sümüklünün pistanı! Seni gidi muratsız hey... Bunca işimin arasında bir bu eksikti."

"-Ne oluyorsun ayol? Ödümü patlattın? Kim var? Kime söyleniyorsun?" demiş Medine.

Zemzem soluk soluğa yatağın kenarına oturmuş:

"-Uyuyor muydun sen? Aaaa sese uyandın? Yüzün bembeyaz olmuş Medine. Su getireyim mi?"

"-Yok su felan istemem. İyiyim." demiş Medine ama çarpıntısı geçmemiş.

Zemzem biraz yatışınca anlatmış olanı:

"-Ocağa buğday koymuştum kabarsın diye. Yarın Muharrem bir dedim; önceden haşlayayım ayın onu gelince nevalesini katıp aşure yaparım. Abdest almaya diye gittim. Tangır tungur mutfak peşimden geldi. Anam koştum ne göreyim? Kedi camdan gir tencereye dal bir güzel deviryer gök buğday." Biraz durmuş :

"-Bu odaya niye geldim ki? He yer bezini soracaktım. Yer bezi nerde?"
Medine arkadaşının bu haline şaşmış kalmış.

"-Bırak yeri bezi yahu ne aşuresi Zemzem? Ne buğdayı? Ne bezi? Sen iyice karıştırdın. Muharrem değil ayol gelen Ramazan Ramazan!.. Ay bu kadın hepten bunadı. Bana yaşlandın diyorsun ama benim bacaklarımdan başka derdim yok. Sen göçtün arkadaşım. Aklın fikrin kalmadı."

Medine böyle söylediği zaman Zemzem çok kırılıyormuş. Yaptığı hataya mı kızıyor yoksa unutkanlığına mı ayıramıyormuş. Çok zaman ne hata yaptığını bile hatırlamıyormuş.

"-Ben sana ne zaman yaşlı dedim ahretlik ? Hiç hatırlamıyorum."

"-Sen onu bunu boş ver. Diyelim ki Muharremin biri. Aşure onunda. Ne yapacaktın o buğdayı on gün? Ekşir diye düşünmedin mi? Allah yâ sabır. Bayat bayat konu komşuya dağıtıp el âlemin midesini bozacak." demiş Medine biraz ileri gitmiş. Zemzemi küstürmüş kenara çekilmiş.

O gece sahura kalkmışlar. Sofrayı kurmuşlar oturup yemişler. Ama hiç konuşmamışlar. İmsaka az kala Zemzem helva getirmiş. Arkadaşının ne kadar sevdiğini bildiğinden günlerdir canı çektiği hâlde bir dilim bile yememiş. Tabağı Medine'nin önüne koymuş.

"-Ramazanlık ayırmıştım seversin diye. Yesene Medine." Medine'nin kızgınlığı sönmemiş hâlâ.

"-Nasılsa her şeyi unutuyor. Ben şuna bir oyun atayım." diye içinden geçirmiş.

"-Bıçak getir de keselim Zemzem." deyip Zemzem'i mutfağa göndermiş.

O mutfaktan gelene kadar helvanın hepsini yemiş bitirmiş. Zemzem içeri geldiğinde:

"--Ahretlik hani helva?" diye sorduğunda Medine'nin cevabı hazırmış:

"-Kız yine mi unuttun? Yedik ya..."

Zemzem; arkadaşının kızmakta haklı olduğunu gün geçtikçe bu hâlinin kötüye gittiğini düşünüp kederlenmiş.

Sofrayı toplamışlar oruca niyetlenip namaz kılıp yatmışlar. Sabah olup Zemzem uyandığında Medine'yi yatağında hüngür hüngür ağlıyorken görmüş :

"-Hayır olsun cancağızım. Bir yerin mi acıyor? Rüya mı gördün? Korktun mu? Ne oldu?"

Gerçekten de bir rüya görmüş Medine. Rüyasında; Otuz Ramazan günü otuz öğle vakti otuz tabak helvayı otuz defa unutarak yediğini görmüş. Otuz defa içi yanmış otuz defa orucunu hatırlamış ama otuzunda da harârete dayanamamış. Otuz bardak su içmiş. İçtikçe yanmışyüreği kabarmış.

Uyanmak üzereyken kulağına seslenmişler:

"-Yazalım unutulmasın. Unutkan helvacıya âhir ömründe otuz kaza otuz da kefaret...
 
Geri
Üst